1541 Macaristan Buda
Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman, dördüncü kez gelmiş olduğu Macaristan seferinde orta
ve Güney Macaristan’ı alarak Tuna Nehri’nin batısındaki Buda şehrinde Osmanlı’nın en yeni
Budin eyaletinin kurulması çalışmalarından yorulmuş, günün yorgunluğunu omuzlarında
fazlasıyla hissetmeye başlamıştı. Akşam yemeğinden sonra yaptığı şekerlemeden henüz
kalkmış, içtiği kömürde pişen acı kahvenin zihnini açıp onu kendine getirmesini bekliyordu.
Gün bitse de mesaisi henüz bitmemişti. Akşama nihayetlendirip sonuca bağlaması gereken
önemli bir konu vardı.
Devleti yönetmek, en önemli kararları alıp uygulamak hatta savaşmak bile rutinlerinin
arasındaydı. Onu zorlayıp endişelendiren, konunun metafizik ve teolojinin kapsamında
olması, söylemler ve kehanetler ışığında biraz da hissiyatlara dayanan gizem içermesiydi.
Eldeki verilerin belirsizliğinden, olayın çok geniş kitlelere hitap etmesinden, atılacak yanlış bir
adımın yüzyıllar sürecek yansımalarından ve büyük sonuçlara gebe olmasından derin endişe
duyuyordu. Bundan dolayı konunun uzmanı kişilere gerekli talimatı vermişti. Bu akşam da
onlarla yapacağı toplantıda nihai kararını verecekti. Kapı ağasına, bekleyenleri içeriye
alması için seslendi.
İki kanadı açılan kapıdan sırasıyla Rumeli Kazaskeri Ebussuud Efendi, Bektaşi Dervişi
Gülbaba, Şeyhülislam Çivizade Muhyiddin Mehmet Efendi, Kaptanı Derya Barbaros
Hayrettin Paşa ile zamanın en ileri ulemalarından “Sofu” diye tabir edilen üç kişi, Sultan’a
gerekli saygıyı göstererek içeriye girdiler. Ve adet olduğu üzere mevkilerine, kıdem
durumlarına göre sıralandılar. Sultan Süleyman, “Buyurun Şeyhülislam Muhyiddin Efendi,
sizi dinliyorum, gerekli tahkikatları yaptınız mı?” diye ilk sözü ona verdi.
–Hünkar’ım, buyurduğunuz üzere konu hakkında ilgili ulema ile uzun uzun mütalaa
ettik; gerekli yazıtlarda ve kitaplarda incelemelerimizi yaptık. Eğer izin verirseniz konu ile ilgili
özet malumat geçebiliriz.
–Mehmet Efendi, özet değil; konuyu net bir şekilde ortaya koymanızı istiyorum.
Kanaatimce bu konu, ileriki zamanlarda ciddi sonuçlar doğurabilecek önemli bir konudur. İşin
vehametine uygun anlatınız.
Şeyhülislam “Emir sultanımızındır.” diyerek söze başladı.
–Hünkar’ım, sizin de buyurduğunuz üzere durum hassas, üzerinde titizlikle durulması
gereken çök ince bir konudur; biz zaten tüm çalışmamızı bu bilinçle yaptık. Arz edeyim
efendim.
Hünkar’ım, rahmet ve tövbe kapısı olarak anılan kapı, Yakup Peygamber’in burada tövbe
etmesinden ve tövbesinin kabul edilmesinden dolayı bu şekilde isimlendirilmiş. Kudüs’ün
doğu kanadında bulunuyor ve tüm semavi dinlerin kesiştiği Zeytin Dağı’na bakıyor. Bu Zeytin
Dağı, tüm semavi dinler için çok önemli bir yer. İsa Peygamber’in son vaazını verdiği akşam
yemeğinde, “Sabah olmadan aranızdan biri bana ihanet edip çok az bir paraya beni
satacak.” deyip ertesi gün otuz şekele Yahuda’nın kendisini ihbar etmesi sonucu çarmıha
gerilmek üzere yakalandığı yer. Hristiyanlık inancına göre cennetten geleceği yer de yine
burası. Yahudilere göre de Mesih, dünyaya geldiğinde buraya, Zeytin Dağı’na inecek.
Buradan karşıya, tapınak tepesine, yani Mescid-i Aksa’ya geçecek, o esnada buradaki ölüler
dirilip onu karşılayacak; sonra da tüm ölüler dirilecek ve mahşer günü o ilahi adalet günü
tecelli olacak. Yahudilere göre Mesih, İlyas ya da onların deyimi ile Elyasa, Kudüs’e bu
kapıdan girecek, bugün üstünde Kubbetüs-Sahra’nın bulunduğu kayanın, bir nevi muallak
taşının üstünde krallığını ilan edecek.
Hristiyan inancında ise Yahudilerinkine benzerlikler olmakla beraber gelecek Mesih, İsa
Peygamber’dir. Onlarda da aynı şekilde, Zeytin Dağı’ndan kurulacak bir köprü ile Mesih İsa
Peygamber tapınak tepesine yine bu kapıdan geçecek ve muallak kayasındaki tahtına
oturup cennetin krallığını ilan edecektir.
Müslümanlarda ise bir rivayete göre Mesih ile Mehdi burada birleşip Deccal’e karşı son
büyük savaşa başlayacaklardır. Görüldüğü üzere Hünkar’ım, kehanetlere ve kutsal
kitaplarda yazılanlara göre bu kapı her durumda büyük önem arz ediyor.
Kapının kapatılması, ilk olarak Hz. Ömer zamanında yapılıyor hatta ön tarafına Müslüman
mezarlığı yapılıyor.
–Bunda bir gerekçe var mı, neden mezarlık? Niçin orası? Tesadüf mü yoksa bir
gerekçe ile mi?
–Hünkar’ım, Yahudilere göre inecek Mesih, bir kohendir. Yani Harun Peygamber’in
soyundan gelen, üst düzey bir din adamıdır ve kohenler kabristandan geçmezler. Zaten
Yahudilerde, Müslümanlar, Mesih bu kapıdan Beytül Makdis’e girmesin diye özellikle burayı
kapatıp ön tarafına kabristan yaptılar inancı hakimdir.
–Pek de haksız görünmüyorlar.
–Hünkar’ım ama kendileri de o mezarlığa ölülerini gömüyorlar hatta ilk dirileceklerden
oldukları için seçerek gömüyorlar.
Hz. Ömer tarafından kapatılan kapı, 1102’de Haçlılar, Kudüs’ü alınca tekrardan açılıyor ve
onların hakimiyeti süresince kapı hep açık kalıyor.
1187’de Selahattin Eyyubi, Kudüs’ü geri alınca kapı tekrardan kapatılıp mühürleniyor. Şimdi
Hünkar’ım, Kudüs’ün imarı Allah sizlere uzun ömürler versin sayenizde Kudüs’e yakışır
şekilde yapılıp düzenlenmiştir. Hristiyan ve Yahudilere göre Altın Kapı, bize göre rahmet ve
tövbe kapısının bundan sonraki durumu, zat-ı şahanenizin kararına göre şekillenecektir.
–Mehmet Efendi, anlattıklarınızdan etkilenmemek elde değil. Üç semavi dinin de bu
kadar önemsediği bir yer, yazımlar, yorumlar ve kehanetler…
Rumeli Kazaskeri Ebussuud Efendi söz isteyerek Sultan’ın izin vermesi ile konuşmaya
başladı.
–Hünkar’ım, bu inançların yanında bugüne kadar Kudüs’e saldıranlar hep Doğu
taraftan saldırıp şehre hep bu kapıdan girmişler. Hz. Ömer’in güvenlik önlemi olarak bu
kapıyı kapattığı da rivayet edilir. Selahattin Eyyubi Hazretlerinin zamanında ise biliyorsunuz
ki kendisi, Kudüs’ü alırken neredeyse hazinesini sıfırlar duruma gelmişti. Şehri teslim alırken
içindeki Haçlıları ve halkı çok az bir fidye karşılığı serbest bırakmış çok yüce bir şahsiyetti.
Lakin sonradan birtakım iktisadi problemler yaşayınca halk, Mescid-i Aksa’ya pazar yerinden
girsin düşüncesiyle bu kapıyı kapattığı da bazı kaynaklarda rivayet edilir. Tabii doğrusunu
kendisi ve Allah bilir. İşin teolojik tarafını Şeyhülislam Muhyiddin Mehmet Efendi’nin arz
etmişti. Sosyo-ekonomik ve güvenlik boyutuna da vurgu yaparsak daha kolay karara
varabilirsiniz diye düşünüyorum. En doğrusunu Hünkarı Devletlüm bilir, diye sözlerini bitirdi.
Aslında Sultan, ulemanın anlatımlarından Altın Kapı’nın kapatılmasından yana görüş
bildirdiklerini çoktan anlamıştı ve kendisinin de hissiyatı bu şekildeydi. Yıllarını savaş
meydanında, devlet yönetiminde geçirmiş, adı Muhteşem Süleyman’a çıkmış büyük Sultan,
zamanında doğru alınan veya tersi, yanlış alınan en küçük bir kararın sonradan ne kadar
büyük sonuçlara neden olabildiğini çoktan öğrenip tecrübe etmişti. Yine, şu an almakta
olduğu kararın ne kadar geniş bir kitleye hitap edeceğini ve sebep sonuç ilişkisinin ne denli
büyük olacağının farkındaydı. Aslında her şey gün gibi açıktı. Savaş yalnızca meydanlarda,
kalelerde, ülkelerde olmuyordu; ne yazık ki savaş her yerdeydi. En kötüsü de aynı Tanrı’ya
ve onun peygamberlerine inanan üç semavi dinin arasındaydı. Ne çok benzerlikleri olmasına
rağmen yorumdan kaynaklı küçücük farklılıklarını öne sürerek kavga halindelerdi. İnanmak
istemese de bu görünmez savaşın daim olacağını seziyordu.
Kudüs’te yaptırmış olduğu yeni surların, buranın adına yakışır şekilde bir barış ve kardeşlik
kenti olması için üç semavi dinin de kabul ettiği, atası ve peygamberi saydığı İbrahim
Peygamber’e atfen “La ilahe illallah İbrahim Halilullah” yazısını Halil Kapısı’nın girişine
yazdırmıştı. Ne çok isterdi üç kardeş din de kardeş kardeş yaşasın. Kimse kimsenin ne
inancına ne de ibadetine karışsın. Şimdi ise üç dini de etkileyecek bir karar arifesindeydi.
Vereceği karar da Hz. Ömer ve Selahattin Eyyubi’ninkinden farklı olmayacaktı.
–İrademdir: Selamet ve Tövbe Kapısı (Altın Kapı), tez elden kapatılıp
mühürlenecektir. Bu mühür, dünya döndüğü sürece hiçbir şekilde açılmayacaktır, tersini
yapanın Allah’ın gazabı, üzerine olsun. Hayrettin Paşa, Mimar Sinan hala Kudüs’tedir. Tez
bir ulak çıkarıp emri kendisine ulaştırın, oraları en iyi bilen odur, kapı en sağlam şekilde
kapatılıp mühürlensin, diye hükmünü bildirdi.
Odadaki herkes karardan memnun bir şekilde, “Ferman padişahındır!” deyip uzun süreden
beri üzerinde çalıştıkları konunun neticesinden memnun bir şekilde, Sultan’ın huzurundan
çıkıp otağlarının yolunu tuttular.
9 Nisan Pazar 2023 05.00 Kudüs
İshak, polis olarak göreve başladığından beri en berbat mesai gecesini yaşıyordu. Aslında
cumartesi gecelerini çok severdi. Çünkü cumartesileri, Yahudiler için dinlenme günüydü ve
işletmelerin kapalı olmasından dolayı da her zaman çok sakin geçerdi. Gece boyunca kayda
geçecek herhangi kriminal bir olay bile olmazdı. Kudüs, dindar bir kentti ve yerleşkenin
neredeyse çoğu aşırı dinci insanlardan oluşuyordu. Bu yüzden de başka şehirlerde en
hareketli gece cumartesi olmasına rağmen Yahudi çevresindeki görev yerlerinde sessiz
sakin gecelerin keyfine doyum olmazdı.
Onlar da gece devriyesi yaptığı cumartesi günlerinde bir nevi çalışarak dinlenenlerden
olurlardı. Orada burada vakit geçirip, dostlar alışverişte görsün hesabı sabırsızlıkla sabahın
olmasını beklerlerdi. Takım ortağı Shlomoh ile orası senin, burası benim turlar, bir şekilde
sabahı sabah ederlerdi. Shlomoh kendisinden beş yıl daha kıdemli bir polisti ama hiçbir şeyi
dikkate almayan, gelişine yaşayan, hayta bir tip olmasından dolayı gece mesailerinden
kurtulamamıştı. Acemi polisler gibi gece kuşu misali devamlı çalışıyordu, gerçi kendisine
sorsan umurunda bile değildi…
“Gece daha az insan, daha doğrusu kodaman görüyoruz. Daha rahat… Kurt, puslu havayı
sever.” deyip gülerdi. “İnsanlar iki çeşit yaratılmıştır; tavuklar ve baykuşlar. Tavuklar akşam
erkenden yatıp sabah erken kalkarlar, baykuşlar ise gece yatmaz, sabah da kalkmazlar; ben
doğuştan baykuşum oğlum.” derdi.
Genelde haftanın günleri içinde en sakin geçen cumartesi geceleri, bugün nazarlara gelmişti.
İnsanlar kudurmuştu. Zaten yarınki Paskalya Bayramı’nı Kudüs’ün en kutsal yerlerinde
kutlamak için gelen binlerce Hristiyan hacı adayı tüm otelleri ve konaklama tesislerini
doldurmuştu. Şehir de ertesi gün kutlanacak olan Paskalya Bayramı’na kaç gün öncesinden
kendini hazırlamıştı. İshak, Yahudi olmasına rağmen Paskalya Bayramı’nı ayrı bir severdi.
Paskalya çöreklerinden yemek, hele bir de rengarenk yumurtaları tokuşturmak,
çocukluğundan beri hep hoşuna giderdi. Karşıdakinin yumurtasını kırmak için yıl boyu çalışır,
her sabah kahvaltıda haşlanmış yumurtalar ile alıştırma yapardı. Aslında her zaman
çalışmasa da bir yöntem bulmuş gibiydi, sıcak yumurtalar ile olmuyordu ama paskalya
yumurtasını avuç içinde sıkıca kavrayıp karşıdakinin yumurtasına az bir kenardan vurdun mu
sanki kırma yüzdesini lehine değiştirebiliyordu.
Aslında kaç gündür aklında hep böyle şeyler var iken bu gece, kafasındaki her şeyi alıp öyle
gitmişti. Akşam mesaisi başladığından beri neredeyse hiç kıçlarının üzerine oturmamışlardı,
her ikisi de yorgunluktan ölüyordu. Ne paskalyanın ne de bayramın esamesi kalmamıştı. Tek
istedikleri, acıkmış karınlarını doyurabilmekti. Görevlerinin bitmesine çok az kalmıştı fakat
evde kahvaltı için atıştırmalık bir şeyler hazırlamaya dahi dermanları yoktu. En güzeli,
Müslüman çeyreğine geçerek daha önceden de sık sık gittikleri Arap restoranında yemek
yiyip mesaiyi öyle sonlandırmaktı.
Gece bir kabus olup üstlerine çökmüştü, hala olanları kafalarından atamıyorlardı. Önce
Kudüs’ün en güzel konumundaki beş yıldızlı King David Oteli’nin teras katında yangın
çıkmıştı. O kadar eski ve bir o kadar da ünlü bu otelde hele paskalya dolayısıyla en seçkin
konuklar ağırlanırken o yangın nasıl çıkmış ve nasıl o kadar kısa bir zamanda üst katı
komple sarıvermişti, anlamlandırmanın mümkünü yoktu. Allah’tan otelin yangın uyarı sistemi
harika çalışmıştı ve kimseye bir şey olmadan tüm müşteriler tahliye edilmişti. İtfaiye ve otel
çalışanlarının ani müdahalesi ile yangın oteli sarmadan söndürülmüştü ama bu zaman
zarfında her şey birbirine girmişti. Kudüs’ün tüm devriye polisleri ve itfaiye erleri, kısaca gece
çalışan tüm kamu çalışanları, seferber olmuşlardı. Havada uçuşan emirler, kimin üzerine
düştüyse gereğini yapmak için canla başla çalışmıştı. Yangın söndürülmüş, müşteriler otele
geri alınmıştı. Son katta olanlar için geçici konaklama yerleri hazırlandıktan sonra tam bitti
derken bu sefer de Ermeni Mahallesi’nde ardı ardına iki patlama meydana gelmişti.
King David Oteli’nin orada bulunan tüm gececiler ve nöbetçi personeller, apar topar Ermeni
çeyreğine yönelmişti. Bitti denilen hengame, yeni baştan orada devam etmişti. Sabah
olmuştu ama nasıl olduğunu gel de onlara sor… Her üç olayda da ne yaralanan ne de can
kaybı vardı fakat maddi hasar büyüktü. Tabii ki cana geleceğine mala gelsin, herkes buna
razıydı.
Sabahın ilk ışıklarına kadar koşturmaca sürüp durdu ve şimdi tan ağarmaya başlarken
herkes gecenin yorgunluğunu atmak için evlerine dağılıyordu. Mesailerinin bitmesine zaten
bir buçuk saat kadar bir zamanları vardı. Bu arada hem devriye atıp hem de zil çalan
karınlarını doyurmak için Kudüs’ün doğusuna doğru gidiyorlardı. İshak, arabayı kullanırken
Shlomoh’un gözlerinin kaydığını fark edip “Hop hop, uyumayalım efendim. Sonra kalkınca
sen kendine gelesiye kadar akşam oluyor.” dedi.
–Yok lan, uyumuyorum, içim geçmiş. Bu gece anamız, dinimiz bellendi, ölüyorum
yorgunluktan.
–Al benden de o kadar ama sen uyuma, uykuyu almadan uyandın mı çekilmez biri
olup çıkıyorsun.
–Yok canım, sen de! Uyuduğum falan yok.
–Bak, Müslüman mahallesine gidiyoruz, herkes bizim polis olduğumuzu zaten biliyor,
bir de uykulu uykulu ters bir şey yaparsın, sıçarlar ağzımıza.
–İşte o sıkar biraz, derken telsizden bir anons duyuldu.
“Altın Kapı civarında olan tüm devriye araçlarının dikkatine… Altın Kapı’da birinin intihar
ettiği ile ilgili ihbar var, yakın devriye araçları olay yerine intikal etsin.”
İshak, “Biz yakınız, merkeze bildiriyorum.” deyince Shlomoh da “Hay, içine edeyim böyle
şansın, bir bitmedi bu lanet gece ya!” dedi.
–Vallahi bir aylık olay bu geceye sıkışmış.
Shlomoh telsizden anons geçmeye başladı: “Merkez, burası 25-33, olay mahaline çok
yakınız, hemen intikal ediyoruz.”
“Tamam anlaşıldı 25-33.”
Shlomoh, “Sanki nerede olduğumuzu görmüyorlar. GPS ile adım adım izlemiyorlar… Gitti
bizim yemek, aç karnına olay yerine git bakalım, şansımıza tüküreyim.” diye sitem etti. O
kendi kendine konuşurken İshak çoktan arabanın hızını artırmıştı. İki dakika geçmeden ara
yollardan arabayla gidilebilecek en yakın yere kadar gidip surların dibine park ettiler. Elli
altmış metre yürümüşlerdi ki Altın Kapı denilen kapının heybeti onları karşıladı. Bir de
kapının daha berisinde, parmaklarının üzerine kalkıp sabırsızlıkla bekleyen iki genç Hasidik
vardı. Biri, onları görünce karşıdan seslendi.
–Bu tarafa, bu tarafa, polis misiniz?
–Evet, mevta nerede?
–Memur Bey acayip ya, inanılır gibi değil, diyen gençlerin ikisi birden gördüklerinin
dehşeti içindeydiler hala.
Shlomoh sabırsızca “Beyler ceset nerede, ceset?” diye sorunca gençlerden biri eliyle kapıyı
gösterdi.
–Kapıda asılı.
İki polis de kafayı kaldırıp kapı tarafına, gencin eliyle gösterdiği yere baktılar. İşte o zaman
kapının her iki kanadında asılı olan iki ayrı karartıyı fark ettiler. Shlomoh, “Hay ananı bacını!
Bu ne lan?” diye gördükleri karşısındaki hayretini belli etti. İshak ise karşısındaki manzaranın
neticesinde olduğu yerde donup kalmıştı. Gençlerden birisi, “Abi biz dua için sakin bir yer
arıyorduk. Bunlarla karşılaştık, inanılır gibi değil.” dedi. Shlomoh, arkadaşına dönüp “İshak,
benim gördüğümü sen de görüyorsun, değil mi? Bu ne ya?” diye sordu.
İshak’ta hala çıt yoktu.
–İshak İshak! Hop oğlum, kendine gel.
–Abi bu ne ya, Allah aşkına bu nasıl… Nasıl bir şey?
–Oğlum anlasam da söylesem… Ben böyle bir şey görmedim.
–Ne yapalım abi?
–Ne yapacağız, merkeze haber vereceğiz.
–Ne diyeceğiz ki?
–Elinin körünü! Ne görüyorsak onu diyeceğiz.
Tan yeri ağarmaya başlayınca Altın Kapı’nın iki kanadındaki görüntü, aşağıdan daha bir
ayrıntılı olarak seçilmeye başlanmıştı. Shlomoh, “Hadi arabaya git de telsizle haber ver.”
deyince İshak, “Abi ne diyeceğim? İki kişi, biri tersten, biri düzden kendini mi asmış
diyeceğim?” diye söylenmeye başladı. Shlomoh, İshak’ın kafasına şöyle bir şaplak attı.
–Aynen öyle de. Görmüyor musun oğlum? Git önemli bir olay var de.
İshak gördüklerini telsizde anlatabilmek için bir kez daha kapıda asılı olanlara baktı. Bu
gördüklerini nasıl anlatılabilirdi ki?
Kapının her iki kanadında, iki tane, cesede benzer insan asılıydı. Sağ kanattaki, elleri
yukarıda, bacakları aşağıda, elleri ve bacakları açık vaziyette kapıya çivilenmiş gibi
duruyordu. Gün ağardıkça belirginleşen hatlarından kaslı bir erkek olduğu belli oluyordu.
Altın rengi gibi sapsarı boyanmıştı. Sanki altın suyuna batırılıp çıkarılmıştı. Üzerinde hiçbir
kıyafet yoktu, karşıdan cinsel organının büzüşerek düşmüş olduğu bile belli belirsiz
görünüyordu. Ayaklarının çakılı olduğu çivi gibi görünen, metale bağlı iki ince telde, aşağıda,
Amerikan futbol topuna benzeyen ama biraz daha büyük, titanyum renkli bir oval top asılıydı.
Sol kanatta asılı olan ise vücudunun narinliğine bakıldığında kadın bedenine benziyordu.
Kafası aşağıdaydı; aynı sağ kanatta asılı olan ceset gibi elleri ve ayaklarından, “V” şeklinde
taş kapıya çivilenmişti. Onun da ellerinden asılı olan çivilerden aşağıya doğru sarkan
titanyum renkli oval bir top vardı. Her iki cesedin de saçları üç numara tıraş yapılmıştı.
Kadının cinsel organı da belirli belirsiz, altın renginde gölge gibi duruyordu. İki ceset de
muhteşem simetriyle kapıya çivilenmişti. Ters yüz olmalarının dışında her şey neredeyse
aynıydı. Erkeğin kaslı vücudunun altın renginde olması ve ışığın gölge oyunları yapmasının
dışında belki kiloları bile birbirine yakındı. İshak, Shlomoh’a dönerek “Bu görüntü telsizde
nasıl söylenir ki?” diye sordu.
–Ya İshak, amma büyüttün ya. Şu gördüklerine şaşırmıyorsun da telsizde nasıl
anlatacağına mı takılıyorsun? Bekle ben hallederim, deyip arabaya doğru yönelince karşıda,
Zeytin Dağı’nda da bazı insanların el kol işareti yaparak kapıya baktıklarının farkına vardı.
Üç beş kişi karşıdaki tepenin seyirlik bölümünde durmuş, gördüklerini konuşuyorlardı. Birisi
merkezi arayıp haber vermeden hemen telsizle anons geçse iyi olacaktı ve koşarak arabaya
vardı.
–Merkez, 25-33 konuşuyor, merkez…
–Buyurun 25-33, merkez dinlemede.
–Merkez, 25-33 çok acil Amir Bey ile konuşmam lazım.
–25-33, Amir Bey polis merkezinde değil.
Shlomoh’un konuşmak, görüşmek istediği kişi, karakol müdürü Amir Bey’di zira bu durumu
telsizde herkese ilan etmektense direkt ona anlatmak daha mantıklı gelmişti.
–Merkez, ben polis memuru Shlomoh, Amir Bey’le çok acil görüşmem lazım.
–25-33, Amir Bey biraz önce merkezden ayrıldı, ben yardımcı olayım.
–Sen yardımcı olamazsın. Rita sen misin?
–Lütfen kodlu konuşunuz.
–Rita durum çok acil, Amir Bey ile konuşmam lazım.
–Amir Bey daha biraz önce ayrıldı, tüm gece ayakta olduğunu söyleyerek 2-3
saatliğine dinlenip üstünü değişmek için evine gitti. Kudüs yanmadığı sürece beni rahatsız
etmeyin, dedi.
–Rita, bana bak salak karı! Durum acil diyorum sana, nesini anlamıyorsun? Amir
Bey’in telefonunu ver veya hemen o beni arasın.
Tam “Bana bak!” diye telsizdeki ses diklenecekti ki Shlomoh’un sesi karşıyı bastırdı.
–Sen bana bak aptal karı! Altın Kapı’da iki tane bomba düzeneği ile altın suyuna
bastırılmış çırılçıplak cesetler var. Hadi gel, yardım edeceksen et bakalım! Anlamıyor
musun? Amir Bey hemen beni arasın. Telefonum sizde var. Hadi kaldır o koca kıçını, deyip
telsizi sinirle arabanın konsoluna fırlattı.
Bu konuşmadan sonra karşıdaki ses de kesilmişti, galiba durumun vahametini anlamıştı.
Shlomoh’a aç karnına bu kadar sinir iyi gelmemiş, midesinde yanmalar başlamıştı. Çivi çiviyi
söker, deyip tam sigara yakarken telefonu çalmaya başladı. Kayıtlı olmayan bir numara
arıyordu. Sigaradan hızla iki fırt alıp telefonu açtı.
–Ben Müdür Amir, ne oldu Shlomoh? Ne var yine sıçtığımın lanetli gecesinin
sabahında?
–Müdürüm çok acil buraya gelip kendiniz görmelisiniz.
–Söylesene oğlum, nedir bu kadar acil olan?
–Müdürüm Altın Kapı’da asılı iki tane ceset var.
–İki ceset mi? Ne bok yemeye asılmışlar orada? İntihar edecek başka yer
bulamamışlar mı koduklarım? Bir dakika bir dakika, iki tane mi dedin sen?
–Evet müdürüm, iki tane var.
–Oğlum, şunu adam gibi anlatsana.
–Müdürüm kapının iki kanadında, altın suyuna batırılmış gibi boyanmış iki tane
çırılçıplak ceset var. Üstelik üzerlerinde bomba düzeneği olduğunu sandığımız bir şeyler de
var.
–Bomba mı? Ne diyon sen oğlum? Sen neredesin şimdi?
–Kapıya yakın, arabayı park ettiğimiz yerdeyim, ortağım İshak cesetlerin başında.
–Tamam, ben hemen geliyorum. Karakolu da arıyorum, destek gönderiyorum, ben
gelesiye kadar kimse bir şey yapmasın. Böyle işin ben anasını avradını sikeyim!
Müdür telefonu kapatırken küfredişi hala yankılanıyordu. Tam kapattı derken tekrardan sesi
duyuldu.
–Shlomoh anladın değil mi? Ben gelmeden kimse onlara dokunmasın.
–Anladım müdürüm, emredersiniz.
9 Nisan 2023 Pazar 06.25 İstanbul
Mehmet Dayı, Yedikule Hisarı Cami’nin müezzinliğini yapıyordu. 62 yaşına gelmişti ama
çalışma gününün dolmamasından dolayı hala emekli olamamıştı. Geriye topu topu üç yılı
kalmıştı lakin son zamanlarda, Mehmet Dayı’nın başı kart erkek hastalığı olarak bilinen
prostattan dolayı ciddi dertteydi. Yoksa halinden bir şikayeti yoktu. Özellikle sabah
namazlarına gitmek ve nisan ayı olmasına rağmen sabahın ayazında kesik kesik işemek,
kendisini baya hırpalıyordu.
Allah’tan evi çok uzak değildi. Evde sıcak suyla abdestini almıştı lakin ne kadar dayanmak
için mücadele etse de artık takati kalmamıştı. Ya bir yer bulup işeyecek ya da bu iş, üst baş
berbat ederek durduğu yerde kendiliğinden olacaktı. Yeniden abdestinin kaçmasından bile
vazgeçmişti, hemen bir yer bulması gerekiyordu. Sağa sola baktı; sokakta, kuytudaki çöp
bidonun önünde tilki uykusunda olan, büzüşmüş iki sokak köpeğinden başka bir Allah’ın kulu
yoktu.
Kibar bir adamdı Mehmet Bey. Karanlık, tenha sokakta esnerken ağzını kapatanlardandı.
Öyle ulu orta uçkur çözemezdi, maazallah pencerelerden birinden görülürse, biri çıkar
gelirse rezil rüsva olurdu! Ama durum acildi; zor da olsa bir iki geri çevirebilmişti ama son
atakta borusunun ıslandığını hissetti. Karşıda, Yedikule Zindanları’nın olduğu, Küçük Altın
Kapı denilen kapının yakınındaydı. Her gün buradan geçtiği için o kapının bir duvarındaki
yıkık aklına geldi.
Defalarca, ayyaş ve tinercilerin o yıkıktan içeriye girip çıktığını görmüştü. En münasip yer,
orası geldi bir an ama sonra vazgeçti. Şimdi tan henüz ağarırken alacakaranlıkta o virane
yere girmek hiç mantıklı gelmedi ama zorunluluk, mantığına baskın çıktı. Vakit yoktu yoksa
eve üstü başı sidik içerisinde gitmek zorunda kalacaktı.
Ya bismillah, deyip duvarın yıkık olduğu yere hızlıca yöneldi; düşünmeye, korkmaya bile
zamanı yoktu. Yaşından beklenmedik çeviklikte duvarın yıkığına tırmanıp aşağıya atladı.
Panikle etrafı bir kolaçan etti, ortalıkta kimse gözükmüyordu. Geldiği tarafa duvara doğru
dönüp pozisyonunu aldı, çıkmak için her türlü işkenceyi yapan sidik, bu sefer de gelmiyordu.
Neyse ki uğraşa uğraşa hava yapan çeşmeden gelen su gibi kesik kesik üç beş damla çıktı
ve Müezzin Mehmet Dayı inanılmaz rahatladı; dertsiz tasasız, dünyanın en hafif insanı gibi
oluvermişti. Üç damla su insanı ne hallere düşürüyor diye düşünürken pantolonunun
fermuarını çekerek geriye doğru döndü. Etrafta kimse olup olmadığına baktı. Tam geriye
dönüyordu ki kendisini rahatsız hissettiren bir görüntüyle karşı karşıya geldi. İyi görmemişti
ama bilinçaltı o görüntüyü yakalamıştı. Sıra dışı bir şey vardı ve tekrar bakması gerektiğinin
sinyalini alıyordu. Omzunun üzerinden surlara doğru bakınca kendini neyin rahatsız ettiğini
görüverdi. O neydi öyle?
”Ya bismillah!” diye sıçrayıp Cin suresini okumaya başladı. Karşısında, surlarda asılı biri ters,
diğeri düz iki tane çıplak ademoğlu vardı. Anlam veremedi. Bir daha baktı, gördükleri
doğruydu. Büyük Altın Kapı denilen kapının, ortadaki kapalı olan kısmında iki tane adam
vardı. Arkalı önlü birbirine yapışmış, kolları bacakları açık, nasıl duruyorlarsa o şekilde,
kapının oval üst kemerinin yaklaşık üç beş karış aşağısından sallandırılmışlardı. Mehmet
Dayı gördüklerine inanamıyordu; etrafa tekrar baktı, kendisinden başka kimseyi göremedi.
Bir an, durduk yerde başım belaya girecek kaçıp gideyim, diye düşündü ama sonra bunu
düşündüğü için kendine kızdı. Bulunduğu yerle kapı arası 50-60 metre kadar vardı. Asılanları
daha yakından görebilmek için gözünü onlardan ayırmadan kapıya doğru yaklaşmaya
başladı. Cesetlerin 5-6 metre aşağısına kadar yaklaşınca her şey gün gibi ortaya
çıkıvermişti. Zaten artık tan ağarmış, güneş henüz doğmasa da her şey belirginleşmeye
başlamıştı.
Kapıda iki tane çırılçıplak adam, arkalı önlü asılıydı. Elleri, ayakları açık; kapının
mermerlerine çivilenmiş şekilde duruyorlardı. Bir an gördüklerini, şu ünlü ressam Da Vinci’nin
resmine benzetti ama bunlar ters yüz edilmişlerdi. Acaba o resimde de mi böyleydi diye
düşündü ama çıkaramadı. Her iki adamın da ayakları, elleri, tüm uzuvları ile görülüyor,
yalnızca arkadakinin bedeni gözükmüyordu. Öndeki adamın erkeklik organının altından
kafası gözüküyordu. İkisi de altın gibi parlıyorlardı. Sanki altına batırılıp çıkarılmış gibiydiler.
Bir an heykel mi bunlar diye düşünse de arkadaki adamın kafasının oynadığını görür gibi
oldu. Bunlar yaşıyor muydu yani? Gözünü öndeki adamın büzüşmüş bamyasından
ayıramıyordu.
“Tövbe tövbe…” dedi. Nasıl bir insan böyle bir şey yapabilir? Sonra öndeki adamın
ayaklarının çakılı olduğu çivilerden aşağıya doğru demir tellerle sarkan kavun şeklinde bir
top dikkatini çekti. Top altın renginde değildi, daha çok koyu gümüşe benziyordu. Müezzin
Mehmet Dayı gördüklerine inanamıyordu ve hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak için ileri geri ve sağa
sola gelip gidip kapıda asılı olan iki ademoğlunu inceledi. Şimdi ne yapayım diye düşündü.
Memlekette bir laf vardır; paran çoksa kefil, vaktin çoksa şahit ol diye. Ne yani, şimdi böyle
bir şeyi gördükten sonra nasıl çekip gidebilirdi ki? Polisi aramak gerekiyordu. En iyisi polisi
arayıp haber vermek diye düşündü. Telefonunu çıkarıp son bir kapıya baktıktan sonra, 155’i
tuşladı. Telefon üçüncü çalışında açıldı. Bir ses, “155 Polis İmdat, buyurun, size nasıl
yardımcı olabilirim?” dedi.
–Evladım, bir ihbarda bulunacağım ama neresinden başlayacağımı bilmiyorum.
–Buyurun beyefendi, isminizi söyler misiniz?
–Mehmet, Mehmet Akar.
–Nereden arıyorsunuz Mehmet Bey?
–Yedikule’den arıyorum
Memur, “Amca Yedikule’nin neresinden arıyorsunuz?” diye az biraz sesini yükselterek sordu.
Sesinden bıkkınlık okunuyordu.
–Altın Kapı’nın oradan arıyorum.
–Buyurun ne şikayetiniz var Mehmet Bey? Sizi dinliyorum, deyince içinden ah şu
prostat, diye geçirdi ama tabii müzmin derdini söylemedi.
–Evladım, ben Altın Kapı’nın önündeyim, bu kapıda iki tane adam ters yüz asılmış.
–Amca dediğinden bir şey anlayamadım.
–Oğlum içerideki Altın Kapı’nın büyük olanının önündeyim. Burada, kapıya asılı iki
tane adam var.
–Adamlar yaşıyor mu amca?
–Bilmiyorum çivi ile kapının mermerlerine çakılmışlar.
–Amca, sizin isminiz Mehmet Akar’dı değil mi?
–Evet evladım, Yedikule Hisarı Camii’nin müezziniyim.
–Müezzin mi?
–Evet, sabah namazından, camiden eve dönüyordum.
–Siz hala orada mısınız?
–Evet, kapının önündeyim. Ha, bir de her iki adam da altın suyuna batırılıp çıkarılmış
gibi altlarında da karpuz, kavun büyüklüğünde bir top asılı.
–Mehmet Bey bu telefon, sizin telefonunuz mu?
–Evet, ne var ki? Ya, bak evladım söylenenlere inanmak zor, biliyorum. Ama aha,
karşımdalar. Gelin, bakın, kendiniz görün.
–Sizden başka sokakta kimse yok mu?
–Oğlum sen burayı pek bilmiyorsun herhalde. Ben Büyük Altın Kapı’nın önündeyim;
sokaktan, caddeden burası gözükmez. Öndeki küçük Altın Kapı gerelti olur.
–Tamam amca, siz sokağa doğru çıkın, ben şimdi bir devriye yönlendireceğim, siz
onları karşılayın.
–Tamam caddeye çıkıyorum, deyip son bir kez kapıya baktı.
Her şey karşısında aynen duruyordu. Buradan polisleri karşılayabilir miyim diye düşünse de
caddeye çıkmak en iyisiydi ve öyle de yaptı. On dakika geçmedi, bir ticari araba yanında
durdu.
–Hemşehrim bakar mısın? Polis çağıran sen misin?
–Evet kardeş, siz polis misiniz?
–Evet dayı, hayrola, nerede şu asılı olanlar?
–Arabayı bakın şurada park edin, göstereyim, deyip yıkık duvara doğru yöneldi.
Polisler arkadan, o önden, yıkık duvarı aşınca eliyle kapıdaki o inanılmaz manzarayı
gösterdi.
–Bakın işte karşıda.
Kapıdaki görüntüyü gören polis, küfrü basarak kapıya doğru yöneldi. Her ikisi de kendi
arasında hem konuşuyor hem de hayretlerini, argo kelimelere döküyorlardı.
–Amca ne zaman gördün bunları?
–On, on beş dakika önce.
–Tanıyon mu bunları?
–Yok kardeşim, nereden tanıyayım?
–Hani mahalleden falansa yani.
–Yok, zaten kimin kim olduğu belli bile değil, altına boyamışlar mübarekleri.
Muhammed, “Bu ne ya, bu nasıl bir şeydir kardeşim?” dese de Ahmet çoktan merkezi arayıp
gördüklerini anlatmaya başlamıştı. Karşısındaki manzara, bildiği kodların hiçbiriyle tarif
edilemiyordu ve o da aynen gördüğünü tasvirliyordu. Karşıdan nasıl sorular geliyorsa gitgide
sinirlenen Ahmet, senli benli konuşmalara başlamıştı ki diğer polis, “Ahmet kapat ya, ben
telefondan başkomiseri arıyorum kapat!” deyip başı yukarıda, hemen telefona sarıldı.
“Amirim, ben Muhammed günaydın, pazar pazar bu saatte aradım ama…” diye başladı
anlatmaya…
9 Nisan 2023 06.25 Kudüs
Amir Müdür, aracını Altın Kapı’ya en yakın park edebileceği yere gelerek merkezin iki sivil
ekibinin yanına, Altın Kapı’nın oraya yöneldi. İshak, Amir kapıya yaklaşmadan kendisini
görünce yanına doğru gelmeye başladı.
–Ne iştir İshak, nedir bu olanlar?
–Sormayın müdürüm, şaşkınlıktan küçük dilimi yuttum; durum berbat.
Müdür, Zeytin Dağı’ndaki kalabalığa bakarak “Bunların nereden haberi olmuş? Ne zaman
geldiler oraya?” diye sordu.
–Üç beş kişilerdi ama sayıları her dakika çoğalıyor, derken Amir Müdür kapıdaki
görüntüye baktı.
–Hay ananı! Bu da ne böyle?
Yılların tecrübeli müdürü Amir, gördüğü tablo karşısında donup kalmıştı. Bir süre öylece
baktıktan sonra silkelenip kendine geldi. Shlomoh ve diğer polisler de yanına gelince nihayet
konuşabildi.
–Kim bulmuş bunları?
–Şuradaki iki genç.
–Tanıyorlar mıymış?
–Yok müdürüm.
–Etrafa baktınız mı, bir not, bir mesaj falan var mı?
–Yok müdürüm, göze çarpan bir şey yok.
–Merkeze sordunuz mu? Herhangi bir arayan falan var mı?
–Sormadık müdürüm, sizi bekledik.
–Ölüler, değil mi?
–Öyle gözüküyor müdürüm, baktığımızdan beri en küçük bir hareket görmedik.
–Gençler bulduklarında görmüşler mi?
–Sormadık müdürüm.
–Sokacağım yapacağınız işe, git sor hemen. Allah’ım bu nasıl iş ya? Anasını da
avradını da böyle bayramı da böyle işi de! Oğlum çekil oradan, yaklaşmayın, siz de çekilin.
Geriye, herkes geriye, diyerek telefona sarıldı, gözünü kapıdaki cesetlerden ayıramıyordu.
–Alo müdürüm, günaydın. Altın Kapı’da çok vahim bir durum var. Kırmızı alarm.
Kısa ve öz bir şekilde durumu anlattıktan sonra “Siz mi ararsınız yoksa ben mi? Tamam sizin
aramanız daha uygun. Emredersiniz.” diye telefonu kapatıp tekrardan başka bir numarayı
çevirdi.
–Alo, ben Müdür Amir. Altın Kapı civarı Müslüman çeyreği için kırmızı, Hristiyan
çeyreğine turuncu alarm verin. Tüm birimler görev yerlerine.
Telefonu kapatıp tekrar başka bir numarayı çevirdi.
–Şalom Leyla, bomba imha, tam teşekkül Altın Kapı’ya ve cinayet masası da. Ha, bir
de şu Zeytin Dağı’na çok acil müdahale gönderin, orası fokurdamaya başladı.
Telefon elinde tekrardan kapıya baktı.
–Bu nasıl bir şey ya? Hay anasını! Sigara da almamışım yanıma. Hop, gençler!
Sigarası olan var mı?
Amir hem ısrarla ceplerini yokluyor hem de kapıdaki manzarayı inceliyordu.
–Bende var müdürüm, dedi Shlomoh.
Cebinden sigarayı çıkarıp yakarken Amir, “Salak gibi emekli olmadım, al paparayı! Bayram
günü, şu halimize bak.” dedi.
–Vallahi müdürüm, zaten üç gündür yok kutsal perşembe, yok cuma, canımız çıktı.
Dün geceyi saymıyorum bile ama bu başka bir şey, benim aklım almadı, deyince müdür
Shlomoh’u şöyle bir süzdü. Kendisini gıyabında iyi tanırdı; ipsiz sapsız, vurdumduymaz bir
tip olsa da akıllı bir adam olduğunu bilirdi.
–Ben de senin gibi düşünüyorum, sence o cesetlerden sarkan bomba mı?
–Emin değilim ama bombadan öte bir şey bence, bu çok sıra dışı bir durum; sanki
uzaylılar gelip de yapmışlar.
–Oha Shlomoh! Bir uzaylılarımız eksikti, onu da nereden çıkardın?
–Müdürüm siz henüz çok yaklaşmadınız ama ben sizi beklerken bayağı yakından
inceledim. Ellerini, ayaklarını çaktıkları çiviler, taşların ortalarına çakılmış; taşların birleştikleri
yerlere değil.
–Vallahi mi, iyi baktın mı?
–Baktım müdürüm, her iki cesedin de bu kadar simetrik olması bana garip gelmişti.
Dikkatli bakınca çivilerin koca mermer bloklarının içine çakıldığını fark ettim, sizce bu nasıl
mümkün olabilir?
–Bilmem matkapla falan delmişlerdir belki de.
–Mümkün değil, o delikleri matkapla delseler ortalık ayağa kalkardı ve nasıl delersen
del o iki kişiyi, oraya sabitleyemezsin. Bugünün teknolojisi ile bile şu simetrik asılmaya
günlerce çalışman lazım.
–Ya dur oğlum, zaten ödüm bokuma karıştı, beni daha da korkutma. Olay yeri gelsin,
mutlaka bir açıklama yaparlar.
–İnşallah müdürüm.
İshak elinde cep telefonuyla geldi ve “Müdürüm bakar mısınız? Görüntü Youtube’a düşmüş.”
dedi. Amir öfkeyle sigarayı yere atıp İshak’ın telefonunu elinden aldı.
–Hay, anasını sikeyim! Kim atmış, ne zaman haberleri olmuş?
–Görüntüyü izlerseniz anlayacaksınız, bu açıya göre Zeytin Dağı’ndan çekilmiş.
–Allah’ım çıldıracağım, hemen kaldırtmamız lazım.
–Müdürüm çok geç, şu anda çığ gibi paylaşılıyor. Şimdiden izlenmesi on binleri
bulmuş.
Derken müdür tekrar telefonuna sarıldı. “Alo Leyla, bilişimi ara Youtube’da bir video
var. Altın Kapı ile ilgili. Ne yapıp yapsınlar, derhal o videoyu kaldırsınlar… Umurumda değil,
derhal diyorum. İstihbaratı, Mossad’ı ara, derhal!” diyerek telefonu kapattı.
–Sigara ya, sigara verin bana, derken siren sesleri sabahın tüm ahengini bozmuştu.
Sokaklarda, mahallelerde, evlerin arasından her yere yönelmiş bir sürü resmi ve en az
resmiler kadar da sivil ekip, Kudüs’ün Hristiyan ve Müslüman mahallelerini abluka altına
almaya başlamıştı. İlk belirtiler, Zeytin Dağı’nın seyir tepesinden çıplak gözle bile
görülebiliyordu. Pek fazla geçmeden bir helikopter, Kudüs’ün Tapınak Tepesi’nin üzerinde
gürültü ile uçmaya başladı. Bir kavis çizerek Altın Kapı’nın karşısına gelip sağa sola, ileri geri
hareket ederek görüntü alıyordu.
9 Nisan 2023 Pazar 07.15 İstanbul
Yedikule’nin küçük Altın Kapısı’nın önü, resmi ve sivil polis araçları ile dolmuştu. Dış duvarın
yıkık olan yeri daha da yıkılıp en az yarım metre daha aşağıya inmişti. Duvarın üzeri karınca
kolonisinin otobanına dönmüştü. Herkes birbirini düşürmeden duvardan diğer tarafa geçiyor,
bazıları da koşuşturma içinde bu tarafa zıplıyorlardı. Büyük Altın Kapı’nın önü ise uzun
süreden beri görmediği kadar insanı karşısında görüyordu.
Eskiden imparatorların bir ülke fethettiklerinde, yani bir savaş kazandıklarında kullandıkları
Altın Kapı, kalabalığa alışkın olsa da bugün her geçen dakika biraz daha kalabalıklaşıyordu.
Adeta küçük ve büyük kapının duvarlarından polis telsizlerinin vızıltıları yankılanıyordu.
Fazla geçmeden İstanbul Emniyet Müdürü de tüm heybetiyle yıkık duvarın üzerinde
göründü. Düşmesin diye kendini tutmaya çalışan polise, “Ekrem, söyle yıksınlar burayı, birisi
düşüp bir yerini kırmadan.” diye talimat verdi.
–Emredersiniz müdürüm, deyip söyleneni uygulamak için duvarın gerisinde kaldı.
Müdürü görünce kalabalığın uğultusunun desibeli bir anda düşüverdi. Herkes kendine
çekidüzen verdi. Bu saatte İstanbul Emniyet Müdürü’nün bir olay yerinde görülmesi pek sık
rastlanacak bir şey olmasa da nedense kimse şaşırmadı. Müdür, bomba ekibinin gelip
gelmediğini sordu.
Tam yolda olduklarını öğrenmişti ki genç bir polisin elindeki telefonla “Müdürüm müdürüm!”
diye tüm teamülleri yıkarak kendisine doğru geldiğini gördü. Herkes bağıran genç polise
bakıyordu.
–Müdürüm özür dilerim ama Youtube’a düşen şu videoyu izlemelisiniz, deyip izlediği
videoyu başa alarak ekranı müdüre doğru çevirdi.
Video oynamaya başladığında tarihi bir kentte aynen bu kapıya benzeyen bir başka kapıda
iki tane, yine buradaki asılı olan cesetler gibi altın renginde, ters düz asılmış iki tane adam
gözüküyordu. Onların da aşağısında sallanan, iri bir kavun büyüklüğünde, iki topa benzer,
metalik bir şey asılıydı. Müdür, “Neresiymiş burası? Bu video ne zaman yayınlanmış?” diye
sordu. “On dakika önce yayınlanmış; burası Kudüs diyorlar. Golden Gate, yani Altın Kapı.”
deyince bir uğultu tüm meydanı sardı.
–Kudüs mü? Orada da mı Altın Kapı varmış?
–Evet müdürüm. Hem de bayağı ünlü bir kapı.
Müdürün yanındaki amirlerden biri, “Müdürüm, Mesih’in Kudüs’e giriş yapacağı kapalı kapı.”
dedi, bir başkası da “Mesih ile Mehdi’nin buluşup Deccal’e savaş açacakları kapı.” diye
yanıtladı. Bir diğeri, “Meryem’in müjdeli doğum haberini aldıktan sonra aile bireyleri ile bir
araya geldiği kapı.”, bir diğeri, “Mahşerde sırat köprüsünün kurulacağı yer.” deyince müdür,
“Of, anladık anladık da şimdi orayla burası ne alaka? Yani ikisinin de adı Altın Kapı. Başka
ne benzerliği var Allah aşkına? Adamların kapısı, her türlü inancın merkezi; bizimkisi
ayyaşın, sarhoşun, tinercinin yeri… İsimlerinden başka ne benzerliği var ki?” diye sordu.
Yaşlı bir başkomiser, “Müdürüm biz anlamlandıramasak da birileri bir benzerlik bulmuş,
böyle bir şey tesadüf olmaz.” diye söze girdi.
Emniyet Müdürü kapıya daha da yaklaşarak olayı kendince incelemeye başladı, yüzü
şekilden şekile giriyordu.
–Çabuk olay yeri ilk bulguları çıkarsın, şu bomba ekibi de gelsin artık. Hadi, çabuk!
Dışarıya önlem alın, bizimki de Youtube veya başka bir yere düşmesin. Hop! O telefona
fotoğraf çekenler! Derhal o fotoğrafları, videoları silin! Eğer en küçük bir sızıntı olursa
yapanın canını fena yakarım, bilesiniz. Buradan dışarıya sinek uçmayacak. Bölgeyi kordon
altına alın. Mahalle giriş çıkışlarında uygulama yapılsın. Radyocu, televizyoncu, gazeteci
görmek istemiyorum. Alo, herkes anladı mı?
Sıkıyorsa anlamasınlar, bizimkiler öyle İsrailliler gibi üç kelime ile görev taksimi yapmazlar
ama üç kelime ile gerekeni yapıverirler.
–Oğlum açılın şöyle, tüm bu iki duvar arası olay yeri. Gereksizler, meraklılar dolanıp
durmasınlar ayak altında!
–Müdürüm olay yeri geldi.
–Tamam, hemen başlasınlar, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmasınlar.
–Hasan, İsrail’in İstanbul Konsolosluğu ile bağlantıya geç… Yok, önce Vali Bey’i ara.
–Emredersiniz müdürüm.
Vali üçüncü aramada anca telefona cevap verdi.
–Sayın Vali’m pazar günü rahatsız ettim ama Yedikule’de acayip bir durum var,
buraya ivedilikle gelmenizi salık veririm.
–Hayrola, nedir bu acayip dediğin şey müdürüm?
–Sayın Vali’m, açıklaması zor, deyip kısacık bir özet geçti; İsrail’den de bahsedince
Vali, “Hemen geliyorum müdürüm. Siz sayın bakana da bilgi veriniz.” diye yanıt verdi.
–Bu saatte mi?
–Bence geçen her bir dakika önemli ve bu, uluslararası bir sorun gibi gözüküyor.
Çekinmeyin, arayın; orada olan sizsiniz, siz daha iyi izahat verebilirsiniz diye düşünüyorum.
Ben de hemen oraya geliyorum, deyip telefonu kapattı.
–Saat kaç ya?
–Sekize geliyor.
“Alo, sayın bakanım, pazar sabahı sizi rahatsız etmek istemezdim lakin…” diye söze
başlayan müdür, normalde herkese bağırıp çağıran bir aslanken şimdi bambaşka bir kişiliğe
bürünerek olayın özetini bakana anlatıyordu. Telefonu kapatır kapatmaz gerçek kimliğine
bürünüverdi.
–Oğlum söyleyin olay yeri incelemeye, yarım saatleri var. Yarım saat sonra ilk
bulgularını duymak istiyorum. Şurada da oturup çalışabileceğimiz bir yer bulun. Hadi, birileri
bir çay demlesin. Bu bomba ekibi nerde kaldı? Fizan’dan mı geliyor bunlar? Şu İsraillilerinkini
bilgisayara aktarıp inceleyin bakalım, nesi benziyor? Hadi ya, çalışıp üretin, her şeyi ben mi
söyleyeceğim size? Hadi kaldırın kıçınızı!
–Efendim bomba ekibi de geldi.
–Oo, hoş geldiniz ağalar, pazar pazar rahatsızlık verdik.
Ekip niye fırça yediklerini anlamadan ekipmanları ile birlikte gösterilen yere doğru
koşturdular.
–Kim bulmuş bunları?
–Camiden dönen bir müezzin efendim.
–Onun ne işi varmış bu arada?
–Prostatı varmış efendim, acil durum yani.
–Niye, camide tuvalet yok muymuş?
–Sabahın ayazının gazabına uğramış efendim.
–Neyse iyi ki o bulmuş yoksa başka bir zibidi bulsa şimdi medyadaydık, işin yoksa
onlara dert anlat. Şimdi artık millet ota boka video, fotoğraf çekip sosyal medyaya atıyor
tıklanmak için. Tıklanınca ne oluyorsa? Bizim İsrailliler ne alemde, videoyu kaldırmışlar mı?
Müdür etrafına baktı, soru bilmediği yerden gelmişti. Biraz önceki genç polis, “Kaldırdılar
ama nafile. Bir milyondan fazla tıklanma var, bugünün en çok tıklananı. Bir de müdürüm,
acayip yorumlar var. Video, domino taşı etkisi yaptı, dünyanın her yerinde hareketlenmeler
var diyorlar.” dedi.
–Nasıl yani?
–Efendim, saat daha sekiz, pazar günü, üstelik paskalya. Daha bu saatte bu kadar
tıklanma, yorum yapılıyorsa öğlene yer yerinden oynar diye düşünüyorum.
–Ne diyorlar peki?
–Ne demiyorlar ki? Dünyanın sonu diyen de var, Mesih’in geleceği gün diyen de.
Daha ilk saatinde olay çığırından çıktı. Tecrübelerimden, kişisel düşüncem bu işin sonu kötü
müdürüm.
–Ne tecrübesi imiş bu?
–Efendim ben bilgisayar mühendisiyim, yazılımcıyım yani. İnternete yakınlığım, özel
ilgim vardır. Bu kadar kısa zamanda bu kadar hareketlilik görmedim. Yorumlar inanılmaz.
–Çocuk haklı beyler, durum çok ciddi olacağa benziyor. Mahalleyi kapatın, kuş
uçurmayın, bu işin sonu pek hayırlı değil. Ya, çağırın şu olay yerinin amirini!
Yandaki polislerden biri hemen amiri çağırmak için kapıya yöneldi. Bir dakika geçmedi ki
bembeyaz kar tulumlarının içinde başkomiser geldi.
–Başkomiser İrfan, emredin müdürüm.
–İrfan, nedir bu? Anlat hele.
–Müdürüm henüz pek inceleme yapamadık ki.
–Biliyorum kardeşim, daha yeni geldiniz ama sen şu ana kadar gördüklerini bir anlat
hele.
–Müdürüm maktuller iki kişi, önde olan erkek, arkada ters çevrili olan kadın.
–Kadın mı? Biz onu da erkek zannettik.
–Evet, görünüşü erkeğe benzese de arkadaki ters çevrili olan kadın, her ikisi de el ve
ayaklarından duvarlara çivilenmiş. Muhteşem bir simetride çivilenmiş olmalarının yanında
asıl inanılmaz olan, çiviler direkt mermer bloklara çakılmış.
–Ne demek şimdi o?
–Şu demek, arz edeyim; böyle bir şeyin yapılabilmesi mümkün değil.
–Niyeymiş o?
–Mermeri delecek bir çivi icat edilmedi de ondan.
–Niye, matkapla delinmiş olamaz mı?
–Olabilir ama bu kadar ince bir işçilik mümkün değil. Hele o yükseklikte… Herhangi
bir iskele falan kurmadan, bölgeyi ayağa kaldırmadan… Altın suyuna batırılmışlar. Her ikisi
de yirmili yaştalar. Oğlan sünnetsiz, bedensel biçimleri kuzeyli bir ülkeden gibi gözüküyor,
derken bomba imha ekibinin başkomiseri apar topar topluluğun içine daldı.
–Müdürüm altta sallanan top, bomba.
–Olmasa şaşardım zaten.
–Efendim çok yoğun radyoaktif madde salınımı var, pek bizim bildiğimiz bombalardan
değil.
–Ne demek şimdi bu?
–Nükleer bomba olma ihtimali yüksek, tespit ettiğimiz radyoaktif salınıma göre.
–Ne diyorsun sen, nükleer bomba mı?
–Evet müdürüm hatta eminim.
–Aman Allah’ım, nasıl bir şeyin içine düştük biz? Peki, etkisiz hale getiremez misiniz?
–Efendim pek bizim uğraş alanımıza girmiyor, çok bambaşka bir şey. Titanyum
kalıbın içinde, ben bunca yıl böyle bir şey ne duydum ne de gördüm. Ama araştırıyoruz.
İncelememiz devam ediyor.
O esnada bomba imha ekibinden bir polis koşarak gruba yaklaştı.
–Başkomiserim, drone üst tarafta bir sayaç tespit etti, çok küçük ama geriye doğru
işleyen bir saat var.
–Saat mi var?
–Evet müdürüm, şu an 13.47’den geriye doğru gidiyor.
–13.47 ha, o zaman akşam saat 22:00’da sıfırlayacak, dedi başkomiser.
–Akşam saat onda mı?
–Doğrudur müdürüm, dedi başkomiser. Müdür çok istemişti böyle bir sonuç
çıkmamasını ama altıncı his denilen şey, içinden hep bomba bomba diyordu. Ama nükleer
hiç dememişti, aklının ucundan bile geçmemişti, bu yüzden de işin rengi şimdi bir anda
değişivermişti.
–Ahsan Müdürüm, hemen İstanbul İsrail maslahatgüzarını bulun çabuk. Hadi
aslanlarım, siz de işinizin başına! Bir çözüm bulmadan yanıma gelmeyin, hadi.
İşte bu; emir, demiri keser hadisesiydi. Çözüm ne? Neden belli değildi ki çözüm belli olsun
Müdür Bey peh!
–Efendim maslahatgüzara ulaşamıyoruz.
–Ulaşın efendim! Cehennemin dibinde bile olsa ulaşın. Ya birileri bir çay bulup gelsin.
Bir çay için müdürlüğümü vereceğim ya, bir çay…
Müdür sessizliğe bürünmüştü, yalnızca müdür mü, herkes… Nükleer ne demek oluyordu?
Nükleer… Ne kadar nükleer? Adı bile insanın ödünü patlatmaya yetiyordu. Japonya’nın iki
kentine atılan bombaların o zamanki büyüklüğü akla gelince… O zamandan bu zamana
neredeyse yetmiş beş seksen yıl geçmişti ve şimdiki teknoloji inanılmazdı. II. Dünya
Savaşı’nda odalara sığmayan bilgisayarlar, bugün her insanın telefonunun içinde, göt
ceplerinde. Zamanında koca kenti yok eden nükleer bomba, yaklaşık 60 kiloluksa bunca
yıldan sonra şu karpuz büyüklüğündeki nükleer bomba belki de tüm İstanbul’u silip
süpürecek güçteydi. Allah’ım, ne olacak şimdi? Çocuklarım, torunlarım, tüm ailem,
İstanbul’da. Dahası neredeyse yirmi milyon insan… Müdür oturduğu sandalyeden kalktığı
gibi kravatını söküp attı.
–Hasan, beyefendiye bağla hemen.
–Emredersiniz efendim.
İki çalışta beyefendinin yaverlerinden biri çıktı. İstanbul Emniyet Müdürü’nün kendisi ile acil
görüşme talebinin olduğu bildirildi.
9 Nisan 2023 Pazar 08.20 Kudüs
–Efendim bu kararı çok acil olarak almak durumdaydık. Başka bir yol yoktu.
–Ne demek acil olarak almak zorundaydık, biz eşek başı mıyız? Kudüs’te paskalya
günü kırmızı alarm veriyorsun ve benim bu karardan sonradan haberim oluyor, haşmetlim
sen ne yaptığının farkında mısın?
–Polislik içgüdüsü diyebilirsiniz.
–Başlarım senin polislik içgüdüne. Yirmi dakikada on tane telefon geldi. Papa aradı
kardeşim ne oluyor diye, papa! Vatikan’dan aradılar. Adamların durumdan benden önce
haberi olmuş, var mı böyle bir şey?
Konuşan Kudüs Valisi’ydi ve adam yataktan bir kabusun içerisinde uyanmıştı. Emniyet
müdürüne ateş püskürüyordu.
–Bakın beyefendi, her şey çok hızlı gelişti ve size de ulaşamayınca ani kararlar
almak durumunda kaldık, işin özeti bu.
–Kardeşim diğerleri nasıl ulaştı, onu soruyorum size, diye devam ediyordu ki emniyet
müdürünün odasına karga tulumba yardımcıları girdi.
“Beyefendi bir saniye lütfen.” diyerek odasına dalanlara baktı.
–Ne var telefonla konuşuyorum, görmüyor musunuz?
–Müdürüm helikopterden ilk analizler geldi; cesetlerdeki asılı şey bomba hem de
nükleer bomba.
–Ne? Nükleer mi?
–Evet efendim, ilk bulgular nükleer bomba olduğu yönünde. Cisimde radyoaktivite
tespit edildi.
–Hay anasını! Nedir bu ya?
Bir an gözü açık telefona takıldı. “Duydun mu vali efendi, kapıda asılı cesetlere nükleer
bomba takmışlar, duydun mu?” deyip küfürü bastı. On dakikadır niye kırmızı alarm verdin
diye kendisine hesap soran Vali’ye içgüdünün ne olduğunu haykırmıştı ve telefonu adamın
suratına dan diye kapattı.
–İyi baktınız mı, bir yanlışlık olmasın?
–Baktık efendim, yanlışlık söz konusu değil.
–Allah kahretsin ya! Hem de paskalyada! Hemen ekipler karadan da gerekli
çalışmaları yapsınlar, kriz masası oluşturun oğlum. Beni şu koduğumun valisine tekrar bağla!
–Vali Bey, siz de duydunuz bomba, nükleermiş. Siz hükümette ilgili kişilere haber
verirseniz derhal birinci dereceden kriz masası oluşturmamız gerekiyor. Kırmızı alarmı tüm
Kudüs’e vermeyi öneriyorum ama karar sizin.
Müdür, Vali’ye doksandan gol atmıştı. Kendisini Müslüman ve Hristiyan çeyreğinde kırmızı
alarm verdi diye eleştiren Vali, bakalım şimdi ne yapacaktı?
–Müdürüm İstanbul’da da bir şeyler oluyormuş, dinlemeye takılmışlar.
–Ya bana ne İstanbul’dan?
–Durum öyle değil, olay bizimkine benziyormuş.
–Ne alaka, nasıl bizimkine benziyormuş?
–İlk gelen istihbarata göre İstanbul’da, Yedikule Zindanları diye tarihi bir yerde,
bizimkine benzer iki kişi, yine Altın Kapı adı verilen tarihi bir kapıda asılı bulunmuş.
–Yedikule Zindanları’nı biliyorum, gezmiştim. Orada da mı Altın Kapı varmış?
–Evet ve kapıda iki ceset asılıymış; tarifle gelen ilk haberler bizimkiyle aynı olduğu
yönünde.
–İyi de mantık bunun neresinde? İstanbul nere, Kudüs nere?
–Bilmiyoruz müdürüm ama mutlak bir bağlantı var, bulacağız.
–Haber kaynağı neresi, istihbarattan mı?
–Hem istihbarat hem de İstanbul maslahatgüzarı. Her ikisi de birbirleriyle uyuşup
örtüşüyor.
–Hemen beni maslahatgüzara bağlayın.
–Başüstüne, deyip odadan çıktı; iki dakika geçmemişti ki telefonun karşısında
İstanbul maslahatgüzarı vardı. Tam “Alo, sayın elçi, Kudüs’teki Altın Kapı olayından
haberiniz vardır…” diyordu ki karşı ses, “Evet, Youtube’dan seyrettim,” deyince müdürün tüm
sinirleri bir anda hopladı. Benzer olay için İstanbul’la elçiliği ararken Kudüs’teki olayı herkes
Youtube’dan seyretmişti.
–Peki, aynı durum İstanbul’da da varmış herhalde.
–Evet Müdür Bey, İstanbul Emniyet Müdürü aradı, sizinle bağlantıya geçip iş birliği
yapmak istiyorlar. Ben de sizi arayacaktım. Anlattıklarına göre olay bizdeki ile
benzeşiyor.
–Peki, onlar hiç bombadan falan bahsettiler mi?
–Hayır, öyle bir şey demediler ama sesi çok tedirgindi, bizimkinde bomba mı var?
–Çok gizli bir bilgi ama ilk tespitlere göre evet hem de nükleer.
–Yapma ya!
–Öyle.
–Müdürüm, ben kendileri ile konuşup direkt telefonunuzu vereceğim, sizin için de
uygunsa.
–Elbette, onların elinde ne var, hemen duymak isterim.
–Tamam, ben kapatır kapatmaz kendilerini arayacağım.
On dakika geçmeden İstanbul Emniyet Müdürü aradı. Akıcı bir aksan ile “Sayın meslektaşım
iyi günler, iyi paskalyalar diyeceğim ama tahminim siz de bizim gibi güne pek iyi
başlamadınız.” dedi.
–Evet beyefendi, ne yazık ki öyle oldu. Sizinkinde de bomba var mı? Nükleer…
Müdürler tüm teamülleri bir kenara koymuş, en berbat sorudan balıklama başlamışlardı.
–İlk bulgulara göre evet var, sizde var mı?
–Bizde iki tane var. Her biri, bir cesette.
Bir an iki taraf da kısa bir sessizliğe büründü. İlk konuşan İstanbul oldu.
–Olaylar benzeşiyor, tüm göstergeler aynı ibreyi gösteriyor. İş birliği yapmamızın iyi
olacağını düşünüyorum.
–Aynen ben de lakin sizinki nasıl bir durum? Nasıl bir benzerlik var? Malum bizimkini
dünya gördü ama sizinki hakkında hiçbir malumatımız yok.
–Beyefendi ben sizin videoyu seyrettim, şimdi bizimkini de size yollattıracağım;
seyrettiğinizde neredeyse bire bir örtüştüğünü göreceksiniz. Aradaki tek fark, bizim cesetler
üst üste çivilenmiş, sizde de bir değil; iki bomba var. Şimdi hemen gönderttiriyorum. Sizden
istirhamım, özellikle bomba incelemesinde bulgularınızı ivedilikle bizimle paylaşmanız.
Sonuçta nükleer konusunda siz, bizden daha donanımlısınız. Ha, bir de sizin zaman kaçtan
geriye doğru gidiyor?
–Zaman saati mi?
–Evet, sizdeki zaman ayarlı değil mi?
–Bilmem, kimse böyle bir şey demedi.
–Müdürüm bizdekinin üst tarafında çok küçük de olsa zaman ayarlı, geriye doğru
işleyen bir saat var. İyisi mi siz bir daha baktırın, bombaların sağ üst tarafında.
–Tamam, hemen baktıracağım. Peki, ne kadar zaman var?
–Süre akşam onda sıfırlanıyor.
–Yapmayın ya! Müdürüm tüm bulguları lütfen paylaşalım. Ortak bir kriz masası
oluşturalım.
–Aynı fikirdeyim, iletişimi açık tutalım, görüşmek üzere, deyip telefonu kapattılar.
Müdür odadakilere, “Duydunuz değil mi? Geriye işleyen saat… Bizimkilere tekrar hatırlatın,
sağ üst köşede diyor.” dedi.
–Hassiktir! Görüntü geldi. Adam haklı, bu aynı manyağın işi. Hay anasını, bu ne ya?
Kalkın ya! Bu, buradan olmayacak; kriz yönetim odasına gidiyoruz. Şu iki görüntüyü hemen
ana ekranlara bire bir ölçekte, yan yana koysunlar. Hadi hadi!
Daha odaya yeni adım atmışlardı ki istihbaratçılardan biri koşarak müdüre doğru geldi.
–Türkler doğru söylüyormuş müdürüm. Her iki bombada da geriye doğru işleyen saat
var. Helikopterden tam görüntüye girmemiş. Drone ile tespit ettik, deyince müdür bir anda
coştu.
–Başlayacağım yapacağınız işe! Yok helikopterden yeterli acıya girmemiş de yok
anasının siki varmış da! Siz ne yapıyorsunuz ya? Milyon dolarlık aygıtlarla yapamadığınızı
adamlar üç kuruşluk dronelarla yapıyorlar, bu nasıl beceriksizliktir? Herifler Suriye’de,
Karabağ’da da o kıç kadar dronelarla neler yaptılar? Ya neyse! Zaten asabım bozuk, şimdi
birilerinden çıkaracağım tüm hıncımı!
Bir anda saatin kaçtan geriye çalıştığını sormayı unuttuğunu hatırladı.
–Saat kaçtan geri sayıyormuş?
–Bana söyledikleri, gece yarısı saat on ikide sıfırlanacak şekilde ayarlanmış.
–Gece yarısı mı? Türk müdür akşam on demişti, iyi bakmışlar mı?
–Bilmiyorum müdürüm, bana söyledikleri gece yarısı on iki.
–Ara şunları, bir daha kontrol etsinler! Çabuk ulan! Eğer bunda da bir yanlışlık
çıkarsa sizi o bombanın üstüne ben çivilerim!
–Yok müdürüm, yanlışlık yok! Gece yarısı saat on ikide sıfırlanıyor.
–Kızım Türk müdürü arayın hemen.
Eğer saatler doğruysa bu demek ki Türklere göre iki saatlik bir avansları vardı. Bu bir yönden
kötünün hatta en kötünün iyi bir haberiydi. İstanbul öncüydü. Yani çürük asma köprüden
önde yürüyen İstanbul’du. Ne olacaksa önce onlara olacaktı. Aradaki fark iki saatti ve bu iki
saatte duruma göre birçok şey yapılabilirdi. İstanbul patlarsa iki saatte Kudüs
boşaltılabilinirdi.
Şimdi durum eşitlenmiş hatta kendilerinin pozisyonu daha avantajlı duruma geçmişti.
Onlarda iki bomba olmasına rağmen her ne olacaksa İstanbul iki saat önce tanışacaktı. Eğer
bu iki durumdan birini tercih etme şansı verilseydi yani tek bomba iki saat önce mi yoksa çift
bomba iki saat sonra mı diye, tereddütsüz ikinci seçeneği seçerdi. Birden kendisini böyle
saçma sapan düşünceler arasında bulduğu için sinir oldu. Adamlar iş birliği yapalım, beraber
çalışalım, aynı kader ipiyle bağlanmışız diyorken o neler düşünüyordu. Sıranın gelmesini
beklerken kendinden önce idam edilen arkadaşının ölümünü izleyen mahkumun durumuna
benziyordu ve o, bundan bir şeyler çıkarmaya çalışıyordu. Bir yönden haksız da değildi hani,
inşallah olmaz da kötü bir sonuç ortaya çıkarsa önce İstanbul’da olmak zorundaydı, oradaki
görüntüye göre pozisyon alınıp alternatifler geliştirilebilirdi. Yani bu da tartışmasız kendilerini
daha avantajlı duruma sokuyordu.
–Alo, müdürüm siz akşam on demiştiniz, değil mi?
–Evet efendim, akşam onda saat sıfırlanıyor, siz buldunuz mu? Sizinkilerde de saat
var mı?
–Bulduk efendim, bizim her iki bombada da geriye işleyen saat var ve gece yarısı
saat on ikide sıfırlanıyor.
–On ikide mi?
–Öyle müdürüm, sizinkinden iki saat sonra.
–Anladım efendim anladım, deyip sessizliğe büründü.
Telefonu kapattıktan sonra kriz merkezine doğru, “Farklı bir bulgu var mı? Arkadaşlar
mobeselerden şüpheli bir durum bulan yok mu? Bakın pazartesi gününden bu yana tüm
mobeselerin didik didik taranmasını istiyorum ama asıl dün geceyi milim milim izleyeceksiniz,
bu herifler buraya zembille inmediler ya. Mutlaka bir iz, bir kıl tüy bırakmışlardır. Türkler
samanlıkta iğne aramak derler; o iğne, o samanlıkta bulunup karşıma getirilecek
9 Nisan 2023 09.10 İstanbul
İstanbul Emniyet Müdürü İsmet Bey, Kudüs’teki mevkidaşı ile telefon konuşmasını bitirir
bitirmez kendisini sandalyesine bırakmıştı. İki elini ensesinde birleştirerek karşısında
ekranları başında bir şeyler üretmeye çalışan personele manasızca göz gezdirdi, derinlere
dalıp gitmişti. Herkese bakıyordu ama kimseyi görmüyordu. İçindeki bir şeyler kendisini
sıkıyor, soluksuz bırakıyordu. Ayağı ile masadan destek alarak sağa, sola döndü. Masasının
üstüne baktı. Sonra da ekranında duran, iki farklı ülkedeki Altın Kapı’da asılı, altın renkli dört
cesedin oluşturduğu ikili kombinasyona baktı.
Cesetlerin altında sallanan oval titanyum bomba toplarını görünce midesi bulanıp başının
döndüğünü hissetti. Bir anda masanın üzerindeki boş çay bardağı dahil ne kadar kağıt,
kalem, eşya varsa sağ kolu ile yere boca edip ana avrat küfrederek ayağa kalktı. Müdür
kendini kaybetmişti. Herkes masadan yere saçılan ve özellikle de kırılan çay bardağının sesi
ile işi gücü bırakıp müdüre döndü. Müdür küfredip masayı yumrukluyor, adeta küçük bir sinir
krizi geçiriyordu. O ciddi, işinin erbabı, otoriter adamı şu ana kadar kimse böyle görmemişti.
Herkes birbirine bakarak gözleri ile ne olduğunu sorguluyordu. Müdür iki eli belinde, sırtını
camlı salona dönmüş, duvarla bir şeyler konuşuyor gibiydi. Odada veya salonda bulunan
hiçbir Allah’ın kulu cesaret edip de müdürüm ne oldu, neyiniz var, diyemiyordu ama kötü bir
şey olduğu gün gibi açıktı. En sonunda ona en yakın yardımcısı Hasan, bir şey diyecekken
müdür yüzü duvara dönük halde iki ellerini kaldırarak onu susturdu. Vücut diliyle az bir
zaman ver der gibiydi.
–Hasan beni beyefendiye bağla hemen.
Beyefendi dediği, Cumhurbaşkanı’ydı. Hat düştüğünde eliyle cam kapıyı kapatmasını işaret
etti ve kısa bir konuşma yaptılar. Telefonu kapatıp ayağa kalktı; kılığını kıyafetini üstünkörü
bir düzelttikten sonra kapıdan çıkıp salonu taradı, tüm salona hitaben söze başladı.
–Ahali herkes ne yapıyorsa bırakıp az bir ara verip diyeceklerimi can kulağı ile
dinlesin.
Müdür belli ki önemli bir şey söyleyecekti ama söze nereden başlayacağına karar vermeye
çalışıyordu.
–Arkadaşlar, biraz önce Kudüs’teki mevkidaşımla konuşmamdan öğrendim ki onların
her iki bombası da nükleermiş ve her iki bombada da bizimkindeki gibi geri sayan saat
varmış. Buraya kadar sıkıntı yok lakin onların saatleri gece yarısı on ikide sıfırlanıyormuş. Bu
da bizi kobay yapıyor, cesetleri oraya asan pezevenk bizi kobay olarak seçmiş. Zira bizim
saat akşam onda sıfırlanacak, yani adam diyor ki bak İstanbul’da tek bomba neler yaptı,
ayağınızı denk alın. İki bomba Kudüs’e neler yapar, bakın da görün. İşin özeti olarak benim
anladığım bu şekilde. Durumu Cumhurbaşkanı’na arz ettim; her türlü çalışma, tahkikat
yapma ve önlem yetkisini aldım. Bundan sonra İstanbul’daki her görevlinin görevi, bu olayı
aydınlatabilecek ipucu veya küçücük bir delil bulmak olacaktır. Tüm dikkat ve çabamızı bu
işin üzerine yoğunlaştıracağız, her mahallenin bekçileri, her karakolun her bir polis
merkezindeki memurları bu işin üzerine odaklanacak. Birileri şehrimize gelip, burnumuzun
dibine kadar girerek bu laneti kucağımıza bıraktı. Bomba olayının b’si dahi bu odadan
çıkmayacak; amacımız, o iki cesedi orayı asanları bulmak olacaktır. Her bir bilgi, altın
değerindedir, önemsiz hiçbir şey yoktur. Saçma bile olsa aklına bir şey gelen, en küçük bir
şeyden şüphelenen, sıra dışı bir olay, kişi gören, her ne olursa onu bulup ortaya çıkaracağız.
Samanlıkta iğne aramak gibi bir şey ama biz bu iğneyi bulmak zorundayız. Müdürler, tüm
polis merkezlerine bildirin. Hiçbir farklı olayın ehemmiyeti yoktur. İstanbul didik didik
aranacak, sorulup soruşturulacak. Ekipler üniversitelere gitsin. Tarihçiler, sosyologlar,
teologlar ve yararı olabilecek diğer bilim adamları ile görüşsünler, fotoğrafları gösterip bir
mesaj var mı bulmaya çalışsınlar. Anladınız değil mi? Gece yarısına on iki var, bu olayı on iki
saatten önce çözmemiz gerekiyor. Sizlere güveniyorum, hadi rastgele, deyip tüm
yardımcılarını odaya çağırdı. Onlara da İstanbul’un tüm polis merkezlerine bildirmeleri
gereken emir ve talimatları bildirdi. Genelkurmay Başkanlığı Harekat Merkezi’ni aradı.
Bombanın tahrip gücü ile ilgili uzmanların bir sonuca ulaşıp ulaşamadıkları konusunda
malumat aldı. Hala elde bir veri yoktu. Olay yeri araştırma ekibi başkanı, başkomiseri aradı,
onlar da ele gelir, ipucu olabilecek hiçbir şey bulamamışlardı.
Mahalledeki tüm evler, dükkanlar, sokaktan kaza ile geçen her vatandaş, ayaküstü
soruşturmaya alınmıştı ama tüm bunlardan en küçük bir şey bile çıkmamıştı.
İstihbarattan gelen haber de olumsuzdu. Dünyada Altın Kapı’sı olan başka şehirler de tespit
edilmişti. En ünlüsü Kiev’de, Hırvatistan’da, bir diğeri ise Rusya’da’ydı. Üç tane en ünlü Altın
Kapı’dan hiç birisinde en küçük bir vukuat yoktu. Olayın yalnızca İstanbul ve Kudüs’teki iki
Altın Kapı’da olduğu belirlenmişti.
Tüm şehir mobeseleri, dükkanlar, otogarlar, havaalanları, denizler… Kısacası her yer şu
anda ne aradıklarını bilmeyen ama bir şeyler bulmak zorunda olan polis memurları, taşrada
ise jandarma kolluk kuvvetleri tarafından didik didik inceleniyordu. İnsanın ne aradığını
bilmeden bir şey araması, sıra dışı bir şeyler bulmaya çalışması kadar zor bir durum
olamazdı; hele Türkiye gibi beynelmilel yaşayan Akdeniz halklarının olduğu bir memlekette.
Bu memlekette zaten sıra dışılık sıradanlaşmıştı. Çok sıcak diye havaya silah sıkan,
tarlasına giderken ayıyla karşılaşıp güreşen, hastanede yatarken siz bir de ayının halini
görseniz diyen insanların yaşadığı canım memleket… Ama yılların polislik mesleği ona bir
şey öğretmişti; en mükemmel denilen planın bile mutlaka bir açığı vardır. İşte şimdi bu açığı
bulmak ve oradan içeriye sızmak gerekiyordu. Tek mesele buydu, olmak veya olmamak, şu
an buna bağlıydı. İşin kötüsü bu kadar karmaşık bir durumda zamanla yarışmak
zorundaydılar. Uzatma dakikalarını oynamak gibi bir seçenek yoktu. Hiçbir ihbarı en
saçmasını bile kulak ardı yapma lüksleri yoktu; lamı cimi yok, mutlaka bir ipucu bulmak
zorundaydılar. Müdür muavinlerinden bir koşarak odaya geldi.
–Müdürüm, şimdi olay yerinden başkomiser aradı, ölü bildiğimiz cesetlerden, kız
yaşıyormuş.
–Ne, yaşıyor mu?
–Evet müdürüm, kız yaşıyormuş.
–Ulan bunca saat sonra mı farkına vardılar, ne yapıyor bu salaklar? Bağla şu
başkomiseri.
–Alo, komiser, kız yaşıyormuş.
–Evet müdürüm, yaşıyor gibi.
–Bana bak adam! Ne demek yaşıyor gibi? Yaşıyor mu yaşamıyor mu?
–Efendim kızda küçük bir hareket tespit ettik lakin nabzı o kadar zayıf ki ölü mü, diri
mi anlaşılmıyor. Bu hareketin seğirme olduğunu düşündük ama çok hassas ölçüm yapınca
kız yaşıyor. Her iki maktulden kan örneklerini alıp laboratuvara gönderdik, sonuçların
gelmesini bekliyoruz. Bomba imha ekibinin tespitine göre bomba, ısıya ve harekete duyarlı,
temas yapılamıyor. Çok hassas, en küçük hareketi algıladığında saat hızlanıyor.
–Ne, hızlanıyor mu? Ne kadar hızlandı?
–Üç buçuk dakika.
–Sakın ola bir daha yanına bile yaklaşmayın!
–Öyle yapıyoruz efendim, maktullerden örnekleri bile uzaktan aletler yardımı ile aldık.
–Kıza müdahale yapamaz mıyız?
–Mümkün değil efendim, kız baygın, ölümle yaşam arasında bir yerde. Aslında
uyanacak olursa en küçük bir hareketi bombayı harekete geçirebilir, böyle kalmak
zorunda.
–Anladım. Tahlil sonuçları çıkar çıkmaz bize bildirin.
–Elbette efendim.
İsmet Müdür, Hasan Müdüre; “Bu yeni bilgileri İsraillilerle paylaşalım, Kudüs’e bağlayın.”
dedi.
–Alo, Mr. Sion, son belirlememize göre maktullerden kızın yaşadığını tespit ettik,
hayat belirtileri var ama kendisine müdahale edemiyoruz zira bomba, ısı ve harekete duyarlı;
en küçük bir müdahaleyi hemen algılıyor ve saat hızlanıyor.
–Sağ olun İsmet Bey, biz hala uzaktan inceliyoruz ve bizim ekibin ilk belirlemesine
göre bomba yaklaşık üç kilometre çapta bir alanı etkileyecek tahrip gücünde, tabii radyoaktif
sızıntıyı saymıyoruz.
–Üç kilometre ha…
–Evet.
–Her türlü düzeneğin içinde olduğunu tahmin ediyoruz. Patlatmak için dışarıdan
herhangi bir müdahaleye gerek yok ama biz yine de jammerlarla müdahale yapılamaması
için gerekli önlemi aldık.
–Onu biz de yaptık da sizin iş kötü, üç kilometre demek Kudüs’ün yok olması demek,
Tapınak Tepesi, her türlü kutsal mekan…
–Sormayın, bir de biliyorsunuz biz, ifşa olduk. Burası cehenneme dönmek üzere, bir
de bununla uğraşmak durumundayız.
–Ne diyeyim müdürüm, Allah kolaylık versin, irtibatı açık tutalım.
–Elbette müdürüm, aynı geminin içindeyiz.
Müdür telefonu kapatmasıyla bomba imhayı arayıp sorumlu müdüre İsrailli mevkidaşından
aldığı malumatları iletti, son çare olarak da bombanın etki alanını ve yeri gelirse de acil
tahliye planının hazırlanmasını istedi.
Yedikule Zindanları merkezli üç kilometrelik bir çap içinde İstanbul’un insan yoğunluğu
dikkate alınırsa tahliye edilecek çok fazla bir insan olmayabilirdi. Karadan ve denizden bir
şekilde tahliye edilirdi de İstanbul’un göbeğinde nükleer bomba bulunması düşüncesi bile
modunu fazlasıyla düşürüyordu.
9 Nisan 2023 09.40 Kudüs
Sabanın sekizinden beri şehrin tüm mobeselerine erişim sağlanabilen odada, polis
memureleri Maya ve Rina, iki gün önce 7 Nisan 2023 Cuma günü; Hristiyanların yaklaşık
2000 yıl kadar önce Romalılar tarafından yakalanıp yargılandıktan sonra (Via Dolorosa) çile
yolu saydıkları, Hz İsa’nın sırtında çarmıhla acılar içinde katledilip idamının gerçekleştiği
Golgatha’ya kadar olan yürüyüşünü yad etmek için her yıl toplandıkları kutsal cuma çile yolu
yürüyüşünü baştan sona mobese kameralarından incelemekle görevlendirilmişlerdi. Ne
aradıklarını bilmeden yürüyüşün kayıtlarını inceliyorlardı. Şeflerinden sıra dışı, gözlerine
çarpan, her ne olursa olsun, önemli önemsiz diye ayırmadan, her kareyi incelemeleri
hakkında emir almışlardı. Bu kadar kalabalığın, hengamenin olduğu görüntülerde ne
aradıklarını bilmeden ne yapabileceklerse… Rina, “Ya karınca sürüleri gibiler, baştan sona
taramayı yaptık da ne arıyoruz arkadaş, ne?” diye joysticki ileri doğru itip bıraktı. Gözü hala
incelemekte olduğu görüntüde olan Maya, “Şefi duydun; sıra dışı her ne varsa not edin,
diyor.” dedi.
–Diyor da burada sıra dışı olmayan ne var ki? Herkesin suratında sanki haçı taşıyan
bir aktör değil de gerçek İsa’ymış gibi bir üzüntü… Ne dediklerini de duyamıyoruz,
muhtemelen tamamı ilahi okuyor, yürüyorlar işte ağır ağır. Ellerinde İnciller… Ne bulacağız
ki?
–Varsa bir şey bulacağız şimdi, tüm yürüyüşü izledik. Başa geçeceğiz, yürüyüşün
başladığı ilk duraktan, hani Müslümanların yüksek okulundan, eski Roma kralının sarayının
olduğu yerden başlayacağız. Hızlıca hangi mobesenin, yolun hangi durağında olduğunu
tespit edelim; sonra da bölümlere ayırıp tek tek inceleyelim.
Rina bir şey çıkacağına inanmasa da arkadaşı kendisinden hem daha deneyimli hem de
kıdemliydi, bu yüzden de önerisini kabul etmekten başka çaresi yoktu; oyunu o yönetiyordu.
–Tamam, bak bu üniversitenin olduğu yerdeki mobese.
–Tamam ona başlangıç 1 diyelim. Bak ne yapıyorlar, rahipler İncil’den bölümler
okuyorlar, muhtemelen bu yerle ilgilidir. İlahi söyleyerek yürüyorlar. Bak, çarmıhı taşıyan
sahte İsa düştü, burası üçüncü durak, kalabalık tekrar hareketlendi sonra…
–Bak Meryem rolünü üstlenen kadın, sahte İsa’ya bir şeyler söylüyor; muhtemelen
kalabalığın içerisinden İsa’ya ulaşarak onu kurtarmaya veya kurtaramasa bile teselli etmeye
çalışıyor. Burası dördüncü durağın mobesesi…
Rina ve Maya kortejin, çile yolunda ilahiler eşliğindeki duraksayarak yürümelerini tam on dört
durak olarak belirleyip mobeselere numaralar verdi. Son durak, Golgotha kayasındaki Kutsal
Mezar Kilisesi’nde sona erdi. Herkes çile yolunun sonunda, tefekkürden sonra sıra sıra Hz.
İsa’nın kabrinin yanındaki küçük kiliseye girdi ama artık kilisenin içini görmüyorlardı. Maya,
“Sen hiç küçük kiliseye girdin mi?” diye sordu.
–Yok girmedim, niye sordun ki?
–Yani orada ne yapıyorlar diye.
–Girmedim ama giren arkadaşım var, altışar kişi alıyorlarmış. İsa Peygamber’in
kanının döküldüğü kayaya yanlarında götürdükleri şeyleri sürüyorlarmış. Çok kutsal bir
yermiş.
–Ya, bu yıl çok kalabalık değil mi?
–Evet, nedenini bilmiyor musun?
–Yo, niye ki?
–Bak sana şöyle anlatayım; dünya, sekiz milyar insan dersek bunun dörtte biri
Hristiyan, yani iki milyar civarı. Yarısı Katolik, yüzde otuz civarı Protestan, yüzde on yedisi
Ortodoks, geri kalan yüzde üçü ise diğer farklı gruplardan oluşuyor. Ayrıca her mezhebin
kendi içinde bir sürü cemaatleri ve farklı farklı grupları var. Bu kadar çeşitlilik neyi getiriyor,
biliyor musun? Farklı anlayışları… Her grup kendi anlayışlarının en doğru olduğunu iddia
eder ve kendi farklılıklarından taviz vermek istemez. Paskalya kutlamaları konusunda da
aralarında farklı hesaplamalardan doğan ayrılıklar vardır ama her dört yılda bir, tüm doğu ve
batı Hristiyanlarının paskalya kutlamaları aynı zamana denk gelir. Tüm farklı gruplar aynı
zamanda, aynı mekanları paylaşmak zorunda kalırlar. O zaman sen seyret şamatayı! İşte o
dört yıldan biri de bu yıl. Tüm yürüyüş kortejindeki çeşitlilik dikkatini çekmedi mi? Sen asıl
dün Kutsal Kabir Kilisesi’ndeki (Sapta Nur) kutsal ateşin cumartesisi dedikleri ayinlerini
görseydin… İnşallah o görüntüleri de bize yıkmazlar; o gün daha geceden kilisenin etrafında
kamp kurarlar ertesi günü en iyi yeri kapabilmek için.
–Kamp mı kuruyorlar?
–Yani onun gibi bir şey, geceden kilise önünde bekleşiyorlar patriğin içerden
çıkaracağı ateşten ilk mumu yakabilmek için.
–İlk yakmak bu kadar önemli mi?
–Önemli olmaz mı? Bu kilise, tüm Hristiyan grupları için en önemli yer, anlaşmazlık
ve tartışmalar tarih boyunca hep süre gelmiş hatta Osmanlı buna nasıl bir çözüm bulmuş,
anlatınca çok şaşıracaksın.
–Nasıl?
–Kilisenin anahtarını iki Müslüman aileye vermişler, yüzyıllardır o iki aile bu kiliseyi
açıp kapatıyorlar. Arkadaşımın anlattığına göre törenle tüm rahipler, eski Osmanlı kıyafetleri
içindeki iki kapı muhafızının ardına diziliyorlar, kiliseye böyle giriyorlar.
–Işık töreninde neler oluyor, biliyor musun?
–Bilmez miyim? Tüm Hristiyan gruplar, kilisedeki yerlerini alıyorlarmış. İnsanlarda
kibrit, çakmak şeklinde yakıcı bir şeyin olup olmadığı kontrol ediliyormuş. Sonra kilisenin tüm
kapıları balmumu ile mühürleniyormuş. Yunan Ortodoks patriği ve heyeti, kiliseye girip
mezarın küçük kilisesinin etrafında saat yönünün tersinde üç kez dönüp mühürlü kapının
önünde duruyormuş. O sırada tüm ışıklar söndürülerek kilise karanlığa gömülüyor, Patrik dış
elbisesini çıkarıyormuş. Ermeni Ortodoks patriği ile kapının mührünü kırarak içeriye girip
kapıyı kapatıyorlarmış. Kilisedekiler birkaç dakika karanlıkta beklerken kilisenin iki yanına
açılan boşluklardan ışık süzülüyormuş ve Yunan patriği elindeki yanan meşaleyi, kilisenin
camından dışarı çıkarıyormuş. Bu ateşin cennetten, Allah tarafından gönderildiğine
inanılıyormuş ve Hz. İsa’nın ölümünden sonra dirilişinin sembolik anlatımıymış. Bu yüzden
Hz. İsa’nın her bir yılı için otuz üç beyaz mum yakılıp havaya kaldırılır, sonra herkes elinde
yanan bir mum ile kilisenin dışına, avluya çıkarak ilerler ve avlu ışıl ışıl olur. Yunan Ortodoks
patriği, kutsal ateşi Hz. İsa’nın doğduğu yerdeki kandilleri yakmak için Beytüllahim’e taşır. Bu
arada Birleşik Etiyopya Ortodoks Manastırı kutsal mezarın çatısında davullu zilli, ağırdan
başlayıp artarak hızlanan bir tören yapar, en sonunda neşe ve alkış içinde tören sonlanır.
Bazı Protestanlar da bu törenlere katılsa bile birçoğu, diğerleriyle karışmamayı tercih
ederlermiş.
–Vay be!
–Vay be ya, sonuçta mezhepler ayrı ayrı olsa bile paskalya, Mesih inancı her grup
için inanılmaz önemli ve birleştirici bir olgu.
–Tabii Kudüs de aynı şekilde. Peki, nereden başlayacağız şimdi?
–Nereden olacak, birinci duraktan tabii ki.
Polis memureleri Maya ve Rina, her yanı ekranlarla kaplanmış kamera odasında iki gün
öncesi kutsal cuma kayıtlarını inceleyip şüpheli bir şey tespit etmeye çalışırken dün gece
terası yanmış olan, şehre hakim tepedeki King David Oteli’nin çatısından Kudüs’ü seyreden
diğer polis memurları İshak ve Shlomoh da şehirdeki kargaşayla ilgili notlar alıyor ve gerekli
gördüklerini anında merkeze rapor ediyorlardı.
Şehirde küme küme gruplaşmalar ve bu gruplaşmalarda gitgide büyüyen hareketlilikler göze
çarpıyordu. Herkes sıra dışı bir şeylerin olduğunu fark etmişti, özellikle Youtube kanalında
paylaşılan Altın Kapı’daki o görüntü bir çığ gibi büyüyüp yayılmıştı. Şu anda paylaşım, tüm
zamanların rekoruna doğru gidiyordu. Kutsal paskalya kutlamaları için dünyanın dört bir
yanından gelen hacı adayları ile Kudüs zaten tıklım tıkış her milletten insanla dolu bir
durumdaydı ve şu an inançları bir olsa da dilleri, milletleri farklı bir sürü insan, Kudüs
sokaklarında ne olduğunu merak ediyordu. Bir şeylerin olduğu muhakkaktı ama neydi?
Müslüman çeyreğinde Zeytin Dağı’nın olduğu bölümde ciddi bir kalabalık toplanıyordu. Her
geçen dakika oradaki hareketlilik artıyordu. Zaten Altın Kapı karşılarındaydı ve görevliler
oradaki iki cesedin üzerinde incelemelerini yapıyordu. Bulundukları yerden tam gözükmese
de az çok tahmin edebiliyorlardı oradaki görüntüyü. Mavi kırmızı çakarları ile yanan sönen
bir sürü araba, Kidron Vadisi’ni noel vitrinlerine çevirmişti. Şimdi, Zeytin Dağı seyir
tepesinden karşıdaki bu manzarayı gören birinin ne oluyor ya dememesinin mümkünü yoktu.
Tabii çoğu Youtube’daki videoyu da seyretmişti. Şimdiden görevli polislerle itiş kakışlar
başlamıştı.
Yahudi çeyreğinde de hareketlilik göze çarpıyordu. Siyah beyaz, kendine özgü kıyafetleri
içerisinde Hasidikler, sarımtırak taş sokakları siyah beyaza çevirmişlerdi ve ağlama
duvarının önünde sayıları inanılmaz derecede çoğalıyordu.
Hristiyan çeyreğinde de durum farklı değildi. Paskalya ayinine katılmak için sokağa çıkıp da
polisle karşı karşıya gelen Hristiyanlar da kümeleşmeye, parça parça gruplaşmaya
başlamışlardı. Yollarına devam etmek isteseler de polis engeline takılıyorlardı.
En sakin olan Ermeni çeyreğinde bile hareketlilik baş göstermeye başlamıştı. Seslerini
duyamasalar da karşıdan dürbünle baktıklarında, insanlar ellerindeki cep telefonlarıyla
birbirlerine bir şeyler gösteriyorlardı. O gösterdikleri, büyük ihtimal Youtube’daki görüntüydü.
Devlet niye hala bu görüntüleri kaldırıp erişime engel olmuyor, aklı almıyordu, aslında artık
kökten erişimi kesmedikten sonra bunun mümkün olmadığını biliyorlardı. Kesmek için de çok
geçti, birçok insan bu görüntüyü zaten indirmişti.
Allah’tan henüz hiçbir mahallede kayda değer bir olay olmamıştı. Hareketlilik, görevlilerin
telsiz konuşmalarından anbean takip ediliyordu. Ne taraftan bir anons gelse o tarafa dönüp
anonsla görüntüyü eşleştirmeye çalışıyorlardı. Şehrin her binasının penceresi insanlarla
dolmuştu; herkes merakla dışarıda olup bitenleri görüp anlamaya çalışıyordu. İshak, “Ne
dersin Shlomoh, mahşer günü gibi değil mi?” dedi.
–Yok, henüz değil ama şu gördüklerine mahşerin ayak sesleri diyebilirsin.
–Tüm Kudüs ayakta resmen. Her an, her şey olabilir.
–Fırtına öncesi sessizlik desem tam uymuyor ama yaklaşan fırtına öncesi tabiatın
uyanması gibi düşünebilirsin.
–Sence ne oluyor Shlomoh?
–Bilsem de sana söylesem… Şu an şu gördüğün her insan, emin ol, aynı bu soruyu
soruyor.
Derken iki tane helikopter büyük gürültü ile kafalarının üzerinden geçip Kudüs’ün üzerinde
farklı konumlarda turlamaya başladı. Shlomoh, “Al işte, askerler de işin içine girdiler, olayları
duymayan sağır sultan varsa bu gürültüden sonra onlar da duymuştur.” dedi.
–Shlomoh ben korkmaya başladım. Bu olay kontrolsüzce kötü bir yere gidiyor.
–İshak, bak Allah aşkına, şu manzarayı görüp de korkmamak mümkün mü? Ödüm
patlıyor, sanki İsrafil çıkıp da suru üfleyecekmiş gibime geliyor.
–Yok, deme öyle ya, daha da korkutma.
–Vallahi korkunun ecele faydası yok. Bak, şu gördüğün insanların hepsi semavi din
denilen bir tek Tanrı’ya inanıyorlar ama yüzyıllardır en iyi benim inancım deyip birbirlerine
yapmadıklarını bırakmıyorlar. Emin ol, tarihte çıkan çoğu savaşların, en büyük katliamların
nedeni, hep bu benim dinim iyi, seninki kötüden. Halbuki hepsi de Adem’den türediklerini, ilk
peygamber İbrahim’den çoğaldıklarını düşünüyorlar. Çok az farklılıklarının yanında o kadar
çok benzerlikleri var ki… Peygamber adlarından dinin tüm farzlarına kadar birebir
örtüşmesine rağmen benzerliklerini öne çıkaracaklarına o minnacık farklılıkları bulup
birbirlerini kesiyorlar. Tek bir Tanrı’ya inanmalarına karşın nedir bu hırs, azgınlık? Allah’ın
dediklerini sanki tersinden okuyorlar veya işlerine geldikleri gibi anlayıp yorumluyorlar.
Sonrası işte bu gördüğün. Kimse kimseye güvenmiyor, en küçük bir kıvılcımda patlamaya
hazır bir bombalar. Çünkü hepsinin geninde yüzyıllardan beri atalarından gelen bir kin,
güvensizlik hatta intikam var. E, öğretiler de bu yönde olunca aynı Tanrı’nın kulları,
Peygamber’in ümmetleri her an, her yerde birbirlerini boğazlamaya hazırlar. İnsandan güveni
bir al, geriye birşey kalmaz; daha da kendi bildiğinin haricinde hiçbir şeye inandıramazsın.
Şimdi gördüğün herkes ne oluyor diyor, merak içindeler. Bu adamları sen istediğin gibi
yönlendirebilirsin. Şimdi iki provokasyona karşı bizimkileri asmış, kesmiş, din elden gidiyor
de; hadi biz bekleyecek miyiz de, üstüne bir de cenneti vadet, bak sonra senden önce
koşuyorlar mı, koşmuyorlar mı? Bu gördüklerin daha bir hiç, beni endişelendiren sonrası…
–Bakar mısın? En azgınları da Müslüman çeyreği. Hadi Hristiyanlar için
bugün paskalya, törene gidemiyorlar falan, onlara ne oluyor ya?
–Sen demin anlattıklarımı tam anlamamışsın. İnsanlarda güven kaybolursa
en küçük bir farklılıkta daha önceki yaşanmışlıkların travmalarından dolayı kendilerini
savunmaya, korumaya alırlar. Şu anda Müslüman çeyreğinde olan olay, işte tam
olarak bu. Onlar da bir şeylerin olduğunun farkındalar ve sonucun dönüp dolaşıp
kendilerine patlayacağını ve önceden hep öyle olduğunu bildikleri için şimdiden
önlemlerini almaya çalışıyorlar. Neye karşı önlem geliştirdiklerini bilmeseler de
olumsuz sonucun kendilerini bulmasına engel olmak için çaba sarf ediyorlar. Zira ne
Hristiyanlara ne de Yahudilere güveniyorlar. Güven ortamı kaybolursa işte böyle olur.
Emin ol, onlar da dolaşan sloganlar da aynıdır. Din elden gidecek, nereye
gidecekse…
–Aslında karışmayacaksın, kim ne yaparsa yapsın. Sence çarpışsalar kim kazanır?
–Tabii ki bizimkiler, Yahudiler… Hepsinin o kara elbiselerinin altında ne silahlar
sakladığını sanki bilmiyorsun, uzi ile dolaşıyor çoğu.
–Doğru söylüyorsun abi. Yobazın fikri ile zikrini değiştiremezsin diye bir söz vardır ya,
aha işte, tam bu görüntü için geçerli. Kimsenin başkasının ne inancına ne de fikrine küçücük
bir saygısı yok, Allah sonumuzu hayır eylesin. Bence bizim buradaki işimiz bitti, baksana iki
askeri helikopter turlamaya başladı. Bence onların gördüklerinin yanında bizimkinin hükmü
olmaz, ne dersin?
–Bence de doğru söylüyorsun İshak.
“Merkez 25-33 konuşuyor; askeri helikopterler geldi, biz yerimizde kalalım mı yoksa başka
yere geçelim mi?”
İki dakika geçmemişti ki telsizden yanıt geldi.
“25-33, merkez konuşuyor; konumunuzu muhafaza ediniz, lütfen gözlemlemeye devam
ediniz.”
“Anlaşıldı merkez.” deyip telsizini omzundaki yerine sabitledikten sonra Shlomoh, “Merkez
merkez, siksin herkes! Onlar da ne yaptıklarını bilmiyorlar ya! Karnım zil çalıyor İshak in de
şu mutfaktan bir şeyler getir ya, öleceğim açlıktan.” dedi.
–Tamamdır abi, al benden de o kadar. Oda servisi mi arasam?
–Vallahi hala espri yapabiliyorsun yai helal sana, dedi Shlomoh.
Kudüs’teki kriz yönetim odasında herkes hararetle bir şeyler yapıyor; koşuşturmalar, çalan
telefonlar hiç susmuyordu. Zaman ilerledikçe odanın görünüşü tam anlamıyla adının hakkını
vermeye başlamıştı.
Kudüs Emniyet Müdürü Sion’un telefonu çaldığında kayıtlı olmayan bir numara arıyordu.
–Alo buyurun, diye yanıtladı; karşısındaki idarenin en tepe yöneticisi, başbakandı.
–Müdür Bey, papa beni aradı, paskalya kutlamalarının engellendiğini söylüyor, ben
durumun vehametini kendisine elimden geldiğince anlattım ama herhangi bir gelişme var mı
diye konuya direkt bir giriş yaptı.
–Yok efendim, araştırmalarımız tüm kollardan devam ediyor ama ne yazık ki şu ana
kadar bir ipucu yakalayamadık.
–Hiçbir şey yok mu?
–Hiçbir şey yok efendim.
–İyi de ne olacak böyle?
–Bulacağız efendim, öyle veya böyle bulacağız; her türlü bilginin, ihbarın üzerine
gidiyoruz ama ne yazık ki hepsi boş çıkıyor.
–Peki, orası ne alemde?
–Patlamaya hazır bomba gibi efendim. Tüm çeyrekler tam olmak, birbirlerine
saldırmak için can atıyorlar adeta. Kudüs’ün her yeri hareketli.
–Yalnızca Kudüs’te değil Müdür Bey, gelen istihbarata göre dünyanın hemen her
yerinde insanlar ne oluyor diye sormaya başladılar. İş, cadı kazanına dönüyor. Ne
yaptığınızın büyük önemi var; ne yapın edin, bir ilerleme kaydedin.
–Emredersiniz efendim! İnsanüstü bir çaba gösterdiğimizi bilmenizi isterim; tüm
memurlar görevlerinin başındalar.
–Herhangi bir gelişmeden de beni mutlaka haberdar ediniz.
–Tabii efendim, dediğinde telefon kapanmıştı. Yardımcılarının merakla bakan
bakışları ile karşılaşınca Müdür Sion, “Kimle konuştuğumu anladınız, değil mi? Kafayı
yiyeceğim ya, papa aramış! Beylerin paskalya ayinlerini engelliyormuşuz! Bak sen! Biz
burada kafayı yiyoruz; iğneyle kuyu kazıyoruz, adamlar neyin derdindeler? Bu gidişle
gelecek yıl kutsal perşembede ona benim ayaklarımı yıkatmazsam ne olayım!” deyip güldü.
İnce espriyi odadakiler anlamamıştı.
–Ne bakıyorsunuz? Her yıl kutsal perşembede sakat birilerinin ayağını yıkayıp öpüp
kutsuyor ya, o anlamda, deyince herkes güldü.
“Dün akşamdan beri ayaklarım pabucundan çıkmadı, yıkasa ne iyi olurdu, değil mi?” diye
esprisini devam ettirdi. Sonra da ciddileşip “Ya beyler, bırakalım zevzekliği de hala elimizde
hiçbir şey yok mu? Şu cinayetçileri, ilahiyatçıları aradınız değil mi? Onlar da mı bir şey
bulamıyorlar?” diye sordu.
–Yok efendim, falcısından medyumuna ve tarotçusuna kadar herkese başvurduk;
çalışıyorlar.
–O iki cesedi oraya asanı bir bulayım var ya! Ah ah!
Sion Müdürün çaresizliği gazap şeklinde dışa vuruyordu.
–Türklerden de bir haber çıkmadı.
9 Nisan 2023 11.20 İstanbul
Müdür yardımcısı Hasan ile gelen bilgileri değerlendirip olmayan ilerlemeyi takip eden
İstanbul Emniyet Müdürü, televizyondaki son dakika haberine kilitlenip kaldı. British
Havayolları’na ait bir Boeing 737 yolcu uçağının İstanbul-Londra seferi sırasında bilinmeyen
bir nedenle Manş Denizi’ne düştüğü haberini veriyordu. Ekranın altında son dakika diye koca
koca puntolarla haberin alt yazısı geçiyordu.
–Al sana bir facia haberi daha. Bu ne ya, Allah’ım bu ne?
Müdür isyan ederken uçakta kaç yolcu olduğu anonsunu kaçırmıştı. “Hasan kaç yolcu
varmış?” diye sordu.
–263.
–Hadi ya, kurtulan olmuş mu?
–Galiba yok müdürüm. Atatürk Havalimanı’nı arayıp tam bir malumat alırım şimdi.
–Sen ara ara da yine kimse dikkatini asıl konumuzun dışına kaydırıp dağıtmasın. Ne
oldu şu radikalcileri sorgulayanlar, bir şey var mı?
–Yok müdürüm.
İsmet Müdür bu, yok müdürüm lafını o gün o kadar duymuştu ki artık bu ve buna benzer bir
şey duyunca midesi bulanıp içi kalkıyor, sinir basıyordu.
–Olsa şaşardım zaten, bu kadar gelişmiş bir teknoloji, nükleer bomba onların harcı
değil. Onlar anca kör bıçakla adam keserler. Biz yaptık deseler inanmazdım.
–Müdürüm sorguya çeken elemanlardan öğrendiğim kadarıyla bu Kudüs olayından
onlar da çok endişeliymiş. Biliyorsunuz ki Kudüs, Müslümanlar için de çok önemli kutsal bir
kent. Hiç zorluk çıkarmamışlar, yapabilecekleri bir şey olursa seve seve yapmaya da hazırız
demişler.
–Peki, bizimkiler söylem, duyum, işe yarayacak hiçbir şey bulamamışlar mı?
–Yok müdürüm.
–Ya Hasan, yok deyip durma artık, o kelime tüylerimi diken diken ediyor, başka bir
şey söyle.
–Emredersiniz müdürüm.
–İsrailliler de aramadılar.
–Müdürüm gelen haberlere göre onların başlarını kaşıyacak zamanı olduğunu
zannetmiyorum. Kudüs fena kaynamaya başlamış. Tüm taraflar karşılıklı olarak birbirlerini
suçlamaya, saflarını sağlamlaştırmaya başlamışlar; patlamaya hazır bomba gibi diyorlar, bir
kıvılcım yetecek konumdalar.
–Karışıklık bir Kudüs’te olsa amenna… Baksana istihbaratın raporlarına, Anadolu
Ajansı’nın geçtiği bültenlere… Tüm dünyada hareketlilikler var; dünyanın tüm Hristiyan ve
Müslüman ülkelerinde hatta Afrika’dan uzak doğusuna kadar birçok kentte, meydanlarda
insanlar toplanmaya başlamış.
–Evet müdürüm, internet engeli çok geç konuldu, iş işten geçti. Hala birçok ülke
özgürlükler uğruna internet erişimini kapatmıyor. O Kudüs videosunu seyredenler,
hele bir de altta yazılan yorumları okuyanlar zıvanadan çıkıyorlar.
–Ne yazıyorlar yorumlarda?
–Ne yazmıyorlar ki? Bir saniyenizi rica ediyorum müdürüm, deyip telefonda birine
“Rıza müdürün odasına gelir misin hemen?” dedi.
–Rıza Komiser bizim bilgi iletişimci, şimdi o bize en güzel açıklamayı yapar, dedi.
Çok geçmeden odanın cam kapısında gözüktü. Kendisi alışılmış portrelerin dışında bir
polisti. Farklılığı her halinden belli oluyordu. Uzun boyu, genç yaşına rağmen bükülmüş beli,
uzun, bakımsız atkuyruğu saçları, güldüğünde sigara içmesinden sararmış dişleri ve
bakımsız, kirli sakalları ile yolda görülse dilenci zannedilecek bir tipti. İsmet Müdür, Rıza
Komiser’i daha ilk görüşte şöyle tepeden tırnağa süzdü. İstemese de gözü lekeli kotunda
takılı kaldı ama ayrıntılarla öldürecek zamanı yoktu yoksa normal günde olsa onu iyi bir
paylardı. Hasan Müdür, “Gel Rıza, şu videonun yayınlanıp da olayın duyulduğundan beri
olan yorumları anlat bir hele.” dedi.
–Müdürüm sabah sekiz sıralarından bu saate kadar video, tüm zamanların tıklanma
ve paylaşım rekorunu kırdı. İsterseniz size rakamları da arz edebilirim, deyince İsmet Müdür,
“Orasını anladık, rakamlara gerek yok; sen gördüklerini anlat.” dedi.
–Efendim, olay tüm dünyada önce çığ, sonra da domino etkisi yarattı. Video,
yayınlanmasından bu yana yalnızca Hristiyan, Müslüman ve Yahudilerin yaşadığı ülkelerde
değil, neredeyse tüm dünyada izlendi ve birçok izleyici altına yorum bıraktı. Anladığım
kadarıyla yalnızca semavi dinlerde bu Mesih beklentisi yok, diğer inançların birçoğunda da
Mesih, kıyamet, mahşer günü beklentileri veya bunlardan en azından bir ikisi var.
Efendim, internetin kullanıcılarına sağlamış olduğu en büyük nimet yaş, cins, eğitim ve
bunun gibi birçok bileşenden meydana gelen, insanı insan yapan kişisel özelliklerinin sanal
ortamda değerini yitirip, klavyenin başında olan kişinin kendisi değil, istediği insan olabilme
olanağı bulmasıdır. Yetmiş yaşındaki babaannemiz, dedemiz, sanal ortamda kendisini on
beşinde, daha delikanlı, genç kız gibi gösterebilir. Yürüyemeyen birisi atlet, kelebekten
korkan, su sesinden ürken birisi, kabadayı olarak karşımıza çıkabilir. Yani birey, klavye
başında avatar yaratır gibi istediği karakterde ve kişisel özelliklerde kendisini yaratıp sanal
ortama dalabilir. Fikirsel bazda da aynı şekilde hareket edebilir. Kontrol ve denetimi yalnızca
öz benliğine bağlı bireyler, yorumlarını herhangi bir süzgeçten geçirmeden kontrolsüzce
sanal ortama aktarırlar. Kimisi inandıklarını aktarırken kimisi de eğlenmek dalga geçmek,
vakit öldürmek için yapar. Karşıdaki kişinin yüzünü, haliyle de mimiklerini göremediğimiz için
kim ciddi, kim şakacı anlayabilmemizin mümkünü de olmaz. Sonuçta sanal ortam… Ciddi bir
suç teşkil edip kriminal bir olay sonucu araştırma yapılacak bir durum yaratmadıktan sonra at
atabildiğince… Yazdıklarının, yorumladıklarının ipe sapa, ele avuca gelmez olmasının bile
bir önemi yoktur; durum böyle olunca bizim olay, güne bomba gibi düştü haliyle.
–Efendim aldığımız emirler doğrultusunda, durumun vahametinin farkındayız ve
elimizden geldikçe olay ile ilgili yapılan tüm paylaşım ve yorumları incelemeye çalışıyoruz,
yıllardır bu işin içindeyim, bu kadarını inanın, dün sorsanız ben bile tahmin edemezdim.
–Neyi tahmin edemezdin evladım?
–İnsanların ilgisini. Sizin anlayacağınız şekilde anlatayım müdürüm; sabahtan bu
yana normal zamanlarda neredeyse bir yılda yapılan tıklanma ve yorum, şu iki üç saatte
yapıldı. Bu ne demektir, biliyor musunuz? Kartopu çığ gibi düşüp, karekök gibi her saat
katlıyor, saatler dakikalara iniyor. Verilere göre şu anda dünyadaki en ünlü alışveriş
sitelerinde bile kimse gezmiyor, kimse internette başka bir şeye bakmıyor. Üç beş olsa da
onlar da sayı bazında o kadar azlar ki tahminimce durumdan haberi olmayanlar veya saat
farkından gecede olup uyuyanlar falan. Tüm dünya tamamıyla bu olaya kilitlenmiş durumda,
videonun paylaşılmasını birçok devlet engellemeye çalışsa da çıkan kurşun namluya geri
döndürülebilir mi? Başarılı olamadılar, şu an sanal ortam kaynıyor ve korkarım bu belirsizlik,
kaos yalnızca sanal ortamda da kalmayacak, birçok yerde hareketlenmeler var. İş çığrından
her an çıkabilir.
–Ne demek çığrından her an çıkabilir? Zaten çıktı çıkacağı kadar, dedi Hasan Müdür.
–Müdürüm bu ne ki? Siz asıl bundan sonrasını görün; eğer bu olay çok kısa
zamanda aydınlatılamaz ve hele bir de o bombalar Kudüs’te patlarsa benim tahminim;
üçüncü dünya savaşını aratacak toplumsal karışıklıklar, kitlesel baş kaldırmalar yaşarız.
Hatta belki de üçüncü dünya savaşının başladığı günü yaşarız bugün.
–Bir dakika bir dakika, sen bunları kendi fikrin olarak mı söylüyorsun? Yoksa o sizin
sanal ortamdaki gördüklerinle veriye dayalı mı? Nasıl yani?
–Arz edeyim müdürüm. Yapılan yorumlar korkunç ama bir dakika, önce size başka
bir şeyi izah edeyim. Biliyorsunuz 2020’de tüm dünyada meydana gelen korona salgını,
insanların yaşam biçimlerinde köklü değişiklikler yaptı. İnsanlar interneti, sanal ortamı
kullanma becerilerini inanılmaz artırdılar. Artık eskisi gibi bir toplantı organize etmek veya
insanlara ulaşmak zaman almıyor. Bu pandeminin insanlara yaptığı en büyük katkı online
çalışma, sohbet, toplantı ve miting gibi çoklu katılımların hızlı ve kolay yapabilme becerisidir.
İnsanlar sohbet için bile sanal ortamı tercih eder duruma geldiler ve kendi aralarındaki
sohbetlerde de dışa dönük tepkileri izleyebilme olanaklarını buldular. Zaman ve mekan
ayrılıklarının pek bir önemi kalmadı; ben İstanbul’dayım, diğeri Tokyo’da, bir diğeri isterse
dünyanın öteki ucu Avusturalya hatta Antarktika’da olsun, bir araya gelmemiz bir zil sesi
kadar yakın. Sen yeter ki gelen çağrıya cevap ver. Eğer bunları ne için anlattığımı sorarsanız
şu anda tüm dünyadaki dernekler, cemaatler, dini topluluklar, örgütler, inanç otoriteleri
kısaca birbirleri ile bir düşünce, faaliyet bağlamında birlikteliği olan herkes, toplantı halinde.
Durum değerlendirmesi yapıyorlar, herkes bombayı ve geri sayımı biliyor, özellikle kendi
faaliyet alanı olarak benimsedikleri kitlelerin varsayım yorumlarını nazari dikkate alırlarsa
emin olun, bu toplantıların sonucu hiç de iyi kararlarla bağlanmayacaktır. Mevcutta dağınık
olan bu istek ve arzular böyle organize olan gruplar tarafından yönlendirmeye başlanırrsa
bence kan gövdeyi götürecektir. Şu anda Birleşmiş Milletlerden tutun da Nato’ya, İslam
Ülkeleri Konfederasyonu’ndan Arap Birliğine, Şanghay Beşlisinden İlluminati Masonlarına,
radikal örgütlerden Greenpeace’e kadar herkes, toplantı halinde. Peki, neyi, neye göre
karara bağlayıp bir strateji geliştirecekler?
–Neye göre?
–Arz edeyim; elde hiçbir şey yok, sanaldaki yorumlara göre şekillenirse gelişine
vuracaklar, top kime giderse veya kimde durursa altta kalanın canı çıksın diyecekler.
–Rıza Başkomiser, güzel açıkladın da şu sanalda ne diyorlar, hala söylemedin.
–Söyleyeyim müdürüm, her kafadan her türlü ses çıkıyor.
–Mesela…
–Mesela müdürüm; gördüğüm kadarıyla büyük çoğunluk kıyamet gününün bugün
olduğuna inanmış durumda.
–Sen ne diyorsun Rıza?
–Öyle müdürüm; Kudüs, Zeytin Tepesi, Kidron Vadisi, İsa ve Altın Kapı… Bu
kelimelerle arama yapın, bakın size hangi sayfaları açacak arama motoru? İnanan
inanmayan herkes, kıyametten bahsediyor, bu olgu artık inancın da önüne geçmiş durumda.
Kilise, cami gibi ibadet yerlerine koşanlar da var, helallik isteyenler de. Daha milli bile
olmadım diyenler de var, iki gün sonraki kimya sınavından yırttık diyenler de. Tabii aklıselim
olup da öyle şey olur mu diyenler de var ama benim gördüğüm, insanlarda büyük bir
tedirginlik, bilinmezin, beklenenin dehşetinden doğan korku var ve bu korku paniğe
dönüşürse… Biraz önce size bahsettiğim toplantılardan bu korkuyu reaksiyona
dönüştürecek, katalizör görev yapacak birtakım kararlar, açıklamalar çıkarsa işte bu, tam bir
kaos düzeni oluşturur ve şu andaki ortam buna çok müsait.
Yüzyılların birikimi, kin, nefret, geçmişin intikam arzuları var insanlarda. Karşı dinin
mensuplarına karşı inanılmaz nefret tohumları ekilmiş yüzyıllarca ve bu tohumlar bugün
ortaya kontrolsüzce saçılıverdi. Asalım keselim, şu zamanın intikamını alalım diyorlar. 2000
yıl önce İsa Peygamber’in intikamının alınmasını isteyen var. Bizde Hz. Hasan ve Hüseyin’in
intikamını alalım diyen mi yok, tüm Alevilere saldıralım, kızılbaşlara ölüm diyenler mi?
Yorumların büyük çoğunluğu kin, nefret ve intikam üzerine; gitmeden hıncımızı alalım
derdindeler. Ha, şunu da belirtmeliyim; sanal ortamda bu kavga çoktan başladı, atışmalar,
ağza alınmayacak küfürleşmeler, çirkeflik, şu an tavan yapmış durumda.
Bir kısım mülayim insanlar da arabulucu olmaya soyunup tövbe edelim, günah çıkaralım
diyor. Ama gördüğüm kadarıyla onlar da korkmuşlar ve panik halindeler. Tabii safsata
bunlar; aptal olmayın, tadını çıkarın, deyip tiye alanlar da var ama onların yazılarında bile
korku ibarelerinin, acabaların olduğunu görebiliyorum.
–E, ne yapacağız şimdi? Sen tüm ibarelerin patlamaya hazır bomba olduğunu
söylüyorsun.
–Evet, benim öngörüm bu şekilde müdürüm, olay her tarafa gitmeye gebe. Yapacak
pek bir şey yok, biz işimize bakacağız, her şeyi yakından takip edip bu senaryoyu planlayanı
bulup deşifre edeceğiz. Yapabileceğimiz tek şey bu. Kolluk kuvvetlerinin de bu sürecin en az
ziyan ile sonuçlanması için gerekli önlem ve tedbirleri ivedilikle almaları gerekiyor. Her tür
hareketlilik çok yakından takip edilmeli zira karşımızda olacaklar; mahşer gününün geldiğini
zannedip kaybedecek bir şeyleri olmadığına inanan kişiler olacaktır. İnsanın en büyük
terbiyecisi, yaşam sevincinin kaynağı, öleceğini bilmesi ama ne zaman öleceğini
bilmemesidir. Eğer bir kişi o gün öleceğini biliyorsa, daha doğrusu inanıyorsa o kişinin
davranışları öngörülemez olabilir. Karısını, anasını, babasını bile kesebilir. Neden, niçin
onun içinde bastırılmış bilinçaltında saklıdır. Kaybedecek bir şeyi olmayan adamdan ben
korkarım müdürüm. En mülayimi bile bir canavara dönüşebilir. Bence her şeye hazırlıklı
olmalıyız.
İsmet Müdür bu paspal giyimli, hippi kılıklı adamı ilk gördüğünde ne kadar gıcık olduysa
adam konuştukça onu bir o kadar sevmeye ve ilgiyle dinlemeye başlamıştı. Adam dışıyla
değil, içiyle uğraşmış, biriktirmişti. Bakış açısına hayran olmuştu hatta ilk anda onun
hakkında düşündükleri aklına gelince kendinden utandı. Dışı pasaklı, kirli sakallı, atkuyruklu
bu herifin içinin tertemiz, pırıl pırıl olduğunu düşündü, ilk kez o çökmüş göz yatağındaki
gözlerinde ışıltı gördü.
–Rıza Başkomiser’im sen şimdi yine o sanal ortamına dön ama en küçük bulguyu bile
direkt bana bildir hatta benim cep telefonumu al, doğrudan beni ara. Hadi bakalım, rastgele.
Rıza Başkomiser dışarı çıkarken koltuğundan kalkıp elini sıkmayı da ihmal etmedi. Tam
camlı kapıdan dışarıya çıkıyordu ki geriye döndü.
–Müdürüm, özür dilerim ama bir varsayımımı da paylaşmak istiyorum. Bizim olay
henüz deşifre edilmedi. Bazı kimseler Yedikule Altın Kapı’da da bir şeyler oluyor dese de
bizimkisi hala gizli. Bence İsrailliler çok dardalar ve bunun ilahi bir olay olmadığını göstermek
için her an, bizim olayı servis edebilirler diye düşünüyorum.
Müdür, Rıza’nın söylediğine şaşırsa da ne kadar mantıklı olduğunu duyar duymaz anlamıştı.
“Yaparlar mı böyle bir adilik?” diye şaşkınlıkla sordu.
–Köşeye sıkışan kedinin ne yapacağını bilemezsiniz efendim.
Adam yerden göğe kadar haklıydı, o an kendisi de ben olsam yapardım veya yapabilirdim
diye düşündü. E, telefon açıp mevkidaşının dikkatini çekse olmazdı ama son denilenden çok
rahatsız olmuş; olmayan keyfi hepten yerlere inmişti. Eğer öyle bir adilik yaparlarsa İstanbul
gibi yirmi milyonluk kentte işi gücü bırakıp bir de serseri mayın gibi dolaşan insanlarla
uğraşmak zorunda kalacaklardı. Bu tam bir kabus olurdu. Bekleyip gelişmeleri görmekten
başka yapabileceği bir şey yoktu şu an. Kabus!
9 Nisan 2023 12.00 Kudüs
–İshak yemeği nereden söyledin ya? Öldüm açlıktan, dedi midesini tutarak Shlomoh
King David Oteli’nin dün gece yanan terasından Kudüs’ü seyrederken. “Vallahi benim de
karnım yapıştı, hemen gönderiyorum dedi oda servisi de yarım saat oldu daha gelecek.”
dedi.
–Ne söylemiştin?
–Beef Stroganoff. Madem buradayız şöyle zengin yemeği olsun istedim. Lakin
geleceği yok herhalde. Ya niye burada bekliyoruz ki? İki helikopter zaten değirmencinin kör
beygiri gibi dolanıp duruyor. Ne olacaksa olsa da gitsek buradan ya, sıkıldım artık!
Shlomoh kaşlarını çatarak devriye ortağı İshak’a döndü. “Sen ne olduğunun veya neler
olabileceğinin hala zerre farkında değilsin, değil mi?” diye hayretle kendisine anlamsızca
bakan İshak’a sordu.
–Abi elbette farkındayım; bomba, cesetler, sokaktaki karışıklıklar, elbette ciddiye
alıyorum.
–Senin bir bok anladığın yok oğlum, dünyanın merkezinde, sıfır noktasında
yaşadığından bile bir habersin.
–Ne demek şimdi bu, ne söylemeye çalışıyorsun?
İshak Shlomoh’un sinirle ve gereksiz yere kendisine yüklenmesine hem şaşırmış hem de
kendisinden bir yeni yetme, cahil ve ergen gibi bahsetmesine içerleyip sinirlenmişti.
Sholomoh’dan özür bekler gibi ona bakıyordu. Tüm gece ayaktaydılar, sinirleri harap
olmuştu, olayların içinde boğulmuşlardı ve üstüne, Shlomoh açlığa da hiç dayanamazdı. Kan
şekeri düştü mü sinirli bir tip olur çıkardı. Ama bu ona durduk yerde kendisinin üstüne gelme
hakkı vermezdi. İshak özür bekleyedursun Shlomoh, İshak’a kendini takip etmesi işaretini
vererek terasın Kudüs’ü en güzel gören yerine doğru gitti. İshak da yanına gelince tüm eski
Kudüs’ü göstererek “Bak bakalım İshak efendi, ne görüyorsun? dedi sert bir ses tonuyla.
–Abi ne göreceğim? Her zaman gördüğüm şehri görüyorum.
–Sen bir bok görmüyorsun, senin bakışın salak bir kuşun, öküzün baktığından farklı
bir bakış değil.
–Abi ayıp ediyorsun ama ileri gidiyorsun.
–Hiçbir yere gitmiyorum, ayıp falan da etmiyorum. Bak sana anlatayım; ben
baktığımda neler görüyorum da iyi dinle, nasıl bir bokun içinde olduğumuzu anla.
Shlomoh eliyle tapınak tepesini göstererek söze girdi.
–Burası dünyanın merkezi, sıfır noktası koçum. Bunu iyice kafana kazı, sı-fır nok-tası! Burayı, bu tapınak tepesi ve çevresini iyice analiz etmeden ne dünya politikalarını ne
tarihi ne de insan davranışlarındaki neden, niçin, nasılı anlayamazsın. Öylece taşa, duvara
mal gibi bakarsın. Burası semavi din denilen üç büyük dinin ortak sıfır noktası, merkezidir.
Bugüne kadar bu koduğumun dünyasında çıkan savaşların, katliamların, bizim halkımızın
çektiği onca sürgünün, acının, bu yerlerin, hepsi de aynı Tanrı’ya, aynı peygamberlere, aynı
tanrıdan gelen adları farklı ama kaynakları aynı kitaplara inanırken birbirlerine düşmelerin,
çakışan merkezi paylaşamamaların sonucu ve bu acılar hala yaşanmaya devam etmektedir.
Anlatayım: Hz. Davud’un Kudüs’ü ele geçirip tapınak tepesine ilk tapınağı yapmaya
başlaması ile başlıyor. Ömrü vefa etmiyor ve oğlu Hz. Süleyman, o muhteşem tapınağı
bitiriyor; burasını başkent ve bizim inanç merkezimiz haline getiriyor. 500 yıl burası
Yahudilerin en kutsal şehri oluyor, sonra Babil kralı şehri fethediyor ve tapınağı yakıp yıkıyor.
Bizim milleti sürgüne gönderiyor, artık orada neler yaşandığını zaten okullarda
öğrenmişsindir. Persler şehri ele geçirince bizimkilerin sürgünü bitip geri dönüyor ve ikinci
tapınak inşa ediliyor; pagan olan gaddar Roma komutanları Titus’u gönderiyorlar. Şehirde
taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmıyor; ikinci tapınağı da o yıkıyor. Yaklaşık 600 yıl
Roma ve takibinde Bizanslıların elinde kalıyor. Yahudilerin bırak burada yaşamasını, onları
kente bile sokmuyorlar. Bak, şu doğuda gördüğün hani Abdullah’ın lokantasının olduğu tepe
var ya, işte yılda bir gün Yahudilerin oraya gelip o da belli yaştaki erkeklerin Kudüs’ü
yalnızca uzaktan seyretmelerine izin veriyorlar, düşünebiliyor musun?
Yılda bir kez ve bir gün… Ne için? Yahudi oldukları için. Sonra altıncı asrın ortalarında halife
Hz. Ömer burayı fethediyor. Geldiğinde de ilk, tapınak tepesini görmek istiyor. İşte, o tepeye
geldiğinde ne görüyor sence? Bir sürü yıkık dökük moloz yığınlarının içinde kalmış hatta
şehrin çöplerinin atıldığı virane bir yer. Hz. Ömer, Hz. Muhammed Peygamber’in göğe çıktığı
muallak taşını arıyor, buluyor ve etrafını çitle çeviriyor. Şu an Mescid-i Aksa’nın yerine üç bin
kişinin namaz kılabileceği ahşap bir mescidi kendisi de inşaatında bizzat çalışarak yaptırıyor.
Şehirde yaşayanlara ilk ameni o veriyor, bilgili büyük bir zat… Ortodokslar, Yahudiler ve
Müslümanlar ilk kez rahatça ibadetlerini yapabiliyorlar. Sonra Haçlı Seferleri yapılıyor ve
Kudüs 88 yıl Haçlı tapınak şövalyelerinin yönetiminde kalıyor. Haçlılar, Kudüs’ü ele
geçirdiklerinde tam bir katliam yapıyorlar. Katliama yalnızca Müslüman ve Yahudiler maruz
kalmıyor; doğu kilisesi Ortodoksları da hatta en çok da onlar maruz kalıyor. Hepsi Hristiyan
olmalarına rağmen Ortodoks kiliselerini at ahırlarına dönüştürüyorlar. Mescid-i Aksa’yı ise
atış talimine… Neyse sonra herkesin bildiği gibi Selahattin Eyyubi Kudüs’ü ele geçiriyor,
sonra Osmanlılar… Yaklaşık 450 yıl onların denetiminde, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
İngiliz mandasında ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da bizimkiler… Zaten bizimkini
ayrıntısıyla öğrenmişsindir. Bu kadar tarih dersi yeter mi?
–Bence de yeter, bunlar bilmediğim şeyler değil ki…
–Bunları üç aşağı beş yukarı bildiğini ben de biliyorum ama önemli olan şu; şeytan
ayrıntılarda gizli. Mesela dünyanın en eski yerleşim yeri olan Kudüs’ün bu uzun tarihinde 52
defa saldırıya uğradığını, 44 defa ele geçirilip sonra tekrardan kurtarıldığını, 23 defa işgale
uğradığını ve iki kez tamamen yıkıldığını biliyor musun? Bilmiyorsun. Barış ve kardeşliğin
şehri anlamına gelen isimdeki bu şehrin insanlarının ne kadar acı çektiklerini artık sen
düşün. Kendi güzel ama yazgısı kötü. İşin kötüsü bu yazgıyı, bu şehri çekinmeden, ölümü
göze alacak kadar seven inançlı insanlar yazıyor. Dur, asıl sana anlatacağım bölüme geldim.
Esas mevzu burada, bak şimdi, üç semavi din için Kudüs’ün ne kadar kutsal bir yer olduğunu
sana anlatacağım.
Bak, Dome of Rock, yani Kubbest-üs Sahra… Müslümanlar için, Peygamberleri Hz.
Muhammed’in miraca yükseldiği muallak taşı orada. Orada Hz. Muhammed miraca
çıkmadan tüm peygamberler ile buluşup namaz kılıyor ve göğe yükseliyor. Müslümanlar için
kıyamet gününde İsrafil meleğin üstünde boruyu üfleyeceği kutsal kaya. Aynı kaya, biz
Yahudiler için dünyanın merkezi kabul ediliyor; Tanrı, dünyayı işte o kayadan başlayarak
yaratıyor. Hz. İbrahim’in oğlunu, adaşın Hz. İshak’ı, kurban etmek için yatırdığı kaya, işte o
kaya. Nuh Peygamber’in tufandan sonra ilk ayak bastığı kara parçası, işte o kaya.
Hristiyanlar için ise Hz. İsa’nın üzerinde vaaz verdiği de o kayadır. Ne oldu? Üç din de aynı
yerde kilitlendi, hepsi için vazgeçilmez nokta. Ne kadar kutsal olduğunu şöyle düşün, sen
gidip elini değdirebilir misin o kayaya?
–Yok, yasak olduğunu biliyorum.
–Aynen, anca Yakup sülalesinden gelen çok büyük din adamları dokunabilir. Kıyamet
gününde en saf ruhların bu taş üstünde toplanacağı inancı da vardır.
Gelelim batı duvarına, bizim en kutsal yerimiz, Hz. Süleyman’ın mabedinden ayakta kalan
tek kalıntı, kıymetlimiz, vazgeçilmezimiz… Müslümanlar için de önemli zira Hz.
Muhammed’in, miraca çıktığı gece, atı Burak’ı bağladığı yer.
Bak hemen ilerisi Kutsal Kabir Kilisesi, İsa Peygamber’in çarmıha gerilip, üç gün sonra
semaya yükseldiğine inanılan kabrinin olduğu kilise. Çile yolu, on dört tane durak ve
kiliseler…
Karşısı Zeytin Dağı, Hz. İsa’nın vaazlarını verdiği, yakalanıp yürütüldüğü çile yolu, Hz.
Meryem’e kutsal doğuşun müjdelendiği yer, aşağısı kabrinin olduğu yer. Hristiyanlar için İsa
Mesih’in tekrardan dünyaya ineceği yer, bizim için de Mesih’in dünyaya inip kurulan köprü ile
tapınak tepesine geçeceği yer. Müslümanlar için de Zeytin Dağı’na inen Mesih’in bak o
cesetlerin asılı olduğu kapıda Müslüman Mehdi ile bir araya gelip de Deccal’e karşı son
savaşı başlatacağı yer. Altın Kapı’ya ne demeli? Şimdi iki cesetle bombanın asılı olduğu yer
var ya, inanılmaz önemli! Hristiyanlara ve Yahudilere göre Zeytin Dağı’na inen Mesih,
kurulan köprü ile Altın Kapı’dan tapınak tepesine geçecek ve ilahi mahkemeyi kuracak. Niye
milyon dolarları verip de oradan Yahudiler mezar yeri alıyor, biliyorsun değil mi? Çünkü ilk
burada yatan mezardakiler dirilip Mesih’i karşılayacaklar, bundan dolayı. Niye o Altın Kapı
kapalı, onu biliyor musun? Niye hep Müslümanlar tarafından kapatılıp Hristiyanlar tarafından
açılıyor? Sözüm ona Kudüs hep o kapıdan işgale uğramış… Güvenlik için mi acaba? İşte,
Zeytin Dağı’na inen Mesih, karşıya geçmesin diye olabilir mi sence?
Hem sordu hem de İshak’ın kendisini dinleyip dinlemediğini kontrol etmek için ona baktı.
İshak’ın can kulağı ile kendisini dinlediğini görünce devam etti.
–Bak, o aşağıda yalnızca Yahudi ve Hristiyan mezarlığı yok. Orada İslam’ın ilk
dönemi dedikleri dönemden çok değerli adamların mezarları var. Hatta ilk kabristanı onlar
oraya yapıyor, sence niçin? Çünkü gelen Mesih, Hz. Yakup Peygamber’in soyundan yani
Kohen olacak; bir rivayete göre Kohenler kabristana giremez, adamlar neleri düşünüp
kendilerince önlem almışlar…
–Abi köprü kurulacak ya sonuçta, kabristana pek girmiş de sayılmaz. Sorun kapının
kapalı olması bence, diye fikrini belirtti İshak.
–Yani… Konuda da anlaşamıyor, ortak paydada buluşamıyorlar. Hristiyanlar ve bizim
bazı mezhepler, kapının açılmasını istiyor, bazıları da buna ısrarla karşı çıkıp kapının Allah
tarafından günü geldiğinde kendiliğinden yıkılacağını söylüyorlar.
–Sence günü geldi mi?
–Bilmem onu anca Tanrı bilir.
–Senin zaten pek bu taraklarda bezin yok, deyince Shlomoh sinirle İshak’a dönüp
eliyle ayıp bir işaret yaptı.
–Nah yok! Ne demek şimdi bu?
–Yani abi kaç aydır neredeyse her gün beraberiz, sende pek öyle din min ibaresi
görmedim. Hatta ateist olduğunu düşündüm.
–Halt etmişsin. Para ile imanın kimde olduğunu Allah bilir. Bilip bilmeden kimseyi öyle
üç shekellik beyninle yargılayıp sonuca varma.
–Ne yani, yalan mı? Senin bir kez bile bir sinagoga gittiğini, dua ettiğini ne gördüm ne
de duydum.
–Göremez, duyamazsın. Ben inancımı kimseye reklam etmek durumunda değilim.
Allah ile arama kimseyi sokmam, o biliyor benim nasıl bir inançlı birisi olduğumu, başkasının
bilmesine gerek yok. Ben Allah’ın dinine inanıyorum, Allah’ın dinini kendisine göre
yorumlayıp farklılaştıran din adamlarının söylediği dine değil.
–Hadi onu geçelim, daha şu ana kadar hiçbir Hristiyan, Müslüman hakkında eleştiri
yaptığını bile görmedim, bizimkileri daha çok eleştirip tiye alırdın hep. Yalan mı?
–Doğru. Bizim dinimizi biliyor ve yapılan farklılıkları eleştiriyorum ama Hristiyanlık ve
Müslümanlık için bilgilerim çok yüzeysel, anca bana anlatılanlarla sınırlı. Onları nasıl
eleştirebilirim ki? Herkesin inancı kendine, bana ne? Bence en büyük sorun, zaten burada
yatıyor. Herkes için kaynak aynı, İlah aynı ve yüzde doksan dokuz da benzerlikler olmasına
rağmen, o geri kalan yüzde bir, din adamlarının anlayıp yorumlamalarının farklılığından
doğuyor. İşte bu yüzden de yüz yıllar, bin yıllar boyunca yaşanan tüm bu acılar, katliamlar,
savaşlar, herkesin kendininkini diretmesinden kaynaklı olarak ortaya çıkıyor. Şu küçük
farklılıktan vazgeçip olayları, büyük yüzdeden ele alsalar emin ol, dünya mükemmel bir hale
gelir. Tüm savaşlar, kavgalar biter; işte o zaman, şu gördüğün kutsal şehir, adı gibi barış ve
kardeşliğin başkenti olur ama ne mümkün?
Oğlum hatalı, zaaflı din yoktur; Tanrı’nın gönderdiği her din, mükemmeldir. Eğer bir yerde bir
kusur varsa emin ol, o mükemmel dinleri yorumlayanlardan dolayı oluşur. Yani senin aklın
alıyor mu, tek bir Tanrı var diyorsun ve ona inanıyorsun ama o tek Tanrı herkese farklı şey
gönderiyor, bu kadar saçma bir düşünce olabilir mi? Tanrı’nın amacı ne? Tavşan kaç, tazı tut
mu? Ne alaka? İnan, tüm kitapları bir şablon haline getir, üst üste koy, göreceksin hepsi bire
bir aynı. Hangi kitapta öldür, git komşundan çal, öksüze, yoksula eziyet et diyor? Hepsinde
hatta semavi olmayan diğer inançlarda da yardım et, öldürme, gasp etme, kul hakkı yeme
diyor, diyor da bunu dinleyen kim?
–Kimse dinlemiyor mu? Herkes mi aynı?
–Değil elbet ama doğruyu anlayıp ona göre hareket eden azınlık. İnsanoğlu
egosunun kurbanı, genelde benimki diyor da başka bir şey demiyor. Mesela sana o
azınlıktan, hemen şu gördüğün yerden örnek vereyim mi?
–Hadi…
–Bak, şu Kutsal Kabir Kilisesi’nin hemen yanında Ömer Camisi var ya, güzel bir
örnek mesela. Hz. Ömer şehrin anahtarını almak için zamanında Kudüs’ü yöneten Ortodoks
patriğin yanına geliyor. Patrik ona şehri gezdiriyor. Kutsal Kabir Kilisesi’ni gezerlerken Hz.
Ömer’in yanında bulunanlar, kendisine namaz vaktinin geldiğini söylüyorlar, bunu gören
patrik de Hz. Ömer’e jest olsun diye isterlerse vakit namazını kilisenin içinde kılabileceklerini
söylüyor. Hz. Ömer ne yapıyor, biliyor musun? “Patrik Efendi, eğer şimdi ben namazımı
burada, sizin kilisenizde kılarsam benden sonra gelenler bunu öğrenip kilisenizi elinizden
alırlar.” diyor ve kilisenin avlusundan çıktıktan o bugün Ömer Cami olan yerde, dışarıda
eşrafı ile birlikte namazını kılıyor.
–Vallahi güzelmiş, helal olsun.
–Bir tane daha ister misin?
–İsterim, dedi İshak heyecanla.
–Bak şu tapınak tepesi yüz kırk dört dönümlük bir arazi, o gördüğün muhteşem
surları kimin yaptırdığını biliyorsun, değil mi?
–Kanuni Sultan Süleyman.
–Aferin, yalnızca surlar değil; orada gördüğün birçok mescidi, su sebilini, medrese
binasını hatta neredeyse tamamını Kanuni Sultan Süleyman yaptırmıştır. İçeride hanımı
Hürrem Sultan adına yapılan aşevi, bugün bile fakir ve muhtaç insanlara sıcak yemek
veriyor, düşünebiliyor musun? Neredeyse 500 yıldır hizmet veren, her gün fakire, garibana
kesintisiz yemek dağıtan bir aşevi… Adam ta o zaman Kudüs’ün su sorununu çözüyor,
inanabiliyor musun?
–İnanılmaz.
–Bence de inanılmaz. Ama asıl sana söyleyeceğimi iyi dinle. Halil kapısını bilirsin,
onun üzerinde Kanuni Sultan Süleyman’ın kitabesi var. Ne diyor, onu biliyor musun?
–Yo…
–La ilahe illallah İbrahim Halilullah… Aslında Kanuni Sultan Süleyman Müslüman’dı
ve “La ilahe illallah Muhammeden Resulullah” yazdırması beklenirdi ama o, üç semavi dinin
de ortak atası saydığı Hz. İbrahim Peygamber’i yazarak yalnızca Müslümanları değil; bu üç
dine mensup kişileri, barış ve kardeşlikte buluşturmayı amaçlamıştır. İşte, bunlardan dolayı
Muhteşem Süleyman diye ismini tarihe altın harflerle yazdırmıştır.
Shlomoh hareketliliğin, kargaşanın gitgide arttığı şehri şöyle bir eliyle göstererek “Bir de
bizim geldiğimiz noktaya bak! Adamlar yüzyıllar önce neleri düşünüp nasıl hareket etmişler,
sözüm ona 21. yüzyılda bilgi, iletişim, teknoloji çağını yaşıyoruz, şu zavallılara bak! Bıraksan
hepsi birbirini boğazlayacak sen Yahudi, sen Hristiyansın veya Müslümansın diye, bu mu
yani bilgi çağı? Bu mu inanç? Bu mu insanlık, hümanistlik? Bak, atalarımızın yılda bir kez
gelip Kudüs’ü seyrettiği tepeye bak! Bak bakalım bin yıl sonra bir farklılık görebilecek misin?
Bak bak!” dedi.
Shlomoh’un gösterdiği Müslüman çeyreğinde olan tepede, bir sürü Filistinli toplanmış,
kendilerine engel olmak isteyen kolluk kuvvetleri ile itişip kakışmaya başlamışlardı.
–Aynı abi ya, değişen hiçbir şey yok hatta daha da kötü.
Shlomoh artık konuşmuyordu. Öyle derin derin düşünceli bir halde kaosun ele geçirmeye
çalıştığı şehri dolu gözlerle seyrediyordu. O boş midelerine rağmen arkadan seslenen servis
garsonunu bile duymuyorlardı. “Komiserim beef stroganoffunuzu…” dese de maalesef tat
kaçmıştı artık.
9 Nisan 2023 12.20 İstanbul
İsmet Müdür, saygı ile ayağa kalkarak kendilerine bilgilendirme yapmak için gelen
akademisyenleri odasına buyur etti. Akademisyenlerin hepsi çok bilgiliydi; uzmanlık
alanlarını da Filistin ve Ortadoğu oluşturuyordu.
İlahiyatçı Prof. Dr. Nurullah Göktürk, simge bilimci Prof. Dr. Turan Tan, güvenlik uzmanı
Hamdi Nar, Antropolog Seda Alkan ve Tarihçi Prof. Dr. Tuğrul Güçlü’nün yerini alması ile
İsmet Müdür doğrudan konuya girdi.
—Efendim, hepiniz hoş geldiniz. Hasan Müdür size içinde bulunduğumuz durum ile
ilgili gerekli bilgilendirmeyi yapmış olmalı. Sabahtan beri tüm uğraşlarımıza rağmen değil bir
ipucu, en küçük bir ilerleme kaydedemedik. Bakın, ana ekranda görüyorsunuz; biri Kudüs,
diğeri de bizim Altın Kapı, ikisinde de görmüş olduğunuz manzarayı yaşıyoruz. Bunu
hazırlayan adamlardan ne bir mesaj ne de en küçük bir iz var. İsraillilerin ve bizim şu ana
kadar olan tüm çabamız boşuna çıktı. Her iki ülkede de rahatlıkla diyebilirim ki tüm kolluk
kuvvetleri her şeyi bırakıp tamamıyla bu konuya odaklandık ama sonuç sıfır. Sanki birileri
zembille inip o insanları kapılara çivileyip gitti. Şimdi sizden istirhamım; lafı eveleyip
gevelemeden, en saçma fikri bile es geçmeden, şu görüntüleri seyrederek bir şeyler
bulmaya çalışmanız. Bize tutabileceğimiz bir ipucu, bir başlangıç noktası göstermeniz.
Hasan Müdür de söylemiştir; o topa benzeyen asılı şey, geriye doğru sayan bir bomba ve
vaktimiz çok kısıtlı. Buyurun, sizi dinliyorum. Mesela Turan Bey bu iki fotoğrafta birbirine
benzeyen ve ayrılan şeyler var; bir simge bilimci olarak bu fotoğrafta bizim göremediğimiz bir
mesaj olduğunu düşünüyor musunuz?
—Efendim, Hasan Bey’i ve sizi dinlerken ben de bu konuyu durmadan kafamda
döndürüp durdum.
—Peki, bir şeyler çağrıştırdı mı sizde?
—Yani şöyle. İlk başlangıçta, özellikle de bizimkisi Da Vinci’nin Vitruvius adamı
çizimini anımsatsa da İsrail’dekinin böyle bir çağrışımı yok; yani buradan hareket
edemeyeceğimizi düşünüyorum. Kapılarda asılı olan şekillerin simetrisinin mükemmel
olmasına bakılarak acaba dedim ama o da beni bir yere götürmedi. Bizdeki kadın ve erkeğin
bacaklarının açıklık açısından ve duruş şekillerinden kadın ve erkeklik cinsel organlarının
simgesel gösterimleri olabilir diye düşündüm ama tek başına, herhangi bir şey ifade etmiyor.
Zaten simgesel olarak göstermek zorunda da değil zira her şey ayan beyan ortada; yani
kıyafetsiz ve anadan doğmalar.
Bence burada hareket noktamız; Altın Kapı ve cesetlerin altın suyuna batırılması olabilir diye
düşünüyorum, buradan hareket edebiliriz. Her iki kapının adı da Altın Kapı ve her iki ülkedeki
dört mevta da yani Hasan Müdür kızın yaşadığını söyledi, ben de düzelteyim, asılı dört kişi
de altın suyuna batırılmış, altın rengindeler. İşte, burada bir mesaj verilebilir. Dünya altın
çağını yaşadıktan sonra kıyametin kopacağı inancı vardır. Geçmiş yüzyılları, dönemleri
düşünürsek bazı kesimlerin iddia ettiği gibi insanlık altın çağını yaşıyor denilebilir. Kapıda
asılı olanlara bağlanan bombalar ile altın çağını yaşayan bu insanlığın sonunun geldiği
mesajı verilmek istenebilir diye düşünüyorum. Hiçbir mesajın bırakılmaması, hiçbir isteğin
olmaması, insanlıkça değerli altının mevtalarda kullanılması ve bunu yapanların hiç
kimseden bir arzu veya beklentisinin olmaması ile yalnızca yapmak istedikleri şeyi tebliğ
ettiklerini düşünebiliriz. Cesetlerin çıplak olması; dünya dünyada kalır, çok önemsediğiniz
maddiyatın gideceğiniz yerde hiçbir önemi yokturun anlatımı olarak düşünülebilir. Kadının
ters asılması ve bizdekinin cinsel organının erkeğin arkasına saklanması, bunu yapanların
radikal olma olasılığını güçlendiriyor. Bu kadar ulu orta ortaya dökmeleri, kendilerine ne
kadar güvendiklerinin de bir başka belirtisi. Şimdilik diyeceklerim bu kadar, deyip yerine
oturdu. Bu sefer İlahiyatçı Nurullah Göktürk söz aldı.
—İstanbul ve Kudüs’ün arasında pek bir bağlantı kuramamakla beraber yalnızca
Kudüs’ten hareket edecek olursak seçilen şehir de bölge de kapı da her şey beklenen
Mesih’le ilgili çağrışımlar yapıyor. Aralarında küçük farklılıkları olsa da üç semavi dinin de
belirttiği, Mesih’in Zeytin Dağı’na ineceği, oradan kurulan köprü ile Altın Kapı’dan geçerek
Kudüs’e gireceği yönünde. Bizim için de bu kapıda Mehdi ile birleşerek Deccal’e karşı savaş
açacakları yönünde. Asılı kişilerin çıplak olmaları, dinden çok şeytani bir tarafı sergiliyor.
Yani şeytani bir gücün, bu Mesih inancına müdahale etmeye çalıştığı izlenimi veriliyor.
Burada Allah göstermesin o bomba patlarsa üç semavi dininde kutsal saydığı en önemli
şeyleri yok etmekle tehdit ediyor. Ayrıca gelecek dönemde, geçmiş kutsalların yerinin
olmadığını da belirtiyor olabilir. Eğer şunları yaparsanız vazgeçerim diye bir isteğin de
olmaması, geçmişin kapanacağını ve yepyeni bir dönemin geleceğini vurguluyor. Altın
rengindeki cesetlerle de putlaştırmış olduğunuz maddiyatla beraber gidin, bundan sonra
paranız sizi kurtaramayacak diyor. Sanki kendiliğinden olması beklenene müdahale ediliyor
gibi bir izlenime kapıldım, deyince Güvenlik Uzmanı Hamdi Nar Bey söze girdi.
—Nurullah Bey ben de aynı şeyi düşünüyorum, size şöyle yaşanmış bir örnekle daha
iyi izah edebilirim diye düşünüyorum.1969 yılında Mescid-i Aksa’yı, yani kıble mescidini
Avusturalya’dan gelen Hristiyan bir genç ateşe veriyor ve genç yakalanıp sorguya alınıyor.
Niçin böyle bir şey yaptın sorusuna verdiği cevap çok ilginç; “Tanrı’yı kıyamete zorlamak
istedim.” diyor. Hocamın dediği gibi bu olayda da sanki böyle bir zorlama denemesi var gibi
geldi bana. Ha, derseniz İstanbul Yedikule ne alaka? Onunla ben de bir bağlantı kuramadım.
Ama biliyorsunuz Yedikule, zamanın en ünlü zindanları ve çekilen binbir acıları düşünürsek
her bir taşı nelere şahit olmuştur, kim bilir… Bu kadar acı bir gösterge vitrin yapılıp da
dünyayı işte böyle yaptınız, şimdi de biz ele alıyoruz, denilebilir mi? Yani Yedikule Zindanları
bir örnek neden, Kudüs de sonuç olarak betimlenebilir mi? Dünya ile Yedikule Zindanları’nı
bir meteor olarak eş kullanabilir mi? Ayrıca bombaların saatlerindeki fark düşünülünce
buranın bir örnek gösteri yeri olarak seçilmiş olması da muhtemel geliyor.
Şundan kesinlikle eminim; bu olay yalnızca iki ülkede kalmayacak kadar büyük güvenlik
zafiyetleri doğuracak kitle hareketlerine sebep olacaktır. Bence bu cephanelikte çakılmış bir
kıvılcımdır. Kesinlikle bulunduğu yerden çok uzaklara, çok büyük kitlelere etki edip çok
büyük toplumsal hareketlenmeye gebedir. Tüm dünya için birinci dereceden güvenlik sorunu
oluşturmaktadır. Zaten şu anda ajanslara gelen görüntüler de bu tezimi doğrular niteliktedir.
Yalnızca semavi dinlerin bölgelerinde değil, tüm dünyada etkileşimi olacaktır; bunun
sonucunda da herkes payına düşeni alacaktır. Hele o bomba bir patlarsa artık dünya, eski
dünya olmayacaktır. Yarın belki uyanacağımız bir dünyamız bile olmayabilir diye
düşünüyorum.
—Hamdi Bey durun, enseyi karartmayalım lütfen. Siz yorumunuzu sonraya değil;
şimdiye, bunu yapanların üzerine kaydırın.
—Efendim, bunu yapanlar çok gelişmiş hatta inanılmaz derecede profesyonel, çok iyi
planlanmış, çok karmaşık bir örgüt veya insan, her ne denilirse… Öyle alışılagelmiş kıytırık
örgütlerin yapabileceği bir durum değil. Hele Kudüs! Güvenlik olarak santim santim izlenip
kaydedilen bir yerde bu kadar profesyonelce bir eylem yapmak… Ben bilmiyorum ve aklım
almıyor. Değil herhangi bir manyak veya radikal bir grup, bunu yapsa yapsa anca NASA
yapar; o da yapabilirse diye düşünüyorum. Ülke istihbaratları bile bu çapta bir resim çizemez
bu mermer duvarlara, yani aklım almıyor. Neden, sonuçları öngörebilsem de nasılı
çözemiyorum. Nasıl bir teknoloji o ağırlıktaki insanları o kadar kısa zamanda oraya asabilir?
Çiviler, mermer blokların ortasına çakılmış, taş nasıl kırılmamış veya o çivi taşın göbeğine
nasıl çakılabilmiş? O kadar simetri nasıl yapılabilmiş? Aklım almıyor. Bu seferde Antropolog
ve Psikolog Seda Hanım konuşmaya başladı.
—Benim ilk izlenimlerim; bunu yapanlar mutlaka çok iyi organize olmuş bir grup.
Birliktelikleri çok uzun yıllara dayanıyor ve bu planın üzerinde uzun zaman çalışmışlar. Çok
iyi eğitimliler ve aynı zamanda donanımlılar, zenginler hatta dudak uçuklatan cinsten
zenginler. Teknoloji konusunda da çok ileriler, askerlerle bir bağlantılarının olabileceğini de
düşünüyorum. Kısaca çağın çok önünde giden bir profil çiziyorlar. Bence gözümüzün
önündeler, herkesin bildiği birileri ama en son akla gelecek cinsten.
—Seda Hanım, gözümüzün önünde derken tam olarak neyi kastettiniz?
—İsmet Bey, bu kadar özelliği bünyesinde toplayan bir grup mutlaka şu anda da
dünyanın çok iyi bildiği, çok başarılı birileridir, ne üretip satıyorlarsa eminim ki işlerinde çok
iyilerdir ve mutlak birçok insan o ürünleri kullanıyordur. Mesela bir teknoloji veya bilgisayar
firması olabilirler. Ürünleri her evde vardır, insanların zengin veya başarılı olmaları psikopat
olmayacakları anlamına gelmez. Gördüğümüz tabloyu, en başarılı ülke istihbarat
örgütlerinden birine verseniz bile bu muntazamlıkta yapabilecek olan çok nadirdir. Tüm
dünya onları arıyor ama şu ana kadar bulunan bir ipucu dahi yok, bu da onları dediğim gibi
mükemmel yapıyor.
Tarihçi Prof. Tuğrul Bey söz aldı.
—Efendim ben de Yedikule Zindanları hakkında biraz bilgi vereyim; Altın Kapı,
Bizans’a gelen yabancılara muhteşem Bizans’ı göstermek, misafirleri ihtişamlı bir şekilde
karşılamak için İmparator Theodosius tarafından yapılıyor; sonra oğlu dört gözetleme
kulesinden oluşan kaleyi, bu kapı ile birleştiriyor. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan
Mehmet de üç kule yaptırıp aralarını surlarla birleştirince bugünkü haline geliyor. Önceleri
garnizon olarak kullanılıyor, sonra Osmanlı’nın hazinesi burada tutuluyor. Tabii en önemlisi
de adını aldığı o çok meşhur zindan, hapishane olarak çeşitli şekillerde kullanılıyor.
Sonradan farklı amaçlara hizmet etse de genel olarak bina; zindan, askeri garnizon ve
hazinenin tutulması ile ünlü. Hemen yanında İstanbul’un en eski camisi var. Altın Kapı, altın
suyuna batırılan insanlar, hazine, şehrin en eski camisi… Bunlar Kudüs ile
ilişkilendirebildiğim şeyler. Yahudiler için çok önemli olan Theodor Herzl, ilk kez Kudüs’ü
gördüğünde ve düşüncesi sorulduğunda burayı, “Sıkış tepiş, kökten dinci manyakların iç içe
olduğu cehennem.” diye tarif etmiştir. Yedikule Zindanları da devrin cehennem diye tarif
edilen hapishaneleriydi. Bilmiyorum gidip göreniniz var mı, eğer gezerseniz orada yaşanan
acıları bugün bile hissedebilirsiniz. Mesela Genç Osman kulesini ve kesilen başların atıldığı
kuyuyu…
Seda Hanım araya girdi.
—Her iki yerde de ne sebeple olursa olsun, insanlar büyük acılar çekmişler, maddi
manevi devirlerinde önemli sınavlardan geçmişler. Gerçi bugün Yedikule Zindanları’nın tarihi
anıt olarak öneminin haricinde bir özelliği kalmamış olsa da Kudüs hala en önemli
lokasyonların en başında. İki yer hakkında bağlantıya çok yoğunlaşmamak lazım bence.
Yapanın, bu iki yeri seçmesinde kimsenin aklına gelmeyecek kendince bir sebebi olmalı.
Hamdi Bey, “Seda Hanım’ın fikrine ben de katılıyorum; iki olayın arasında kurulan bağ,
örgütün özelinden de kaynaklanabilir, iki olayı birbirine bağlamaya çalışmaktansa her ikisini
de paralel götürmekte yarar görüyorum. Her şey neden olabilir.”derken odaya komiserlerden
biri destursuzca daldı.
—Müdürüm, özür dilerim ama Kanal 71’i açabilir misiniz?
“Hayrola oğlum, ne var ki?” derken bir yandan da Kanal 71’i bulmaya çalışıyordu ve
bulduğunda tüm oda dondu kaldı. Kara sakallı, kafasında dini sarığı, üzerinde ta Peygamber
Efendimizden kalma kıyafeti ile medyada bayağı ünlü olan bir hoca çıkmış konuşuyordu;
altta kocaman punto ile “Hakkınızı helal edin…” yazıyordu. Hoca bugünün tüm İslam
aleminde beklenen mahşer günü olacağını, öldükten sonra sorgu meleklerine neler
denilmesi gerektiğini, sırat köprüsünden geçerken hangi duaların okunmasının doğru
olacağını anlatıyor, vaaz veriyor ve tüm izleyenlerden helallik istiyordu. Adamın tavrı ve
konuşmaları odada buz gibi bir hava estirmeye yetmişti. Herkes ikili üçlü kendi arasında
konuşup hocaya gıyabında verip veriştirmeye başladı. İsmet Müdür, doğrudan Hasan
Müdür’e, “Arayın şu kanalı, derhal yayını kessinler! Hasan Müdür’üm hemen bir ekip yolla
kanala, şu mendeburu alıp bir kafese tıksınlar. Allah senin belanı versin köpoğlu!” deyip
Seda Hanım’ın odada olduğunu unutarak adama ana avrat küfretmeye başlamıştı.
–Derhal kanala ekip yollayın! Bu herifi, karşı gelen herkesi tutuklasınlar.
Güvenlik Müdürü Hamdi Bey, “Müdürüm bu yayın çok kötü oldu, insanlar zaten tedirgindi,
şimdi bu saçmalığı duyan afallayacak! Emin olun, birçoğu da saçmalayacak. Bence ivedilikle
tüm kanal yöneticilerine uyarı yapılsın, bu gibi halkı tedirgin edecek aykırı yayınları
yayınlamasınlar yoksa toplumsal çöküşlere gebe kalabiliriz.” dedi.
İlahiyatçı Nurullah Bey söz alarak “Ne yazık ki yıllardır toplum bu ve bunun gibi şaklabanlara
prim veriyor. Haşa, ağzından çıkanı fetva gibi görenler bile var! Alın işte yobazlığın,
hadsizliğin sonucu! Adama bak, çıkmış mahşer gününü yaşıyoruz diyor. Allah’ım sen bu
yobazlardan bizi koru.” diye fikirlerini aktardı.
Antropolog Seda Hanım:
–Eğer bir toplum düşünme, sorma, araştırma yetisini yitirip doğru ve yanlışı ayırt
edememe durumuna gelirse ne yazık ki bu ve bunun gibi kişiler, özellikle toplumun en saf
halleri ve inançları ile oynar, istedikleri gibi de yönlendirme yaparlar. Yaptıklarından prim
topladıklarını da gördükten sonra ben neymişim be denklemine girerler, bir süreden sonra
onlar da düşünme yetilerini yitirip gelişine, karşıdakinin beklentisine, özellikle de kendi
çıkarlarına doğru, ağzına geleni tartmadan söylerler. Temsil ettikleri kişiliklerden uzaklaşıp
narsist kişilik bozukluğuna doğru giderler.
İsmet Müdür, bilim adamlarına teşekkür edip kendilerine tahsis edilecek odada konu ile ilgili
çalışmalarına devam etmelerini, dışarıdan her türlü yardımı almaktan da geri kalmamalarını
istedi. “Tutup çekebileceğimiz ipucuna ihtiyacımız var. Lütfen tüm konsantrasyonumuzu
lütfen buna yoğunlaştıralım.” dedi. Grup çıktıktan sonra da hemen müdür yardımcılarını ofise
çağırdı.
–Evet beyler, anlatın bakalım, İstanbul ne alemde?
İstanbul asayişten sorumlu Müdür Yardımcısı Saffet Müdür, “Müdürüm, zaten biz de size
bilgilendirme yapmak için gerekli hazırlığımızı bitirmiştik. Şunu da söyleyeyim; Sayın Bakan
aradı ve İstanbul’un şu anki durumuyla ilgili kendisini de bilgilendirdik. Arz edeyim efendim.
Şimdiye kadar beklediğimizden daha fazla hatta önceden öngörülemeyecek kadar büyük bir
toplumsal hareketlilik var efendim. Şehre bir şeyler oldu; havaalanlarında, garajlarda, tren
garlarında inanılmaz bir yoğunluk olmaya başladı; herkes memleketine, yani ailesinin olduğu
yerlere gitmeye çalışıyor. Şu ana kadar birçok semtte gitgide artan intihar vakaları anons
ediliyor. Birçok yerde durduk yerde kavgalar çıkmaya başladı. Polis merkezinin telefonları
kilitlenmiş vaziyette inşallah pek uzun sürmez tüm GSM hatları da çökmüş gibi gözüküyor.
Anonslara ambulans yetiştirilemiyor. Pek çok çalışan hiçbir sebep göstermeksizin iş yerini
terk etmeye başlamış. Allah’tan bugün pazar, çoğu iş yeri kapalı. Camiler, özellikle de
türbeler, ibadet ve dua edenler ile dolmaya başladı. Ağlayanlar da panik…” diyordu ki odaya
bu sefer de kriz masasından bir polis destursuzca daldı ve “Müdürüm, hemen CNN’i açabilir
misiniz?” dedi.
“Ne oldu oğlum, ne var CNN’de?” demeye kalmadı. Müdür CNN’in hangi kanalda
olduğunu ezbere bildiğinden hemen açtı ve karşısındaki fotoğrafı görünce ana avrat küfür
etmeye başladı. Fotoğrafta sabahtan beri ekranında seyrettiği ve ezberlediği gibi İstanbul ve
Kudüs’teki Altın Kapılarda duran, o altın suyuna batırılmış cesetler ve altta sallanan
bombalar yan yana kendisine bakıyordu. Haberin altında da koca punto harfler ile Kudüs ve
İstanbul yazıyordu. Spiker, yayına online olarak bağlanmıştı, Kudüs İçişleri Bakanı ise
demeç veriyordu. Başkomiser Rıza’nın tahmini doğru çıkmış, İsrailliler kendilerine ihanet
edip üzerlerindeki baskıyı ve stresi hafifletmek için İstanbul’daki olayı medyaya servis
etmişlerdi. Bunu göre İsmet, “Çabuk şu koduğum Sion pezevengine bağlayın beni!” dedi.
Kapıdaki polis, Sion’un kim olduğunu bilmiyordu. İsmet, “Kudüs Emniyet Müdürü’ne oğlum,
hadi çabuk!” diye yönlendirdi fakat üç dört dakika geçmesine rağmen bağlantı sağlanamadı.
–Müdürüm İsrailliler, müdür yerinde yok diyorlar, ne yapalım?
–Aramaya devam edin pezevengi, yüzü mü var telefona çıksın… Beyler şimdi bizden
de herkesin haberi oldu, memurları uyarın; gözlerini dört açsınlar. Medyaya da işin ilahi bir
boyutunun olmadığına, tamamıyla kriminal bir olay olduğuna, üzerinde çalışıldığına ve
suçluların en yakın zamanda adalet önüne çıkarılacağına dair beyanatlar verin, bağlantı
tamam mı?
–Alo, Sayın Sion Müdür, bu ne şimdi? Ayıp değil mi yaptığınız?
–İsmet Müdür’üm, sizden çok özür dilerim ama benim bilgim dahilinde olmadı, temin
ederim haberim yoktu, bakan yapmış.
–Geç bunları Sion efendi, oradaki operasyonun başındaki sen değil misin? Nasıl
haberin olmaz. Sizin yaptığınıza arkadan hançerlemek denir. Biz sizinle iş birliği yapalım, her
şeyi paylaşalım; şu sizin yaptığınıza bakın, olur mu böyle ya?
–İsmet Müdür’üm ne deseniz haklısınız ama olan oldu, zamanı geri alamayız.
–Alamayız da olan bize oldu. Şimdi bunca işin arasında bir de halkla uğraş!
–Sormayın efendim, burada kan gövdeyi götürüyor; herkes ayakta, sokakta…
Grupları tutmakta çok zorluk yaşıyoruz; durum, her an kontrolümüzden çıkabilir.
–Orası muhakkak da bu bir neden olamaz, biz size güvendik.
–Vallahi ne deseniz haklısınız ama bir de şöyle düşünün; şimdi insanların aklında
ikilem var. Kudüs’teki Mesih, mahşer günü ile ilişkilendiriliyordu; şimdi İstanbul ortaya çıkınca
kafalar karıştı, olay suça yöneldi. En azından birçoğunun ezberi bozuldu.
–Sion Bey zaten bundan dolayı bizi medyaya servis ettiğinizi tahmin ediyorduk ama
ayıp ettiniz, bilesiniz.
–Müdürüm çok dardayız, belki dedik… Ama size iyi bir haberim var, bombadaki ısı ve
hareket dedektörünü devre dışı bırakmanın yolunu bulduk gibi… Sonuçtan tam emin olunca
size bildireceğim.
–Her neyse Sion Bey, olan oldu biz önümüze bakalım, son söylediğiniz konuda
telefonunuzu ivedilikle bekliyorum. Biliyorsunuz bizdeki kız yaşıyor ama müdahalede
bulunamıyoruz, sizden olumlu haber gelirse en azından kıza müdahalede bulunup
konuşturmanın bir yolunu arayabiliriz.
–Belli olur olmaz sizi arayacağım İsmet Bey, hoşça kalın.
Arama sonlandıktan sonra müdür, yardımcılarına dönüp “Aynen Rıza Başkomiser’in dediği
gibi adamlar üzerindeki stresi azaltmak için bizi ifşa ettiler. Buyurun, buradan yakın şimdi!”
dedi.
9 Nisan 2023 13.05 Kudüs
İstanbullu mevkidaşı ile telefon konuşmasını yapan Kudüs Emniyet Müdürü Sion, telefonu
kapatınca kendini koltuğa bırakıverdi. Karmaşık duygular yaşıyordu. Bir yönden İstanbul’u
ifşa etmekle kendini ikiyüzlü, arkadaşını satan biri gibi hissediyor; diğer tarafta ise
İstanbul’un ifşası ile dışarıdaki kendini kaybetmiş kişilerin ve aşırı radikallerin bir nebze
sakinleşeceğini tahmin ediyordu. Sonuçta olayın kriminal olduğunu İstanbul kanıtlıyordu.
İsmet Müdür her ne kadar sinirli olsa da tepkisi beklediğinden az olmuştu.
Şimdi, neredeyse dünya üzerindeki tüm kanallarda Kudüs’ün değil, İstanbul’un Altın
Kapı’sındaki görüntüler yayınlanıyordu. Yorumcular ve spikerler, kendilerine söylendiği
şekilde olayın kriminal bir vaka olduğunu tüm dünyaya ilan ediyorlardı. İstanbul’u daha yeni
bir vakaymış gibi gösterip Kudüs’ü unutturmaya çalışıyorlardı, kısaca yanlı yayın
yapıyorlardı. Bunu ayarlamak, kendileri için pek de zor olmamıştı zira dünya medyasının
neredeyse tamamı Yahudilerin elindeydi. Bu arada karnı zil çalıyordu, bir sandviç istedi. Bol
sütlü nescafe eşliğinde sandviçini yerken ekranda kanal kanal gezerek planlarının
uygulamasını seyretti.
Kanalları gezdikçe dünyada ne çok bilenin olduğunu gördü. Dünyanın en çok okunan,
yüzyıllar sonra bile fikirleri tartışmasızca benimsenen felsefe adamı, “Bir şey biliyorsam o da
hiçbir şey bilmediğim” diyor, bir de bu olayın tam merkezinde olmasına rağmen kendisi hiç
bir şey bilmezken dünyadan bir haber olan televizyon yorumcuları, işkembeden bol kepçe
atıp tutuyor, konuşuyor da konuşuyorlardı. Koca koca gazetelerin köşe yazarları telefonla
bağlanıp lugatlardan cımbızla çektikleri ve günlük konuşma dilinde kimsenin kullanmadığı
acayip kelimeleri kullanıyorlardı. Üstelik de hiçbir bok bilmeden…
Nereye çeksen oraya gelecek cümleler kullanarak halkı, onlara deklare edilen yola çekmeye,
o yönde düşündürmeye çalışıyorlardı. Bilmeyen birisinin, onların konuşmalarını, yorumlarını
dinleyip ne bilgili insan olduklarını düşünmeleri, olayın başından beri bizzat içinde bulunan
kendisine çok komik geliyordu. Heriflerin konuşmasına bazen “Yuh artık! Bu kadar da
olmaz.” bile diyordu.
Kriz merkez odasına girdiğinde kendisinin de biraz önce seyrettiği yorumculardan daha
iyimser olduğunu, henüz kimseye bir şey sormadan, yalnızca şehrin değişik yerlerindeki
mobese kameralarını gösteren ekranlara baktığında anladı. Duvarda asılı tüm ekranlarda bir
sürü insan birbirine girmişti ve kavga ediyorlardı. İtişenler kakışanlar, onları ayırt etmeye
çalışan polisler, hızlı hızlı kalkıp inen eller kollar, ne oluyor ya diye düşündü. Önce sanki kent
meydanında derbi maçı sonrası büyük bir arbede çıkmış da bu kavga değişik kameralardan
ve açılardan parça parça ekrana yansıtılıyor gibi geldi. Ekranların hangi mobeseye ve şehrin
neresine ait olduğunu belirten sağ üst köşedeki görüntüler, şehrin her yerinde karmaşanın
hakim olduğunu gösteriyordu. En sakin, kendi halindeki Ermeni mahallesi bile diğer çeyrekler
kadar olmasa da karışmıştı. İnsanların hareketleri benzerlik taşısa da kılık kıyafetlerinin
farklılığı hemen göze çarpıyordu. Doğu Kudüs’ü gösteren mobese ekranında kara kara bol
sakallı adamlar, hanımların başları kapalı… Hasidikleri gösteren mahalleyi yansıtan ekranda
da kara kara, kendilerine has giyimleri ile onlar hareket ettikçe sağa sola uçuşan lüleleri…
Ortodoksların görüntüleri de aynı… Paskalya ayinine katılmaya hazır patriğin etrafındaki
Ortodoks papazlarda da simsiyah kıyafetler… Karmaşanın hakim olduğu ekranlardan
gözünü alamayan Sion Müdür, ne kadar da birbirlerine benziyorlar diye düşündü. İçleri,
dışları kapkaraydı; hepsi farklılıklarından hareket ederek karşıdakilere saldırıyordu ama al
işte! Ekranda bile neredeyse aynılardı.
“Nasıl vaziyet?” diye sorusunu ortaya attı. Yardımcılarından biri, “Vaziyet berbat müdürüm,
kimsenin İstanbul’u falan taktığı yok, her an kontrolü yitirebiliriz, her yer birbirine girmek için
bir açık, bir fırsat arıyor.” dedi.
–İstanbul’un hiçbir etkisi olmadı mı diyorsun?
–Aynen müdürüm, kimsenin hiçbir şeyi iplediği falan yok, delirmiş gibiler.
–İyi de ne istiyorlar bunlar?
–Öncelikle hepsi kendi kutsal yerlerinde istedikleri gibi ibadet etmek istiyorlar.
–Tamam dersek ne olur?
–Diyoruz zaten müdürüm, her yer açık.
–E, o zaman niye kuduruyorlar?
–Her yer açık ama o kadar dar alanlara o kadar fazla kalabalık girmek istiyor ki
bunun olabilmesi mümkün değil, biz her zamanki gibi kontrollü ve sırayla almaya çalışıyoruz
yoksa bu kadar kalabalığı bıraksak çıkacak en küçük kargaşanın sonuçları vahim olur. Biz
bunu onlara anlatamıyoruz, giren çıkmak istemiyor, dışardakiler de sabırsız hemen içeri
girmek istiyor. E, biz ne yapalım? Hele bugünün mahşer günü olduğuna inanmış çoğu, artık
ne durdan ne de çüşten anlıyorlar.
–Ya zaten o kadar kalabalığa izin vermek, ateşle barutu yan yana koymak gibi
olacak. Her şey o kadar iç içe girmiş ki resmen dar alanda kısa paslaşmalar… En küçük bir
güvenlik zafiyetinde bir kıvılcım patlatmaya yeter.
–Müdürüm başka kentlerden de yerleşim yerlerinden de Kudüs’e gelenler var, her
dinden…
–Ne diyorsun sen Ariel?
–Aynen müdürüm, diğer kentlerden de bir sürü insan Kudüs’e doğru yola çıkmış.
–Önlerini kesmediniz mi?
–Tabii ki önce öyle bir uygulamamız olmadı, burası özgür bir ülke. İsteyen istediği
yere seyahat edebilir ama bir süreden sonra gördük ki durum hiç de o kadar basit değil,
bakanın talimatıyla birçok yerde trafiği kapattık. İşte, o zaman nasıl bir olayın içinde
bulunduğumuzu anladık. Arabasını park eden, yaya olarak buraya yöneldi; dağ, taş buraya
gelen insanlarla dolu. Buraya gelmeden beş dakika önce tüm ülkeye gönderilen başbakanlık
genelgesine bakın; ikinci bir emre kadar herkesin bulunduğu kentten bir başka kente seyahat
etmesi yasaklandı; yani bu emir, Kudüs’ün çevresindeki kentleri bağlıyor.
–Oğlum sen ne diyorsun ya?
–Müdürüm yalnızca Kudüs değil, tüm ülke karmaşanın eşiğinde. İnsanlar aklını
yitirmiş gibi hareket ediyor. Bizden, polis gücünden bile, kaç memur hiçbir gerekçe
göstermeden işi bırakıp ailesinin yanına veya her ne cehenneme gidiyorlarsa gittiler.
–Bu kadarı da fazla ama!
–Müdürüm daha bunlar ne ki?
–Dahası da mı var?
–Hem de nasıl! Duyunca inanamayacaksınız. Biz bunları sizden ve Altın Kapı olayını
araştıran ekipten elimizden geldiğince gizlemeye çalıştık, sansürledik zira hiçbir şeyin sizin
dikkatinizi dağıtmasını istememiştik ama artık olanları sağır sultan bile duydu; bence size
söylememizin zamanı geldi. Olaylar çığrından çıktı. Şu anda Kudüs’te kendisini Mesih ilan
eden kaç kişi, Zeytin Dağı’na gitmeye çalışıyor. Ülkede sabahın dokuzundan beri meydana
gelen trafik kazalarını, intiharları, çıkan kavgaları ve bu kavgalarda ölen, yaralananları
duysanız inanamazsınız ama artık asker de meydanlara indi. Şu anda sınırda, kışlada nöbet
tutanlar hariç tüm ordu, tam teçhizat kırmızı alarm durumundalar. Taşkınlıklara, olaylara
polis ile birlikte koordineli olarak anında müdahale ediyorlar. Müdürüm size anlattıklarımı
biliniz ama üzerinde durmayınız, işin o tarafı bizim işimiz; siz yalnızca şu Altın Kapı olayına
konsantre olunuz zira tüm bunları bitirebilecek tek şey, o olayın çözülmesi yoksa insanların
başka bir şeyden anlayacağı yok. Tüm bu kargaşalık, ancak bunu yapanları yakalayıp halkın
karşısına çıkardığınızda son bulur .
–Haklısın evladım, haklısın da bizimde bir bok yediğimiz yok! Bak saat kaç oldu?
Elimizde en küçük bir veri yok! Neyse ya sen yine gelişmelerden beni haberdar et.
–Emredersiniz efendim.
Aynı anda King David Oteli’nin çatısından kuş bakışı Kudüs’ü seyretmeye devam eden
Shlomoh ve İshak da gördüklerine inanamıyorlardı. Askerlerin de tam teçhizat polis gücüne
katılmaları ile birlikte üstünlük kolluk kuvvetlerine geçmişti. Kargaşa çıkartan her dinden
radikaller, şimdi azgınlıklarını dizginlemişlerdi. İtiş kakış genelde kollukların lehine doğru yer
bulmaya başlamıştı. Şehrin görüntüsü inanılmazdı, her tarafta bir hareket vardı; halkın büyük
çoğunluğu evlerinin pencerelerinden olan biteni seyrediyordu. Komşuları ile bağıra çağıra
kritik yapıyorlardı; şehirde daha önce hiç şahit olmadıkları bir uğultu vardı. Askerlerin tutumu,
polise göre daha disiplinli ve sertti; buradan bile ne kadar acımasız olduklarını
görebiliyorlardı. Shlomoh, “Yapmayın ya, yapmayın, böyle olmaz!” diye kendi kendine
söyleniyordu.
–Abi adamlar ne yapsın? Baksana karşı taraftakilere, laf söz dinleyecek halleri var
mı?
–İyi de şiddet, şiddeti doğurur; adam gibi birilerinin çıkıp onları ikna etmeleri lazım.
–Kimi, şu kudurmuş adamları mı?
–Aynen onları, yok mu bunların liderleri, önderleri, aklı salim başları? Onlarla iş birliği
yapıp sakin olmaları için yönlendirmeliler, böyle itip kakmakla, copla, gazla olmaz. O gruptan
dağıtılan her bir adam, o hınçla iki üç kişi ile birlikte geri gelecek, o zaman ne olacak?
–Aslında bir ikisini indireceksin, bak bakalım nasıl dağılıyorlar!
–Senin kafanı sikeyim İshak! Ben ne diyorum, sen ne diyorsun? Hassiktir! İshak şuna
bak!
–Nereye?
“Şu karşı yüksek binanın çatısına bak, Gordon binasına. Çatıda ele ele tutuşan iki kişi var,
duvarın üzerinde ne yapıyorlar öyle?” deyip hemen İshak’ın elindeki dürbünü alıp binaya
bakınca yanılmadığını anladı. Genç bir çift, yüksek binanın teras duvarının üzerine çıkmış, el
ele tutuşup yüzlerini birbirlerine dönerek bir şeyler konuşuyorlardı. Arkada bir iki kişilik grup
onlara doğru birer elleri yukarıda bir şeyler söylemeye çalışıyordu fakat çiftin kimseyi taktığı
yoktu. Çift tutkulu bir öpüşten sonra önlerine doğru dönüp kendilerini yüksek binadan
aşağıya bırakıverdiler. İkisi de aynı anda atlamıştı. Terastaki grup, çifti arkasından son bir
ümit ile yakalamaya çalışmış olsa da artık onlar için yapılabilecek herhangi bir şey yoktu.
Shlomoh, uzaktan bile olsa şahit olduğu bu görüntü karşısında şok olmuştu, gözünü
dürbünden, dürbünü de biraz önce genç çiftin bulunduğu yerden ayıramıyordu. Gördükleri
onu öylesine dehşete düşürmüştü ki filmlerde olduğu gibi Örümcek Adam o çifti yakalayıp
atladıkları yere getirse şaşırmayacaktı. Küfrederek dürbünü indirdi. İshak’a dönüp “Ne
olduğunu gördün değil mi? Aman Allah’ım, bu nasıl bir gündür ya Rabbim?” diye sitem etti.
–İntihar edenleri seçebildin mi?
–Nesini seçeceğim? Gencecik insanlardı, daha yirmili yaşlarda gibi gözüküyordu.
–Abi millet harbi kafayı yemiş!
–Kafayı yemek ne kelime, delirmiş delirmiş! Dehşet bu, inanılır gibi değil! Yok
kardeşim, olamaz böyle şey, yanlış gördüğümü söyle ya!
En olmadık durumlarda bile sakinliğini muhafaza eden, hiçbir şeyi takmamasıyla ünlü polis
Shlomoh’un bu panik hallerini gören İshak gördüklerine inanamıyordu.
–Abi sakin ol, tanıdık biri miydi? Seçebildin mi diye onun için sordum yani, dehşet
içindesin.
–Oğlum sen deli misin? İlla tanıdık birisi mi olması lazım?
–Vallahi ilk kez intihar görmüş gibisin.
–Niye gerizekalı, sen kaç kez gördün? Oğlum iki kişi aynı anda, el ele, beraber intihar
etti diyorum!
İshak’a bakınca boşuna konuştuğunu anladı, İshak’ın gerizekalı demesine takılı kalmıştı.
–Bak İshak, bir insanın alabileceği en zor karar, intihar etmeye karar vermesi. Ondan
da zoru, bunu uygulayabilmesidir. Hele hele, iki kişinin bu kararı aynı anda alıp, intihar
etmesi imkansız gibi bir olasılıktır; işte senin anlamadığın bu iki gencecik insan biraz önce el
ele ölüme koştu. Birinci emre karşı geldiler, öldürdüler hem de kendilerini. Bu ne demek,
biliyor musun?
–Ne demek abi, ben gerizekalıyım ya, ben nereden bileyim?
–Ya İshak kusura bakma ya sinirlerim bozuldu, o anlamda demek istemedim. Hem
oğlum ben abinim, o kadar da hakkım olsun ya, deyince İshak güldü.
–Abi hala söyleyeceğini söylemedin.
–Anlatmaya çalıştığım şu, eğer tahminim doğruysa bugün gece yarısına kadar bu tür
intihar vakalarını çok duyabiliriz.
–Öyle olabileceğini düşündüren nedir?
–Vallahi gözümün önünde iki kişi koca binadan el ele atladı, geçmişte bazı sapkın
tarikatlarda toplu intiharlar olmuştu. Dünyanın birçok yerinde bugün pek de sıradan bir gün
gibi gözükmüyor, korkarım bazı kimseler mahşer gününün bugün olduğuna inanmaya
başlamış. Eğer birileri tetiklerse bu tür vakalar artabilir.
–Abi olur mu, olmaz mı bilmem ama insanlık, aklıselimliğini yitirmiş gibi gözüküyor.
–Aferin, bak şimdi çok güzel konuştun, deyince İshak da kafa bu, anlamında işaret
parmağıyla kafasını gösterdi.
–Gerizekalı, dedi gülerek
9 Nisan 2023 İstanbul 13.40
–Alo, İsmet Müdür’üm kolay gelsin, bizimkiler bombaların ısı ve hareket dedektörlerini
etkisiz hale getirmeyi başardılar, ilgili birim ile bağlantı kurup sizinkilere de gerekli
malumatları verdirdim. Artık en azından kapıya yaklaşabileceğiz. Ayrıca maktullerden
aldığımız kan örneklerinde bulduğumuz kimyasallar bire bir uyuşuyor. Sizdeki kız yaşıyor ya,
doktorlarımız da emrinize hazır, eğer kızı ayıltabilirsek belki bir ipucu yakalayabiliriz diye
düşünüyorum.
–Teşekkür ederim Sion müdürüm, şu ana kadar mobeselerden, örgütlerden hiçbir
şey çıkmadı, değil mi?
–Yok ya, sıfıra sıfır, elde var sıfır. Denemediğimiz şey, çalmadığımız kapı,
sorgulamadığımız adam kalmadı. Yok, hiçbir şey bulamadık.
–Al bizden de o kadar. Hiç toplumsal olaylara girmiyorum bile, insanlar çıldırdı.
–Müdürüm bizde de aynı hatta bizdekileri anlatmaya lügatlar yetmez. Ama biz de
tıpkı sizin gibi hiçbir şeyin konsantremizi bozmasına izin vermiyoruz, ekip olarak tüm
dikkatimiz olayın çözümünde.
Herhangi bir gelişmede birbirlerini haberdar etme konusunda anlaşarak konuşmayı
sonlandırdılar. İsmet Müdür kriz salonuna çıkıp kapıdaki bomba imha ekibinin çalışmasını
ekrandan takip etmeye başladı. Gideceğin yolu biliyorsan problemin çözümü ne kadar da
basitti. Kopyayı aldıktan, formülü bildikten sonra problemi çözmek çocuk oyuncağıydı. İsmet
Müdür, daha haberi bile gelmeden, hareket ve ısı dedektörlerinin etkisiz hale getirildiğini
ekrandaki vücut hareketlerinden anlamıştı.
Sabahtan beri yapabildikleri en iyi şeydi, artık uzaktan bu tabloyu seyretmekten
kurtulmuşlardı. Bomba ekibi gerekli önlemleri aldıktan sonra sıranın kendilerine gelmesini
bekleyen sağlık ekibi hemen kapıya koşup adamın arkasındaki kadına müdahale etmeye
başladı. İşlerinde uzman oldukları ve tatbikat yapmış oldukları her hallerinden belliydi.
Önceden hazırlanmış tekerlekli platform hızlıca kapıya yaklaştırıldı. Doktorlar kızın çivilenmiş
koluna serumu takıp, önceden belirlenmiş ilaçları peş peşe vermeye başladılar. İsmet Müdür
gördüğü bu manzara karşısında gitgide yok olan umutlarının titreyip kendine gelmeye
çalıştığını fark etti. Hayatta en nefret ettiği şey, zamana karşı olan bir yarışın içinde
olmasıydı. Bu onu, oldum olası hep strese sokardı, hele bir de zaman sayacı nükleer bir
bombaya takılıysa… Bugün tüm hayatında yaşadığı en uzun, en berbat gündü. İçi
umutsuzluk içinde kıvranıp da kendisine baskı yaparken şu an ekranda seyrettikleri onu
adeta kendine getirmişti. İlk kez, evet, biz bu işi Allah’ın izniyle çözeceğiz, dedi kendi
kendine.
–Arkadaşlar Allah’ın izniyle biz bu işin üstesinden geleceğiz! Ha, bir gayret!
Personele kısa bir motive konuşması yaptıktan sonra “Hadi rastgele!” dedi.
Rastgele, tam da kendilerini tarif ediyordu; hani ava, balığa gidene derler ya, hadi rastgele
usta diye… Durumlarını bu kadar iyi özetleyen başka bir kelime olamazdı. Adeta karanlık
derin sularda el yordamıyla fanustan kaçan japon balığını arar gibiydiler. Kendilerine bunu
yaşatanlara karşı o kadar kızgındı ki onları ele geçirdiğinde sonlarının çok kötü olacağını
düşünüyordu. Ah bir bulsam, diye geçirdi içinden…
Şimdi sabırsızlıkla doktorlardan gelecek ilk raporu bekliyordu; geriye neredeyse sekiz
saatten az bir zamanları kalmıştı. Aynı saatlerde binanın diğer katında asayiş bürodan
sorumlu İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Tarkan Müdür de İstanbul İlçe Emniyet
Müdürleri ile online toplantı halindeydi.
Kendisi de İsmet Müdür gibi hayatının kabusunu yaşıyordu hatta durumu onunkinden de
berbattı. Şehir zombi ve korku dizilerindeki gibi bir hal almıştı; insanlar delirmiş, iş çığrından
çıkmıştı. Her şey bir haber ile nasıl da bir anda bu hale gelmişti, aklı almıyordu. İstanbul
dediğin yer zaten Türkiye’nin dörtte biri! Şehrin normal zamanları bile insanı çileden
çıkarmaya yetiyor; her milletten, her çeşit insan var. Bir de sabah haberin yayılmaya
başlamasıyla birlikte şehir halkı, iplerini koparmış kuduz köpeklere döndü. Önüne gelen her
şeyi tarumar edecekmiş gibi davranışlar sergiliyorlardı. İntihar vakaları patlamıştı, hele buna
hiç anlamıyordu. Ya arkadaş, mahşer gününün geldiğini inanıyorsan ne diye gidip de intihar
ederek en büyük günahı işlersin ki? Sık dişini gece yarısına kadar zaten öleceksin, ne diye
günaha giriyorsun? Ama psikologlardan birinin çıkmış olduğu programda konu ile ilgili yaptığı
bilimsel açıklama hiç de mantıksız değildi. Günlük hayatın zorlukları arasında bocalayan ve
çıkmazda olan kişilere ani bir negatif algı yüklemesinin bu psikolojik bozuklukları
etkileyebileceğini söylemişti. Bir çıkış yolunun olmadığına ve daha fazla baskıyı
kaldıramayacağına kanaat getiren intihara meyilli bireylerde bu şoklar, tetikleyici
olabiliyormuş.
Cehennem trafiğinin başkenti olan şehir, şimdi daha da garip bir hal almıştı. Pazar olmasına
rağmen yoğun olan trafik bir de kentin içinde panik halinde oraya, buraya giden insanların
oluşturduğu yoğunlukla iyice kilitlenmişti.
Toplama kent İstanbul’daki herkes, eşinin dostunun olduğu ve asıl memleket dedikleri kendi
kentlerine gitmeye çalışıyordu. Trafik ışıkları adam gibi çalışmıyordu, ekrandaki haritalarda
tüm yollar kırmızıya dönmüştü.
İstanbul İl Jandarma Komutanı ile bugün hiç konuşmadı ise en az yirmi defa görüşmüştü. En
büyük yardımcısı askerlerdi; millet polise karşı dik olsa da konu asker olunca çok daha
itaatkar ve söz dinler hal alıyordu. Özellikle Sultan Ahmet ve Taksim’deki taşkınlıklar canını
sıkıyordu. İstanbul’un tüm camileri, medrese ve türbeleri dolup taşmıştı. İnsanlar toplu
şekilde ibadetlerini yapıp günahlarının affedilmesi için Yaradan’a yalvarıyor, af diliyorlardı.
Onlar en iyileriydi; kendi hallerinde kimseye bir sorun çıkarmadan, her zamanki zamanlardan
çok daha halis ve muhlis bir şekilde ibadetlerini yapıyorlardı.
Anadolu’nun birçok kentinden İstanbul’da yaşananlara benzer haberler gelse de yine de çok
daha sakin duruyor; o ünlü kadersel yaklaşımlarıyla başlarına geleceklere şimdiden razı
olmuş gözüküyorlardı. Bilinmezliğin ve beklenenin dehşet düşüncesi herkesi korkutsa da
paniğe kapılmış gibi bir halleri yoktu. Herkes evlerinde sevdikleri ile toplanmış, medyadaki
gelişmeleri takip ediyordu. Tüm televizyonlarda o meşhur din adamları, medyatik teologlar ve
ilahiyatçılar vermiş oldukları beyanlar ile halkı yatıştırmaya çalışıyor; mahşerin geleceği
zamanı öncesinden değil bilmenin, tahmin etmenin bile mümkün olmadığını anlatıyorlardı.
Sakin olunmasını söylüyor; hayır ve şerrin, kısaca her şeyin Allah’tan geldiğini
tekrarlıyorlardı. Bir deli, kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış misali açıklamalar
yapıyorlardı. Anadolu’nun kırsalı o muhteşem kaderci genetiği ile bekleyip göreceğiz
havasındaydı ama kentlerde, özellikle de büyük kentlerde durum kırsaldan çok farklıydı.
Tarkan Müdür bir an, Atatürk’ün dediği gibi hakikaten de köylü milletin efendisiymiş diye
düşündü. Adamlar medyadan yapılan yayınları seyretse bile herhangi bir reaksiyon
göstermiyorlar, sessizce bekliyorlardı.
Kriz merkezindeki heyecanlı bekleyiş adeta tüm odayı esir almış gibiydi. Doktorların yapmış
olduğu müdahaleye rağmen kapıda asılı olan kadından herhangi bir tepki gelmemişti. Kadın
her ne kadar yaşıyor denilse de onca ilaca rağmen en ufak bir kıpırdama bile olmamıştı, yine
de doktorlar tüm düzeneği platformun üzerine kurmuş, kadını yakın markaja almışlardı.
Olay yeri inceleme de kapının orada didik didik incelemelerini sürdürüyordu; bir kıl, bir
izmarit, her ne olursa… Buldukları her şeyi toparlıyorlardı. Duvarların, özellikle de platformun
üzerinden duvar mermerlerin üzerine çakılmış çivilerin sırrını bulmaya çalışıyorlardı.
Bugünkü teknoloji ile böyle bir şeyin mümkün olamayacağını bilmek ile birlikte ısrarla
araştırmaya devam ediyorlardı.
Çevrede bulunan tüm evlerin, dükkanların kameraları didik didik taranmıştı. Gece boyunca
gelip geçen arabaların iki mobese kamera arasındaki saatlerine kadar araştırılıyordu. Tüm
mahalleli sorgulanmış; farklı, sıra dışı bir şeye ulaşılmaya çalışılmıştı ama sonuç hüsrandı.
9 Nisan 2023 Kudüs 14.15
Maya ve Rina cuma gününü tamamen taramış; çile yolunun on dört durağının arasında
defalarca gidip gelmişlerdi. Mobeselere bakanlara bile şüpheli muamelesi yapıp en küçük
farklı bir davranış sergileyenleri not edip birimlere yönlendirmişlerdi ama ele avuca gelecek
herhangi bir şey bulamamışlardı. Amirlerine bildirip de takibi tamamlanan şüphelilerden hiç
bir sonuç çıkmamıştı. Şeflerinin isteği ile taramaları bitirip normal kamera odasına, rutin
işlerin başına geçmek için odaya girmişlerdi ki gördükleri karşısında neredeyse küçük
dillerini yutacaklardı. Kameraların hepsinde onlarca insan birbirleriyle itişip kakışıyordu; her
ekran karmakarışık sahneler gösteriyordu. Bu manzaraya çok şaşıran Maya, mesai arkadaşı
Yosef’e dönüp “Bu ne hal, ne oluyor şehirde böyle?” diye hayretle sordu.
–Ne olacak kızım? Aha, gördüğün gibi! Zaten şehrin halkı manyaktı, hepten keçileri
kaçırdılar.
–Bu ne zamandır sürüyor?
–Neredeyse dört saattir artarak devam ediyor.
–Dört saattir mi?
–He ya tabii, siz dünü mü yoksa önceki günü mü inceliyordunuz?
–Cumayı, çile yolu yürüyüşünü.
–Asıl çile burada, bugün her şey o kadar hızlı değişiyor ki takip etmekte
zorlanıyorum. Hele üç beş saat sonra buranın halini düşünemiyorum, düşünmek bile
istemiyorum.
–Ne oluyor ki?
–Tabii ya siz bilmiyorsunuz, çile yolunu taramaktan nasıl bir durumun içinde
olduğumuzdan bihabersiniz.
–Ya çatlatma insanı Yosef! Ne oluyor, neyin içindeyiz? Söylesene!
–Kızım cehennemin dış kapısının önündeyiz; içeriye bodoslama dalmamız an
meselesi. Ulaşan haberlere göre tüm İsrail buraya geliyormuş.
–Tüm İsrail mi?
–Bir İsrail olsa neyse! Ürdün’den Mısır’a… Kısaca yakın olan tüm Arap ülkelerinden
ipini koparan buraya geliyormuş.
–Yok canım, olur mu öyle şey?
–Akşama aha, şu ekranlardan kendi gözlerinle görürsün olur mu, olmaz mı…
–İyi de niye geliyorlar ki Kudüs’e?
–Kıyamet kopacak, Mesih inecek diye. Mesih’i karşılamaya geliyorlarmış.
–Nereden biliyorlarmış Mesih’in geleceğini, kıyametin bugün kopacağını?
–Altın Kapı’da asılı olan bombadan, kapı yıkılacak ya.
–E, ne olurmuş yıkılırsa?
–Elinin körü olur! Sanki bilmiyormuş gibi konuşma! Sen inkılap, yakın tarih dersinde
ne yapıyordun?
–Ya tamam, onu anladım da bombanın patlayacağı, kapının yıkılacağı ne malum?
–Sen onu gelenlere anlat, vallahi bomba patlar mı, kapı yıkılır mı bilmem ama bu
gidişle akşam kıyametin kopacağı kesin.
–Her neyse sabah kahvaltısı da yapmadık, geçin de bizim bir saatlik dinlenmemiz
var, onu da çene çalarak kaybetmeyelim. Özellikle Zeytin Dağı, Kutsal Kabir Kilisesi ve Batı
duvarını pek gözden kaçırmayın derim, yoğunluk en fazla oralarda. Her geçen dakika da
artıyor. Mescid-i Aksa da öyle.
Sandalyesinin ardında asılı olan mevsimlik montunu giyen Yosef, “Bir saate döneriz.” deyip
kapıya yöneldi. Joystickin başına geçen Maya ve Rina öncelikle tüm mobese kameralarını
sıra ile ana ekranlara vermeye başladılar, ekranlarda fokur fokur kaynayan bir şehir
görüyorlardı. Semt semt atladıklarında da ekrandaki kargaşa değişmiyordu. Kudüs’te bile bu
kadarı fazlaydı.
Kudüs’ün doğusunda, Müslüman çeyreğinde olan Zeytin Dağı’nda biriken kalabalık her
geçen dakika artıyordu. Artık seyir tepesinden tutun da tüm evlerin arasına kadar, insanların
ayakta durabileceği her duvarın üstü ve taşın tepesi insanla dolmuştu. Her geçen dakika
insanların arasındaki sıkışıklık biraz daha artıyordu. Batı tarafı polis ve askerler ile abluka
altına alınmıştı, kimsenin geçişine izin verilmiyordu. Mescid-i Aksa’nın bu tarafından görülen
aslanlı kapının önü uzun insan kuyrukları ile dolup taşmıştı. Oradakiler de ısrarla Mescid-i
Aksa’ya girmeye çalışıyor ama aynen burada olduğu gibi polis ve askerlerden oluşan hattı
aşamıyorlardı. Konuşmacılar, toplanan insanların rahatlıkla görüp nutuklarını dinleyebileceği
bir yükseltinin üzerine çıkıp topluluğa sakin olmaları ve taşkınlık yapmamaları konusunda sık
sık uyarıda bulunuyorlardı. Seçimler öncesi dev miting düzenleyen partiler gibiydiler.
Hem topluluğa hem de kolluk kuvvetlerine itidal tavsiye ediyorlardı. Fakat yine de kolluk
kuvvetlerince kapatılmış olan aslanlı kapının önünde toplanan kalabalıkta hareketlenmeler
çok fazlaydı. Hepsi tapınak tepesine girmekte acele ediyordu. Zaman zaman da Allahuekber
diye hep bir ağızdan tekbir getiriyorlardı. Maya, kamera odasında çalıştığı bunca zamandan
sonra insanların mimiklerini ve el kol hareketlerini yorumlamada kendini bayağı geliştirmişti;
hele bir de iyi bir açıdan görebilirse dudak da okuyabilirdi. Şimdi pürdikkat şehirde ne olup
bittiğini anlamaya çalışıyor, tüm tecrübesini konuşturuyordu.
Bir diğer taraf, Batı duvarı veya ağlama duvarında, avlu hınca hınç dolmuş; okunan ilahiler
buradan dahi duyulur olmuştu. Tabii onlara karışan görüşen yoktu, herkes rahatça ağlama
duvarının avlusuna girip ibadetini, duasını yapıp hep bir ağızdan ilahilerini söyleyebiliyordu.
Özellikle Hasidikler tarafından doldurulan duvarın önü, siyah beyaza bürünmüştü. Herkes
kendinden geçmiş, yapılan dualara ve söylenen ilahilere en gür sesleriyle eşlik ediyorduı.
Altın Kapı’nın orada ise polis, asker ve diğer birimlerden de oluşan kolluk kuvetleri, kuş
uçurtmuyorlardı. Sabahtan beri yaşanan tek farklılık; artık kapının yakınında beyaz tulumları
ile görevlilerin araştırm yapmasıydı.
Hani kalabalığı tarif etmek için mahşeri kalabalık derler ya, işte o tarif, bugün buraya cuk
oturuyordu. Bir süreden sonra Maya ekrana kilitlendi ve Rina’ya dönerek; “Rina ne diyorsun
bu olanlara?” diye sordu
–Kız ne diyeyim? Aklım almıyor o bir yana, ben de acayip tırsmaya başladım ya.
Hakikaten kıyamet mi kopacak, ne?
–Saçmalama kızım ya, beni de korkutma şimdi.
–Niye, sen korkmuyor musun?
–Korkmaz mıyım, ödüm bokuma karışıyor! Baksana senin şu Tel Aviv’deki Lola’yı
arasak ya…
–Lola’yı nereden aklına getirdin?
–Kız biz burayı, o ise tüm dünyayı izliyor. O diğer yerler nasıl, anlatır bize. Bu çılgınlık
bir burda mı yoksa her yer mi böyle?
–İyi düşündün ya, dur arayayım.
Lola diye bahsettikleri, Tel Aviv’deki ortak arkadaşlarıydı, çok sıra dışı bir işi vardı. Lola’nın
babası dışişlerinden emekli eski bir bürokrattı. Babasından dolayı küçüklüğünden beri birçok
ülkede bulunma şansı elde etmişti. Tabii bu biraz da kişisel yeteneğinden olsa gerek, Lola 7-
8 tane dili, ana dili gibi biliyordu. Ondaki bu yeteneği ve kapasiteyi görenler onu istihbarata
almış, çok farklı bir işte konumlandırmışlardı. Gerçi Lola’nın işi de kendilerininki gibiydi, bir
nevi mobeseci denilebilir ama tek farkı, o tüm dünyayı seyredip kayıt altına alıyordu. Tel
Aviv’de kurulan bir odada, gün boyu tüm dünya medyasını izlemekle meşguldü. Yapay zeka
ve özel yazılım sayesinde tüm medyayı takip edebiliyordu. Bilgisayar, yapay zekanın
hafızasında bulunan kelimelerden birisini söyleyen tv’yi kayda almaya başlayıp programı
ekrana yansıtıyordu. Yani program Lola’nın süzgecinden geçiyordu. Lola da programın
gidişatına göre raporlar düzenleyip Mossad’ın ilgili birimlerine gönderiyordu.
Onunla birlikte “kamera gülleri” adını verdikleri bir Whatsapp grubu oluşturmuşlardı; devamlı
mesajlaşıyorlardı.
–Merhaba Lola, paskalyan kutlu olsun.
–Sağ ol Rina, ne yapıyorsun, Maya ile beraber misin?
–Evet, işteyiz, onun da selamı var. Çok yoğunuz, kafayı yiyoruz.
–Sorma, ben de öyle…
Maya:
–Merhaba Lola, nasılsın?
–İyiyim Maya, sana sormayacağım; eminim berbatsın.
–Hem de nasıl… Sen bizi bırak, sende ne havadisler var, biraz geçsene.
–Neyle ilgili?
–Ya neyle olacak? Kudüs çılgınlık cehennemini yaşıyor, dünya ne alemde?
–Kudüs’ü lokomotif, dünyayı da peşinizden gelen vagonlar gibi düşün, aynen öyle
güzelim.
–Yani karışık diyorsun.
–Hem de nasıl! Gerçi sizinki kadar değil, özellikle doğu ve uzak doğuda pek
tınlamadılar hatta afedersin, kıçları ile biz Batılılara gülüyorlar. Ne espriler ne yorumlar
yapıyorlar, görseniz siz bile gülersiniz.
–E, tabii oralarda semavi dinler azınlıkta. Ondan dolayı pek anlayamıyorlardır.
–Mutlaka dediğinin etkisi vardır zaten bazı yerler, gece yarısını çoktan geçtiler, tabii
Tanrı, Kudüs’teki saati baz almıyorsa.
–İlahi Lola! Nereden aklına gelir böyle şeyler?
–Ama doğru, belki Tanrı farklı bir saat dilimi kullanıyordur, biz kullar yine enlemde,
hesaplarda yanlışlık yapmış olamaz mıyız? Avustralya çoktan gece yarısını geçti, kıyamet
tarihleyse onlar uzatma mı oynuyorlar şimdi?
–Ya Lola, dur. Biz dünyada ne olup bitiyor onu merak ediyoruz. Sabahtan beri Rina
ile kutsal cumada çile yolu yürüyüşünü taradık, yarım günde dünyanın çivisi çıkmış. Biz her
şeyden bihaberiz, arayı kapatalım diye seni aradık.
–Şimdi ayıp ettin Maya, ben de son gün diye düşünüp sevdiğiniz için aradığınızı
zannetmiştim, kalbimi kırdın.
–Lola işimiz başımızdan aşkın. Sen ne olup bitiyor, bir anlatsana ya.
–Tamam tamam, anlatıyorum ama sıkı durun, duyacaklarınız pek iç açıcı şeyler
değil. Aynen dediğin gibi sabah dünyanın çivisi şak diye çıkıverdi, hemen her kanal normal
yayın akışını unuttu. Durmadan bizden bahsediyorlar, inan bilgisayar bile kafayı yedi. Bazı
tvleri kapsam dışına çıkardım yoksa adamların tek konuştukları biziz.
Vallahi dünya diken üzerinde gibi gözüküyor. Hemen her yerde toplantıları bitirip insanlara
aldıkları kararları bildiriyorlar, halka sakin olmalarına söyleseler bile dedikleri ile yaptıkları
birbirini tutmuyor. Size şunu söyleyebilirim; bizim batı ülkelerinin neredeyse tamamında
kırmızı kot uygulamasına geçildi. Tüm kamu izinleri kaldırıldı. Pazar paskalya ya, izindeki
tüm personeller neredeyse tüm ülkelerde görev yerlerine, mesaiye çağrıldı. Şu an tüm kamu
görevlileri iş başında.
Okulların bugün tatil olması çok iyi oldu yoksa sokaktaki kargaşaya bir de çocuğu için
endişelenen korku dolu veliler katılırdı.
Birleşmiş Milletler özel oturumunu bitirdi, tüm ülkeleri itidale davet ediyorlar; özellikle bizim
bölgedeki devletlere, toplumsal patlamaya karşı uyanık olmalarını, halkı yatıştırmalarını
tavsiye ediyorlar. İş zora binince akıllarına geldi. Bölge ile ilgili ciddi endişeleri varmış, bak
sen! Şimdiye kadar alınan hangi kararın ardında durdularsa! İş patlama noktasına gelince
akılları başlarına geldi.
–Lola sen diyorsun Allah aşkına, sen kimden yanasın?
–Ben adaletten yanayım kardeşim, buraların cadı kazanı gibi olmasında en çok
onların payı var. Kurulda aldıkları hiçbir kararın ardında durmadılar bugüne değin, sen ne
diyorsun? Tabii biz Yahudiyiz ya, yapılanlar bizim lehimize… Sen onu diyorsun ama bu
benim objektif, adil olmamı değiştiremiyor gülüm. Yine de şimdi konumuz bu değil, buna
takılma sen. Olay tahmin ettiğinizden çok fazla yankı buldu, size asıl bunu anlatmaya
çalışıyorum. Dünyadaki tüm sorunlar, dertler, kederler bitmiş gibi her kanalda bu
konuşuluyor. Gerçi akşam olmadan ne demek istediğimi zaten gözünüzle göreceksiniz.
–Neyi göreceğiz Lola?
–Siz Kudüs’tesiniz ya, o bağlamda.
–Ne olmuş biz Kudüs’teysek?
–Akşamı bekle gülüm, ne olduğunu göreceksin.
–Bombanın patlayabileceğini biz de biliyoruz.
–Bir bok bildiğiniz yok…
–Ya Lola, eveleyip gevelemeden adam gibi anlatsana! Hoşuna gidiyor kelimelerle
oynamak, değil mi? Ne söylemeye çalışıyorsun, açık açık söylesene!
–Tamam Maya, alevlenme hemen. Asıl bomba şu; bir sürü insan bulabildikleri her
türlü ulaşım aracını kullanarak Kudüs’e, size doğru geliyor.
–Bize doğru mu geliyor?
–Aynen öyle, her milletten ama üç dinden. Akşam olmadan çoğu oraya ulaşır. Polisi,
askeri, kolluk kuvvetleri el birliğiyle engel olmaya çalışıyorlar hatta neredeyse tüm yollara
barikatlar kurdular, yakaladıklarını geri çevirmeye çalışıyorlar ama dinleyen kim?
–Niye geliyorlar ki buraya? O malum sebepten… Mesih’in bu gece geleceğini
düşündükleri için mi?
–Doğrudur, en büyük neden o ama başka şeyler de var.
–Ne gibi?
–Vallahi Mısır’da yayın yapan büyük ulusal kanallardan birinde programa telefonla
katılan bir ilahiyatçı profesörün konuşmasında bir şey yakaladım, adamın anlattıklarının da
bir neden olabileceğini düşünüyorum.
–Bu kadar önemli ne anlattı ki?
–Vaktiniz var mı?
–Var var, ekranlarda hep aynı itiş kakış, sen anlat. Zaten mobeselerde ses yok,
gözümüzle işimizi yapıyoruz. Rahat ol, bizi engellemiyorsun.
–İyi o zaman, adam şöyle bir hikaye anlattı: Kral Davut, Kudüs’ün tapınak tepesine o
güne kadar görülmemiş muhteşemlikte bir tapınak yapmak istemiş ama ömrü yetmemiş; bir
diğer rivayete göre de Tanrı’nın Davut’a “Sen çok savaş yaptın, senin elin kanlı. Tapınağı
sen değil, senin oğlun yapsın.” demiş. Oğlu Süleyman da babasının yapmak isteyip de
yapamadığı o tapınağı yapmaya başlamış. Süleyman işe girişmeden önce Tanrı ile
görüşmüş ve ben senin için şöyle muhteşem bir tapınak yapacağım ama bunu yapabilmem
için şu üç şeye ihtiyacım var demiş. Tanrı’dan üç dilekte bulunmuş; bana öylesine
muktedirlik ver ki cinlere hükmedebileyim, olan mahlukatı emrim altına alabileyim. Tapınak
tepesine öylesine muhteşem bir tapınak yapayım ki dünya döndükçe bir daha yapılamasın
ve benim mükafatım da dünya döndükçe benden daha zengini olmasın. Asıl buraya dikkat
edin, bu inşa ettiğim tapınağa yalnızca namaz kılıp dua etmek için gelen tüm kulların
günahları af olsun. Son dediğimi iyi anladınız değil mi? Bu tapınağa yani tapınak tepesine
yalnızca Allah’a namaz kılıp dua etmek amacıyla gelen herkesin günahları affolsun.
–Anladık, yani sen diyorsun ki bundan dolayı insanlar buraya geliyorlar.
–Dur, adamın anlattığı henüz bitmedi. Adam değişik İslam alimlerinin hadis kitaplarını
referans göstererek Hz. Muhammed Peygamber’in Tanrı, Süleyman’ın ilk iki dileğini, kısaca
muktedirlik ve zenginliğini kabul ettiğini söylüyor. Son olarak ibadet edenlerin günahının
bağışlanması isteğinin de kabul edilip veya edilmediğini söylemiyor. “Ümit ederim ki
Süleyman’ın son isteği de kabul olunmuştur.” diyor. Bunu kim söylüyor? Son Peygamber,
Hz. Muhammed ve telefonla bağlanan profesör, “Bu kıstası, hadisi üç dinin ilahiyatçıları da
teologlar da bilir.” diyor ve bugün bölgedeki birçok insan, Kudüs’e doğru yürüyüş halinde ise
en büyük neden budur diyor. Yani sizin anlayacağınız, doksan artıda, bir son dakika golü.
–Kız Lola iyiymiş ya, ne yapsak, biz de mi akşam gidip dua etsek?
–Bak artık ben buradayım, benim için de etmeyi unutma hatta oradayken ara, ben
cep telefonumdan bizzat kendim edeyim.
–Kızım delisin sen ya!
–Niye ki? Batı duvarında telefonla dua ettirenleri sen görmedin mi? Orada oluyor da
burada olmayacak mı? Zaten bizimkiler orada dualarını yapacaklar, yukarıya girmeyi
denemezler herhalde. Eğer öyle bir şey olursa kan gövdeyi götürür.
–Herhalde kız.
–Ha, bu arada Vatikan papanın bir sürü beyanatı oldu, kardinallerin çoğu yapılan
programlara telefonla bağlandılar. “Sakin olun, taşkınlık yapmayın, gidip kiliselerinizde
ayinlere katılın, dualarınızı edin.” diyorlar. Tabii bunu din adamı kisvesi altında yapıyorlar
ama bugün iki kez bizim başbakanla konuştular, bir günde iki kez papa ile konuşmak her
devlet adamına nasip olmaz ki daha gün de bitmedi…
–Başka dikkatini çeken ne?
–Ha, bir de Rusya var biliyorsunuz, onlar dini pek dillerine dolamazlar. Putin bile
televizyona çıkıp Doğu Ortodoks Kilisesi’ne bağlı cemaatin meydana gelen bu
karışıklıklardan dolayı zarar görmemesini temenni ettiklerini, gelişmeleri tüm detaylarıyla çok
yakından takip ettiklerini, gerekli görmeleri halinde Ortodoks cemaatin mal ve can güvenliğini
sağlamak için her türlü müdahaleyi, hakkı kullanmaktan çekinmeyeceklerini söyledi. Adam
her zamanki tavrından çok daha sert bir şekilde ültimatomu ortaya bırakıverdi, ihtiyacı olan
ihtiyacı kadar alsın diye.
Ha, başka bir şey de sınırda küçük çaplı çatışmalar oldu ama bunu bizimkiler göstermiyor,
özellikle Ürdün ve Mısır’dan çok kaçak giriş var. Hatta inanamayacaksınız ama Suriye’den
bile sınır namustur, diyorlar. Vallahi kızlar bugün bizde baya delinme var, gerisini siz
düşünün, ben pek hissetmedim de Rina sende kesin kaşınmalar olmuştur.
–Delisin kızım sen Lola! Hem de zırdeli… Millet neyin derdinde, senin aklında neler
dönüyor, dedi Rina kızmış gibi yaparak.
–Yok deli değil, çılgın ama tatlı çılgın…
Konuştukları içlerini karartmıştı, biraz birbirlerine takılarak karamsarlığın üzerlerine
yapışmasını engellemeye çalıştılar, ardından da gülüşerek konuşmayı sonlandırdılar.
–Vallahi bu kız çılgın…
–Ne yapsın kız ya? Kaç yıldır dünyayı takip etmekten kafayı yemediyse işte, o
çılgınlığı yüzünden. Düşünebiliyor musun? Günde sekiz saat, haftada altı gün…
Yalnızca haber dinliyorsun, yapay zekanın sana yönlendirdiği programları kayda alıp
inceliyor, raporluyorsun. Hakikaten insan kafayı yer, iyi dayanıyor vallahi kız, dedi
Maya.
–Sen öyle zannet. Kapalı kapı tabi… Eminim o nerede açık saçık program varsa onu
izliyordur, o manyak porno bile izliyordur!
–Yok artık! Niye, sen izlemiyor musun?
Rina muhafazakar bir aileden geldiği için yetiştirilme şeklinden olsa gerek öyle kadın erkek
ilişkilerinde çok dar görüşlü, geleneksel ve kapalı bir Yahudi idi. Zaten Lola da bunu bildiği
için diğerlerinden çok daha fazla Rina’ya takılır, beyaz suratının utanınca nar gibi
kızarmasından büyük keyif alırdı. Lola, o konularda Rina’nın tam tersiydi, zıt
karakterdeydiler. Kendisi, hayatta şapkadan başka kafaya bir şey takmayacaksın
diyenlerdendi.
–Tabii ki izlemiyorum!
–Hiç mi?
–Hiç.
–Hayatta inanmam.
–Maya!
9 Nisan 2023 İstanbul 14.35
İstanbul Emniyet Müdürlüğünün merkez binasında, iletişimden ve yazılımdan sorumlu
Başkomiser Rıza, sabahtan beri tüm ekibiyle aralıksız çalıştığı masasından kalkıp odada
dolanmaya başlamıştı. Yıllardır gününün neredeyse tamamını geçirdiği bilgisayar başındaki
işi, bugün bambaşka bir hal almıştı, artık hem vücudu hem de beyni isyan ediyordu. Kafası
stresten olsa gerek çatlarcasına ağrıyordu. Ne ağrı kesiciler ne de alt çekmecesinde
bulundurduğu masaj aleti kar etmemişti.
Sıkıldıkça içtiği kahveyi bile düşündüğünde midesi bulanıyordu. Dün akşamdan beri
kursağından hiçbir şey geçmemişti, zaten yemeği pek de aramazdı. Odanın içinde bir iki
gidip geldi, duvarlar üstüne üstüne geliyordu. Zamana karşı yapmış oldukları bugünkü o
malum çalışmalar, onu canından bezdirmişti. Bir şeylerin ters gittiğini, gözden kaçırdıklarını
hissediyor ama ne kadar düşünürse düşünsün, çıkar bir yol bulamıyordu. Kolejde,
akademide eğitimini alıp geçmiş çalışma hayatındaki tecrübeleri ile harmanlayıp
oluşturdukları prosedürlerin neredeyse tamamını uygulamışlar ama bir arpa boyu yol
gidememişlerdi. Bu saat olmuştu fakat hala ellerinde Altın Kapı’daki olay ile ilgili en küçük bir
ipucu yoktu. Gün batıya doğru kaydıkça bombadaki geri sayım da devam ediyordu; zaman
daraldıkça oluşan baskıyı tüm yüreğinde hissetmeye başladı, bu da kendisini boğuyordu.
Pencere her ne kadar açık olsa da oda, içilen sigaralardan köy kahveleri gibi kokmaya
başlamıştı.
Depo tam dolu olmasa da önce yeni kahvelere yer açmak için tuvalete gitti. Ellerini yıkarken
aynada yüzünü inceledi. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Uzun, yağlı saçlarını ıslatıp eliyle
düzeltip tokasını sıkıştırdı. Gömleğin yakasını, pantolonu düzelteyim derken kıyafetlerinin
üzerindeki menü kalıntılarını görüp “Ulan bu kıyafetle bir de İsmet Müdür’ün karşısına çıktın,
tüh sana!” diye kendi kendine konuştu. İsmet Müdür’ün geçmiş icraatlerinden, kıyafet
konusunda ne kadar titiz olduğunu tüm polis camiası bilirdi. Gerçi Rıza Başkomiser böyle
şeylere hiç takılmaz, hippiler gibi giyinmeyi ve yaşamayı severdi. Zaten sabah apar topar
büroya çağırdıklarından geceden üzerinde bulunan kıyafeti ile çıkıp gelmişti. Aman,
takıldığım şeylere bak, deyip ofise döndü. Duvarda asılı olan televizyonlarda malum
kargaşalar gösteriliyordu. Bugün en rahat, haber merkezleriydi… Tek bir konu, lebiderya
haber çıkarıyordu. Sanki bir gün önce yerel seçimler olmuştu da il il bağlanarak sonuçları
açıklıyorlardı. Oluşan yeni durumlara yorum yapan uzmanlar gibi bilen bilmeyen herkes hatta
sokaktaki halk bile yorum yapıyordu. Haber spikerinin hemen altından geçen başlıklar, Rıza
Başkomiser’in gözüne takıldı. Adeti olduğu üzere kayan yazıları ve haber başlıklarını
okumayı çok severdi, kısa ve öz. Tüm haberler, hep Altın Kapı olayının yankılarıydı. Kim ne
demişse hep bu olay için demişti. Bir aralık, İngiltere’de gerçekleşen bir uçak kazası verildi.
Denize düşen uçaktan iki yüz kırk yedi kişilik yolcu ve mürettebattan kurtulanın olmadığı
bildirildi.
O anda Rıza Başkomiser açlıktan isyan eden karnının gurultusunu hissetti. Eğer karnı dile
gelip konuşsa kendisine saydırırdı. Hele imkanı olsa onu bu vurdumduymazlığından dolayı
mahkemeye bile verirdi. Bazen iki üç gün bir şey yemez; kahve, çay, kola tarzı içeceklerle
geçiştirdi. Ama şimdi gerçekten acıkmıştı; karnı değil zil çalmak, artık alarm veriyordu.
Ofisteki ekibine, “Arkadaşlar yanında yiyecek bir şeyi olan var mı?” diye seslendi. Kendisine
en yakın masada çalışan Ergenekon, “Abi ne istiyorsan söyleyelim; pizza, dürüm falan…”
dedi.
–Yok ya, canım bir şey istemiyor. Şöyle midemi bastıracak bir şey olsa kafi.
“Ne zaman istiyor ki zaten?” dedi ileriki masadan Gülten memur.
–Amirim bende iki dilim pizza var yersen.
–Neli ki?
–İnce hamur margarita.
–Vallahi olur Gülten.
–Tamam, yanına çay…
–Okey.
Gülten masasının altındaki küçük pizza kutusunu masanın üzerine koyup makineden kahve
almak için ayağa kalktığında iki eli ile gözlerini bir ovuşturdu. Şöyle sağa sola bir iki esneme
hareketi yapıp kıyafetini düzeltti. Bugün herkes bitti, diye içinden geçirdi Rıza Başkomiser.
Gülten’i beklerken tekrardan ekrandaki altyazılara takıldı gözü. Otuz sekiz tane Türk
vatandaşı diyordu yazıda, uçakta tam otuz sekiz Türk vatandaşı varmış. İyi, dedi. İstanbul
bağlantılı uçakta 247 kişi içinden 38 kişinin fazla olmadığını düşündü. Şimdi otuz sekiz eve
ateş düşmüştü. Gerçi bunlardan mutlaka aynı aileden olanlar vardır; 38 değil, daha az eve
ateş düştü diye yanlışını düzeltti. Gülten pizza kutusunun üzerine koyduğu çay bardağı ile
geldi.
–Otuz sekiz tane Türk varmış uçakta.
–Sormayın amirim, otuz sekiz eve ateş düştü.
Gülten’in de biraz önce kendisinin yaptığı hataya düştüğünü gören Rıza Başkomiser istem
dışı gülümseyip “Yok, otuz sekiz eve değil.” dedi. Gülten’in o da niye der gibi bakışını
görünce, “Yani aynı aileden mutlaka birileri vardır; maksimum otuz sekiz olma ihtimali zor.”
dedi. Ofistekiler Rıza Başkomiser’in böyle ince ayrıntıların arasında takılı kalmasına
alışkındı. Zaten onu o yapan, özel kılan bu tür değişik ama genelde cuk oturan bakış
açılarıydı.
Bazen böyle saçma sapan takılmaları olsa da bu dışı pasaklı, hippi kılıklı ama içi dolu, zeki,
bilgili adamı ofisteki herkes severdi. Hiç öyle herkesin bildiği, gözünde canlandırdığı polis
tiplerine benzemezdi. Hatta o da çok sevdiği bir filmin repliğini kendisine uyarlamıştı; “Ben
sizin bildiğiniz polislerden değilim.” derdi. Gülten de istemsizce gülüp “İlahi amirim!” dedi.
Pizza kutusunu, üzerindeki çay bardağı ile ona uzattı. Rıza Başkomiser “Haklıyım ama.”
deyince o da göz kırparak “Her zaman amirim.” diye yanıt verdi.
–Teşekkür ederim Gülten.
–Ne demek amirim soğumuştur ama.
–Bana fark yapmaz, deyip ardına döndü, ofise yöneldi.
Polis Kamil’in masası boştu, pizza kutusunu oraya koyup açtı. Bir dilim alıp bol şekerli çay ile
yemeye başladı. “İsteyen varsa bir dilim daha var, paylaşabilirim.” diye de ofistekilere
anonsunu yaptı. Gelen afiyet olsun karşılıklarına kendisi de elindeki ısırıklı pizzayı kaldırarak
yanıt verdi. İkinci çayını yudumlarken “Bir şey bulan var mı?” diye sordu.
Masalarında çalışan altı kişiden hiçbir olumlu yanıt gelmedi. Bazıları dönen sandalyelerini
amirlerine çevirmiş yaptıkları ve geri bildirim aldıkları araştırmalardan, kovuşturmalardan
bahsedip en son bilgileri başkomiserlerine geçtiler. O esnada son dilimi yemek üzere olan
başkomiser yeniden, “Bak yiyorum, isteyen varsa bölüşürüz, verebilirim.” diye tüm ofisi
yemeğine davet etti.
Değil son lokma, elindeki ilk lokma o dahi olsa herkes çok iyi bilirdi ki başkomiserleri yine de
o pizzayı kendileriyle paylaşırdı.
Pizza dilimini göstererek “Serkan…” diye seslenince herkes bir tebessüm etti zira ofisin en
iştahlısı Serkan Komiser idi. Kısa boyu ve tombiş vücudu ile o hep açtı, ofiste fazlalıkları silip
süpürmesi ile nam salmıştı.
–Abi bugün iştah mı kaldı? Bizim olay, üstüne uçak kazası, otuz sekiz eve ateş
düştü…
Gültenle göz göze gelen Rıza Başkomiser gülüştüler. Kendisine güldüklerini anlayan Serkan
Komiser, “Ne oldu? Niye güldünüz ki? Haksız mıyım?” diye sorunca Rıza Başkomiser de
“Gülten sen anlat.” dedi.
Serkan Komiser’in havadan bile nem kaptığını ve ne kadar alıngan olduğunu bilen Gülten
hemen durumu izah etti. Ofisteki herkes biraz gülüp kafa dağıttı; sanki şu kısa süre, herkes
için bir dinlenme, teneffüs gibi olmuş, çok iyi gelmişti. Rıza Komiser boş pizza kutusunu çöp
kovasında fazla yer kaplamasın diye büzüştürmeye çalışırken ofistekilere uçak kazasını
kimin araştırdığını sordu. Polis Nihat da “Ben sordum, yolcu listesini çıkardım ama bir
farklılığa, tuhaflığa rastlamadım abi. Ha, aynı aileden insanlar var mıydı diye soruyorsan
haklısın iki aile mesela bayağı kalabalıktı, aynı soy isimden kaç kişi gitti.” dedi.
–Yolcular hangi millettendi?
–Abi her milletten var, artık dünya küçüldü biliyorsun. İstanbul, transit yolculukta
bugün dünyanın en önemli aktarma merkezlerinden birisi ama ekseriyet İngiliz’di.
–Bağlantılı seferlere baktın mı?
–Baktım abi, Amerikalısından Çinlisine kadar her ulustan var.
–İsrailden var mı?
–Bilmem, pek dikkat etmedim ama bağlantılı olan ülkelerde İsrail de vardı. Ama
İsrailli var mı ondan emin değilim.
–Şu listeyi bir ekrana getirsen ya.
–Hemen, dedi.
Nihat’ın çalıştığı masaya gidip dosyaların arasından düşen uçağın yolcu ve mürettebat
listesini bulup ekrana getirmesini beklediler. Fazla sürmeden uzun bir liste ekrana yansıdı.
Yukarıdan aşağıya isimleri taramaya başladılar. Nihat, başkomiserin ne aradığını pek
bilmese de onun isteğine göre aşağı doğru tüm listeyi ekrandan gösterdi.
–Abi listenin tamamını daha önce de taradım ama farklı, sıra dışı bir durum
göremedim.
Rıza Başkomiser “Burada bir şey eksik.” dedi, “Bu yolcuların nereyle bağlantılı geldiklerini
gösteren bir şey var mı?”
–Yok abi, bu yalnızca uçağın yolcu listesi.
–Yok, böyle olmaz; bu yolcuların nereden bağlantılı olarak bu sefere geldiklerini
görmemiz lazım, bunu öğrenebilir misin?
–Havaalanını arayıp bir önceki bağlantılarını isteyebilirim.
–Hemen ara, acil olarak bu uçuşun bağlantılı seferlerinin, hangi yolcunun nereden
aktarma ile bu uçağa bindiğinin listesini iste.
–Hemen alırım amirim, deyip havaalanını aramak için telefona sarıldı.
Karşı taraf telefona çıkmadan Rıza, yan tarafta Gülten’in ekranını incelemeye başlamıştı.
–Amirim sabahtan beri İstanbul’da mevcut olan öncesini bildiğimiz veya olabileceğini
tahmin ettiğimiz tüm örgütlerin sitelerini, faaliyet alanlarındaki son konumlamalarını
inceliyorum ama bu adamlar teknolojiyi bile adam gibi kullanmıyorlar. Bu, onlara on
numara büyük bir gömlek bence.
–Ya ben de onlardan bir bok çıkacağını tahmin etmiyorum ama prosedür işte, önce
geçmişten başla yoksa onlar bu çapta bir olayı değil yapmak, hayal bile edemezler.
Bence bu uçaktan bir şey çıkaracağız, aradığımız bu uçakta.
–Allah Allah, onu da nereden çıkardın amirim, ne kadar da emin konuşuyorsun?
–Kızım sen hiç İngiliz Hava Yolları’nın düşen bir uçağını duydun mu? Sor bakalım
Google amcaya bugüne kadar kaç uçağı düşmüş? Sor sor.
–Haklısın abi, ta 1976 yılında bir kez can kayıplı bir kaza olmuş, o da kontrol
memurunun hatasından kaynaklıymış.
–Evet, haklıyım. Aradığımız bu uçakta. Bu firmanın neredeyse yarım asırdır
düşmeyen uçağı, bugün mü düştü sizce? Tesadüf mü bu, bence değil, kesin bir bit
yeniği var.
–Vallahi amirim siz konuştukça ben de pirelendim.
–Dur bakalım, yolcuların tam açıklamalı listesi bir gelsin, bakacağız şüphelenmekte
haklı olup olmadığımıza. Nihat gelmedi mi daha şu liste?
–Konuştum abi, şimdi gönderiyorlar.
–Yok ya! Nihat söyle onlara uzaktan erişimi sağlasınlar, onların programlarına tam
giriş istiyoruz.
–Amirim, bunun için yazı falan isterler, sonra uzamasın.
–Yok ya. Bizi ilgilendiren yalnızca şu düşen uçak, tüm iz düşümü bize lazım. Nereden
gelmiş, kimleri İstanbul’dan almış, kimleri İstanbul’a bırakmış? Tam inceleme, tam
yetki, onların işine engel olmayız. Genel müdür istiyor de. İlla yazı isterlerse de bana
haber ver, çok acil de. Gülten’e geri döndü.
–Ne dersin?
–Amirim olmayacak şey değil, sıradan bir gün yaşamıyoruz ki. Olacak hiçbir şey beni
şaşırtmaz. Bugün incelediğim örgütlerin yazışmalarını okudukça dehşete düştüm,
onlar bile bu olaya bambaşka taraflardan bakıyorlar. Herkesin aklı karmakarışık.
Ciddiye alan da var, tiye alan da. Bu arada özellikle ortadoğu merkezli olanlar, çoktan
harekete geçtiler. Birçok sempatizanlarını, yani bugün Kudüs’e ulaşabilme
uzaklığında olanları, çoktan yönlendirdiler ama neredeyse hiçbir yazışmada uçak
mevzusuna rastlamadım. Yalnızca birkaç yazışmada bizden ölenler için rahmet
dilediler ama çoğu gavurdu, cehenneme gittiler gibi şeylere rastladım, hepsi bu. Sizin
aklınıza nereden bir ilişki olabileceği geldi?
–Hadi gel, en aykırı beyin jimnastiği yapalım ben niçin olabileceğini söyleyeyim, sen
de niçin olmayacağını. Think tank okey.
–Okey, önce siz başlayın.
–Tamam piramitleri düşün. Yapanlar, yapımında çalışanları katletmişler. Neden?
İçindeki planları gizleyebilmek için bilenler katledilmiş, geride bir şey bırakılmamış.
Burada da bu olayı planlayanlar, planlarının açığa çıkmaması için kendileriyle olan
tüm bağlantıları ortadan kaldırabilir.
–Amirim piramitler için söylediğiniz duyumlardan ibaret ve yüzüncü ninemizin
zamanı. Şimdi o devirler gibi mi?
–Değişen ne var ki? İnsan, her devirde aynı insan. Değişen, devirler, insanlar değil.
Aynı ego, aynı sinsi planlar, aynı benzer şeyler bunda da olmaz mı?
–Yani uçağı bunlar mı düşürdü diyorsun, bugün kolay mı bir uçak düşürmek?
–Yani nükleer bombaları şehrin göbeğine kimseye gözükmeden koymak, uçak
düşürmekten daha mı kolay sence? Tüm dünya işi gücü bıraktı herifleri arıyor, sanki
zembille inmişler, görünmezler. Sence karşımızdakiler normal insanlar mı? Bence
arada bir bağ olabilir ama kopuk bir bağ. Yoksa Mossad’ın ününü herkes biliyor,
İsmet Müdür’den öğrendiğim kadarıyla onların elinde de bir şey yokmuş. E, hadi kötü
bir oyuncusun, nerede karşı tezlerin?
–Vallahi amirim ne söylesem bilemedim, siz konuştukça bana da konuştuklarınız pek
mantıksız gelmedi. Tarihte birçok kral, kraliçe mesela Cengiz Han gibi yerleri belli
olmasın diye yakın köleleriyle, çevresindekilerle gömülmüş, Hollywood filmlerinde de
çok izledim, şu liste geldiyse bir bakalım.
–Nihat ne alemdesin?
–Amirim, karşıda Sultan Hanım, müdürüyle konuşmaya gitti. Onu bekliyorum, uzun
sürmez.
–Vakit nakittir derler ya, kur hiç bu kadar yüksek olmadı. Tekrar ara, gelince bana
haber ver.
Eliyle odada olacağını işaret etti. Rıza Başkomiser masasında biraz önce ilgilendiği konulara
baksa da aklı gelecek listedeydi, fazla da beklemek durumunda kalmadı. Masada el kol
hareketleri yapan Nihat, listenin geldiğini bildiriyordu. Hemen koşarak Nihat’ın yanına gitti ve
beraber incelemeye başladılar.
–Dur işte, dur. Kaç tane İsrail bağlantılı transit yolcu var? Şundan bir çıktı al ya.
Nihat daha çıktıyı almadan Rıza Başkomiser fotokopi makinesinin önündeydi. Temizlenen bir
masanın üstünde kağıtları yan yana koymaya başladılar. İsrail bağlantılı on sekiz tane isim
vardı, üstelik Kudüs’ten, İsrail Hava Yolları El Al ile gelmişlerdi. On sekiz yolcunun yedi
tanesi İsrailli, üç tanesi Hintli, ikisi İrlandalı, sekiz tanesi de İngilizdi. İstanbul’dan doğrudan
uçağa binen 65 kişi vardı, bunlardan 27 tanesi Türk, 1 tanesi Hintli, 3 tane Malezyalı, 4 tane
Avustralyalı, 2 tane Fransız, 28 tane de Birleşik Krallık mensubu vardı. Başkomiser Rıza tüm
listeyi dikkatle inceledikten sonra gerekli talimatları vermek üzere, yaptıkları ne var ise
bırakıp herkesin kendisini dinlemesini istedi.
–Arkadaşlar şimdi ne yapıyorsanız bırakıyorsunuz. Sizden istediğim şu, bu düşen
uçakta bulunan İsrail bağlantılı 18 kişi ile İstanbul’dan direkt uçuş olarak binen 65 kişiyi
aranızda pay ediyorsunuz ve bu kişilerin geçmişlerini, aralarındaki en küçük bir bağ olabilme
ihtimalini, tuttukları takımdan üye oldukları kulüplere, derneklere, çalıştıkları iş yerlerine
kadar, birbiriyle bağlantılı olabilecekleri her ne var ise tespit etmenizi istiyorum. Bu isimlerin
tamamını Interpol’de, Avrupa polis, yerel polis departmanlarında aramanızı istiyorum.
Serkan derhal bu kişilerin oluşturduğu bir havuz yap ve her türlü bilgiyi o havuzda toplayacak
yazılımı kur. Şu senin hacker Sülolar vardı ya, onlardan da yardım al, durumun acilliğini de
üstü kapalı olarak açıkla. El birliğiyle yardım etsinler, benim de selamımı ve hizmetleri
karşılığında onlara borçlu olacağımızı söylediğimi söyle. Yok ya, sen onların, Süleyman’ın
telefonunu ver, ben arayayım. Ben onlara açıklarım. Şimdi şu İsrail’den gelen adamlar neyin
nesiymiş, bir bakalım. Gülten sende. Nihat ilk 25, İrfan sonraki 20, Hamdi en son 20 sende,
hemen başlayın. Serkan sen şu Süleyman’ın telefonunu ver, hadi arkadaşlar rastgele. Bu
sefer taban eti değil, av eti yiyeceğiz, hadi.
Odaya girerken hacker Sülo’nun telefonunu çaldırmaya başlamıştı.
–Alo Süleyman, merhaba. Ben Başkomiser Rıza, diye kendisini tanıttı
–Buyurun amirim.
Başkomiser, sesinin tonundan Süleyman’ın arayanın kendisi olmadığından şüphelendiğini
anlamıştı.
–Süleyman hani şu banka olayında karşılaşmıştık, telefonunu Serkan polisten aldım.
Beni iyi dinle, sen de Kudüs ve İstanbul’daki durumdan haberdarsındır.
“Evet amirim.” deyince Süleyman’ın kendisini tanıdığını anlamıştı.
–Süleyman sözümü kesme, vakit yok. Durum çok ciddi, şimdi sana Whatsapp’tan
liste atıyorum. Hemen bir ekip oluştur, bu listedeki isimler ile ilgili ne toplayabilirsen toplayıp
Serkan’ın mailine at. Bu telefon benim, istediğin zaman beni de arayabilirsin. En küçük,
unufak bir ayrıntı bile bizim için çok önemli olabilir, yardım edebileceğini düşündüğün
herkesle bağlantı kur. Her türlü atış serbest. İş, vatan millet Sakarya cinsinden bilesin. Tabii
sessiz sedasız. İnternetin her kademesine girip çıkabilirsin, hadi koçum sana güveniyorum.
Ha, bu arada bu işin sonunda teşkilat sana dokunulmaz olacak kadar borçlanabilir. Anladın
mı?
–Anladım amirim, siz merak etmeyin hemen başlıyorum.
–Hemen hemen, tuvalete bile gitmek yok bilesin, o kadar acil.
–Siz merak etmeyin amirim, ben bizim gruba da haber veriyorum, el birlik hallederiz.
–Unutma, sessiz, aramızda.
–Elbette amirim, siz rahat olun.
Rıza Başkomiser telefonu kapattığında Süleyman’dan da destek almakla ekibinin ne kadar
genişlediğini düşünüp bir rahatlama hissetti. Legal, illegal, şimdi tüm av köpekleri araziye
çıkmıştı. Tavşan, deliğine de girse o delik mutlaka bulunacaktı, artık bunun lamı cimi yoktu.
Süleyman Odtü bilgisayar mühendisliğini ve yazılımcılığı çift anadal ile bitirmişti, zehir gibi bir
bilgisayar dehasıydı. Lakin kumar oynamak gibi ciddi bir bağımlılığı vardı ve o zehir çocuk,
panzehiri olmayan bir merede dadanmasından dolayı tüm hayatının içine etmişti. İnternetin
altını üstüne getirecek kadar yetenekliydi; insanların sörf dediği, Süleyman’a kağnı gibi
gelirdi, adam tam bir kurttu. Onu yakalamak için tam sekiz ay iz sürmüş ve en sonunda da
köşeye sıkıştırmıştı. Fakat son hamleyi yapmamış, Süleyman’a kıyamamıştı. Bir daha
yapmayacağım sözü ile kontrollü olarak bırakmıştı onu yoksa tam da gazetelere manşet
olabilecek bir vaka yakalamıştı.
Süleyman öylesine bir dolandırıcılık olayına bulaşmıştı ki akıllara zarar… Yazmış olduğu bir
yazılım ile birkaç bankanın hesaplarındaki tüm müşterilerden küsüratları kendi oluşturduğu
fona aktarıyordu. Rakamlar o kadar küçüktü ki kimse dikkate almıyordu. İşte bu küçük
miktarlar, bir iki duraktan sonra Süleyman’ın hesabına giriyordu, o minnacık rakamların
toplandığı havuz, tahmin edilmesinden çok daha büyük bir göl haline geliyordu. O zekiyse
eh, ben de fena değilimdir ve inatçıyımdır, diye düşündü Rıza Başkomiser. Sekiz aylık bir
maratondan sonra Süleyman’ı köşeye sıkıştırmış ama böyle bir zekaya kıyamamıştı. Şimdi
de diyetini istiyordu. Gerçi kendisi yüz göz olmadan birçok olayda ve sıkıştıkları yerde
Serkan Komiser vasıtası ile onu uzaktan kayıt dışı danışman gibi kullanmıştı. Deyim
yerindeyse Hızır gibi yetişmişti. Ona hiçbir zaman söylemese ve hiçbir zaman söylemeyecek
de olsa o, kendisi için görünmeyen kahramandı ama böyle bir zeka ve yetenek ile kendini
heba etmişti. İlk kez kendisi doğrudan Süleyman’ı arayıp istekte bulunmuştu. Öyle bir
haldeydiler ki şeytanın yardım edeceğini bilseler düşünmeden ondan bile yardım isterlerdi.
9 Nisan 2023 Kudüs 15.00
Kudüs’te tapınak tepesine çok yakın binada, olağanüstü güvenlik önlemleri sokaklara kadar
taşıyordu. Cadde trafiğe kapanmış, çatılar keskin nişancılar ile donatılmıştı. Yalnızca
yayaların sokaktan geçmesine izin veriliyordu, onda da sokağın her yerini tutmuş olan
güvenlik güçleri en küçük bir şüphede kimlik sorgulaması yapıyorlardı. Kapının önünde siyah
giyimli sivil korumalar birbirlerinden gözlerini ayırmıyorlardı. Lüks arabalar her an hazır
olacak şekilde konumlandırılmıştı; şoförler, kapılarının yanında nazır bekliyorlardı.
İçeride ise Kudüs Valisi, Mescid-i Aksa imamı, doğu kiliselerini temsilen Rum Ortodoks
başpiskoposu ve Fener Ortodoks patriği, batı kilisesine temsilen Vatikan temsilcisi
başpiskopos, protestan kilisesinin başpiskoposu, Kudüs hahamı ve Uluslararası Kudüs Vakfı
Başkanı toplantı masasının etrafındaydı, akşama beklenen kıyamet, burada erkenden
başlamıştı. Toplantının başladığı 14.30’dan bu yana, herkes kendine yakışır adet ve
usüllerde davranış sergilerken ne olduysa son on dakikadır odada bulunan kelli felli, her biri
temsil ettikleri inanç sisteminin neredeyse en zirvesi konumunda olan koca koca adamlar, o
ağır, bilge, oturaklı, heybetli görünüşlerini kenara atıp kavgacı, bıçkın, dediğim dedik olmuş,
kenar mahalle kabadayılarına dönüşüvermişlerdi. Vali, dilim kopaydı da şu nükleer bombayı
bunlara söylemeyeydim, diye geçirdi içinden. Durumun vehametini perçinlemek için
bombanın nükleer olduğunu onlara da söyleme ihtiyacı duymuştu. Zaten bu toplantının
amacı, inanç sistemlerinin Kudüs’te bulunan en üst yetkililerini bu odada toplayarak, her
geçen dakika kontrolü imkansıza doğru gitmekte olan kalabalığı kontrol altında tutabilmek ve
kendileriyle iş birliği yapabilmekti. Sonuçta dışarıda toplanan kalabalıkların her biri, onların
cemaatlerindendi. Radikallik boyutunda dindarlardı. Bu yüzden de din adamlarını
kendilerineden çok daha fazla dinlerlerdi ama şimdi odanın içi, dışından beter olmuştu.
Taşkınlık yapan cemaatleri sakinleştirip yatıştırmak için cemaat liderleri, din görevlileri ve
cemaatin en tepe noktasındaki adamlarla yardım ümidiyle yapmış olduğu bu toplantıda şimdi
cemaatlerin en ileri gelenleri birbirine girmişti. E, bunları yatıştırıp sakinleştirmek için
cemaatlerinin mensubu adamlar mı getireyim, Allah’ım bu ne kısır döngü, diye düşündü Vali.
Şu kelli felli adamların bu hallerini görseler ne derlerdi acaba? Türk atasözü aklına geldi;
“İmam osurursa cemaat sıçar.” demekki dışardakiler az bile yapıyorlardı.
Vali Daniel, Kudüs’te iki yıldır görev yapıyordu. Çok zordu ama kariyeri için önemli bir kentti
burası. Kendisi dindar bir Yahudi değildi, en azından burada. Kudüs’te gördükleri ile
kıyaslanınca kendisi seküler Yahudi denilenlerdendi. Bu kente geldiğinden beri kentin
havasından mı yoksa suyundan mı bilinmez aşırı dincilerinki gibi olmasa da Tanrı’yı daha
fazla düşünür olmuştu. Aldığı her türlü kararda onun kendisini çok yakından izlediğini
hissederdi.
Böyle kadim bir kente vali olmayı çok büyük bir sorumluluk olarak görür, bazen de kentin
kutsallığının altında ezildiğini hissederdi. Görevinden kaynaklı ama istemeye istemeye almak
zorunda olduğu bazı kararlarından dolayı zor günler yaşadığı da oluyordu.. Vali Daniel’ı
tanımlamanın en kolay yolu, isminin anlamını söylemek olduğunu söylerdi karısı Rita.
“Tanrı’nın merhameti ve adaletinin uyumunu ifade eden, Tanrı benim yargıcımdır anlamına
gelen Daniel, işte, benim kocam da aynen budur.” derdi. Doğru da söylerdi. Kudüs’te
kendisinden önce her çeşit vali görev yapmıştı, elbet onlar da ellerinden geleni yapmışlardı
ama Vali Daniel’ın yeri başkaydı. Her kesimden, her inançtan insanlarla mesafesini
ayarlamasını bilen, her türlü baskı ve yönlendirmeye rağmen doğru bildiğinden şaşmayan,
her türlü kararında hümanistliği bırakmamak için mücadele veren biriydi. Tabii karar
kendisine bırakılırsa ama böyle dünyanın merceğinin altındaki bir kentte bu ne mümkündü?
Yine de kendi inisiyatifi ile yapabileceklerinin en iyisini yapmaya çalışırdı. Kırbaçtan kaçış
yoksa kırbaçlar ama göstermelik, en düşük dozajda yapardı veya çaktırmadan o kırbaç
izlerine merhem gönderirdi. Zaten bundan dolayı, bürokraside, kent eşrafında ve farklı dini
cemaatlerde saygın bir yeri vardı. Bir, aşırı milliyetçi ve dinci radikaller kendisinden pek haz
etmezlerdi. Tabii karşılıklıydı, o da onlardan pek haz etmiyordu. İnsanın sevmediği ot,
burnunun dibinde bitermiş. Kudüs bu tür insanlarla doluydu, nasıl olmasın ki? Kentin o
muhteşem kutsallığı insanı çekip içine alıyordu. Eğer kafa teneke, bilgiler de yerli yerinde ve
sağlam temellerde değilse bu kent en ılımlı inanç sahibini bile bir manyağa çevirebiliyordu.
Hatta buna Kudüs Sendromu diye bir psikolojik rahatsızlık ismi bile konmuştu. İnsan kentin
kutsallığının içinde kayboluyor ve kendisine kutsal bir kişilik yaratıyordu. Bugün herkes
Mesih’i beklerken ben Mesih’im, diye dolaşan kaç tane meczup vardı Kudüs’te bir bilseler.
Vali, odanın içindeki taşkınlıkların tahammül sınırlarının üstüne çıktığını anlamıştı.
Odadakiler önce Mesih’in gelmesi ile ilgili kendi inançlarının görüşleri üzerinde tartışmaya
başlamışlardı, hepsi aynı şeyi farklı şekilde dillendirirken küçük farklılıkları baz alıp da nasıl
genelden kopabiliyorlardı? Tartışma uzadıkça edebi iddialar ve düzeyli konuşmalar, belden
aşağı vurmaya dönüşmüş, hararet ve tansiyon hepten yükselmişti. İş, tarihte kimin kime ne
kötülükler, nasıl katliamlar yaptığına kadar dayanıp çıkmıştı. Bu konuda en başarılı,
hahambaşıydı. Zaten katliam, soykırım denilince algıda seçicilikten mi olsa gerek ilk
Yahudiler akla gelir ya, en mağduru o oynuyordu. Depresif kardeşler, doğu ve batı kiliseleri,
adeta birbirlerinin kanını aşeriyordu. Ortodoks Rum patriği, “Sizin Konstantinopolis’te
yaptıklarınızı unuttuk zannetmeyin. 4. Haçlı seferinde şehri kan gölüne döndürdünüz, insan
insana bunu yapar mı? Elli yıl Konstantinopolis’te kesmediğiniz erkek, köle yapmadığınız
kadın, çocuk kalmadı. Canım kenti yakıp yıktınız.” derken Katolik başpiskopos da “Sanki siz
farklıydınız, Roma ikiye ayrıldığında şehirdeki katoliklere siz neler yaptınız? Hadi, ayrıldık
Roma’ya dönün mü dediniz?” diye yanıt verdi. Alman Protestan başpiskopos, Katolik
mevkidaşına “Siz hiç konuşmayın, tarihte sizin kadar eli kanlısı yoktur. Otuz yıl savaşlarında
bizim milletin neredeyse yarısını yok ettiniz, o zamanın Avrupa’sında 6 ile 19 milyon
arasında insanın bu savaşlarda öldüğü söyleniyor. Saint Barthelemy katliamını, eskinin
Konstantinopolis, bugünün İstanbul’unu da… Aha, burada, Haçlı seferlerinde, şu kutsal
kentte bile ne Ortodoks ne Yahudi ne de Müslüman bıraktınız, tarihçilerin anlattığı kadarıyla
şehirde akan insan kanı, atların ayak bileklerine kadar çıkmış. Siz bu konularda konuşacak
en son kişisiniz Katolik başpiskopos.” dedi.
–Niye, siz sütten çıkmış ak kaşıksınız değil mi? Bavyera eyaletinde neler yaptığınızı
niye söylemiyorsunuz?
–Seninkinin yanında bizimkinin esamesi bile okunmaz.
–Hadi oradan, siz Tanrı’nın dinini bölenlersiniz, tarihte tüm bunlar yaşandıysa sizin
ikilemleriniz, ayrıştırıcılıklarınız yüzünden başlamıştır.
–Tabii biz ayrıştırdık değil mi? Yoksa ruhban sınıfı olarak bir eliniz yağda, bir eliniz
baldaydı. İnsanlar aç, perperişan iken enselerinde boza pişiriyordunuz. Para almadan günah
bile çıkarmıyordunuz, düzeninize çomak soktuk değil mi? Engizisyon mahkemelerinde yüz
binlerce insanı yargılayıp masum, suçlu ayırt etmeden en kötü işkenceler ile diri diri yakıp
çarmıha gerdiniz.
Kudüs müftüsü de Protestan başpiskoposa arka çıkarak “Evet, aynen ekselanslarının
dediklerine katılıyorum. Burada Haçlılar, Antakya’da, Kudüs’te, İstanbul’da, Avrupa’nın
birçok kentinde yapmadıklarını bırakmamışlardır. Çok acımasız ve gaddar oldukları, tarih
sayfalarına geçmiştir.
–Bak şimdi, şıracının şahidi bozacı. Sanki siz farklıydınız. Bir kere sizin dininiz fikir ile
değil, kılıç ile yayılmış bir dindir. Sen ne diyorsun?
–O anca sizin görüşünüz. İslam dini barış ve hoşgörü dinidir. Tarihe bakınız, hangi
katliam yazar?
–Bizim arşivlerimizde bir sürü var, demek ki siz bilmiyorsunuz. Endül Kudüs’te, ele
geçirdiğiniz kentlerde, neler oldu bilmiyor musunuz?
Hahambaşı Katolik piskoposu da ona destek çıktı.
–Sizin peygamberiniz zamanında, Beni Kurayza kabilesinin başına gelenlerden
haberiniz yoktur tabii, deyince müftü söze girdi. “Sen ne diyorsun hahambaşı, Beni Kurayza
kabilesinin başına gelen Yahudi oldukları için mi geldi? Ne alaka?
–Ne için azizim, başka bir şey için mi?
–Elbette, Yahudi oldukları için olsaydı önce olurdu. Dinle de doğrusunu anlatayım
sana, kulağına küpe olsun. Hendek Savaşı’ndan önce Müslümanlar ve Yahudiler,
Mekke’den gelen müşrikler için beraber savaşmak üzere anlaşıyorlar ama Mekkeli
müşriklerin kalabalık olduğunu gören sizin akıllılar, savaşı Mekkeliler kazanacak diye taraf
değiştiriyorlar, biz Müslümanlar kazanınca da kalelerine kaçıyorlar. Tabii savaştan sonra o
sığındıkları kale zapt ediliyor, o zamanki devirde bu ihanetin bedeli belli ama Hz. Muhammed
ne yapıyor? Yahudi şeriatına göre yargılanmalarını istiyor ve Yahudi yargıcın verdiği hüküm
doğrultusunda erkekler katledilip kadın ve çocuklar esaret ediliyor, yani işin aslı senin
anlattığın gibi değil.
–Sonuç ne?
–Ne sonucu? Yargılanmışlar, hüküm verilmiş hem de Yahudi şeriatına göre hüküm
uygulanmış. Ama yüzyıllardır siz bunu farklı anlatıyorsunuz. Şu mübarek Kudüs’te bile
Müslüman egemenliklerinde insanlar en mutlu şekilde inançlarını, ibadetlerini yaşamışlardır.
İnanmayan gitsin, Hz. Ömer Camii’ndeki fermanı okusun. Selahattin Eyyübi’nin, Yavuz
Sultan Selim’in inanç grupları için verdikleri fermanları okusunlar. Osmanlı’da Fatih Sultan
Mehmet’in İstanbul’u fethettiğinde Ortodoks Hristiyanlar için vermiş olduğu fermanını
okusunlar. Aynı avluda papaz, imam ve hahamın sabah kahvaltısını nasıl beraber
yaptıklarını açıp tarih kitaplarından okusunlar. Tabii sizin kitaplarda bunlar yazmaz.
–Sizin öğretilerinizde bile biz Yahudiler ile hiçbir etkileşimde bulunmamanız
buyuruluyor.
–Yok daha neler! Ondan dolayı mı ne zaman bir yerlerden kovulsanız hep
Osmanlı’ya, Müslümanlara koştunuz? Güvenli liman olarak hep Müslüman topraklarını
seçtiniz. Size verilen imtiyazlar, Anadolu halkına verilmiyordu üstat. Dedelerine, ninelerine
sor, sor ki öğren.
–Müftü efendi, duyan da ne kadar asilsiniz sütten çıkan ak kaşıksınız zannedecek,
bırak tarihi günümüzde bile yalnızca kendi mezheplerinin arasında farklı mezheplerden,
dinlerden diye kameralar önünde kör bıçakla adam kesiyorlar.
–Evet kesiyorlar, bunun savunulacak hiçbir durumu yok. Savunmuyorum da. Onlar
her ne kadar bunu cihat için yapıyoruz deseler de kime hizmet ettikleri meçhul ama İslam’a
olmadığı kesin. Yaptıklarından en çok islam zarar görüyor. Tabii şunu da unutmamak lazım,
aynı zamanda bir pilot, bombayı sivillerin üzerine bırakıp yüzlerce masum sivili katlediyor,
gidip barında birasını yudumluyor, onu kimse görmüyor. Ama bıçakla bir diğeri adamı
kameralar önünde kesiyor, herkes aylarca onu konuşuyor; algı meselesi. Ayrıca sanki siz
mezhepleriniz arasında süt limansınız. Katolik Kuzey İrlanda bağımsızlığını ilan ettiğinden
bugüne gün yüzü gördü mü? Çok yakın geçmişte Ortodoks Sırplar, Katolik Hırvatlar ve
Müslüman Boşnaklara o canım medeni Avrupa’nın göbeğinde neler yaptı unuttunuz mu?
Ortodoks Patriğe dönerek devam etti.
–Siz değil miydiniz Konstantinopolis’te Türk’ün sarığını, kardinalin şapkasına yeğleriz
diyen? Sizin atalarınız değil miydi? Ama Türk’ün Kurtuluş Savaşı’nda Mavri Mira ile
kiliselerini cephaneliğe çeviren yine sizdiniz. Siz Osmanlı’ya dua edin, eğer aranızdaki bu
boğazlaşma bir noktada kaldıysa o da Osmanlı’nın Avrupa seferleri karşısında korkunuzdan
birbirinize muhtaç olup sarılmanızdandır. Yoksa daha o derenin altından çok sular akardı.
–Azizim sen iyi konuşuyorsun da her şey ortada. Hani siz diyorsunuz ya mızrak
çuvala sığmıyor, görünen köy kılavuz istemez diye, İran-Irak Savaşı tam sekiz yıl sürdü, bir
milyondan fazla ölüm oldu. Nijerya’da Boko Haram’ın yaptıkları, Lübnan iç savaşı… Al işte,
sınır komşumuz Suriye, Yemen, daha sayayım mı?
–Sayma azizim sayma, hepsini biliyorum ama şunu da biliyorum ki bu saymış
olduğunuz çatışmaların nedeni, Sünni ve Şii gibi gözükse de o görünen buz dağının üstüdür.
Aslı, mezhepten öte güç ve nüfus, inançtan ziyade iktidar ve çıkar çatışmalarıdır. Emin olun,
o çatışma bölgesinde yaşayanlar olayların bu noktaya gelmesinde, en az suyu taşıyanlardır.
Dünyayı yönetenler ki Müslüman kimliğinde olmadıkları kesindir tavşan kaç, tazı tut
oyununu, buralarda kendi çıkarları için çok güzel tertip etmişlerdir. Olan, bölge insanlarına
olmuştur; boşuna dememişler ateş düştüğü yeri yakar diye. Tüm bu acıların sorumluları
sizlersiniz. Aha, bugün beklediğiniz Mesih gelirse o kanlı ellerinizi nasıl ona uzatacaksınız?”
derken artık o da hepten zıvanadan çıkmıştı. Vali Daniel, şu ana kadar kaç kez araya girip
din adamlarını yatıştırmaya çalışmışsa da hepsinde başarısız olmuştu, bir tarafı
sakinleştirirken diğer taraf patlamıştı. Artık ne sabrı ne de bu tansiyonu sürekli artan
tartışmaya ayırabilecek zamanı kalmamıştı. Bu zapt edilemez tavırlar, kendisini çileden
çıkarmaya yetmiş de artmıştı. Dışarıda işler zaten kontrolden çıkmak üzereyken can simidi
olarak sarılmayı düşündüğü, acaba bir nebze yardımları olur mu diye topladığı ruhban
liderler, yardım etmek bir yana, birbirlerine girmişlerdi. Konuşmalarından anladığı kadarıyla
da kimse masum değildi. Mesih İsa “İlk taşı en günahsız atsın.” dese kimsenin taş falan
atacağı yoktu. Tencere dibin kara, seninki benden kara hesabı…
“Ekselansları, ekselansları, beyler!” diye tüm odayı kaplayan kükremeyle beraber elini
masaya tüm gücüyle vurunca ihtiyarlar, otoritenin varlığını iliklerine kadar hissetti.
–Beyler dakikalardır asıl konumuza sizi çekmek için uyarıda bulunuyorum ama
anladım ki sizin ne beni dinlemeye ne önümüzde ne kadar büyük bir olayın olduğunu, bu
olaydan doğacak sonuçların nelere mal olabileceğini anlamaya ne de yönetim olarak bana
yardım etmek için elinizi taşın altına sokmaya niyetiniz yok. Yazık, çok yazık! Sizin gibi ilim
irfan sahibi, görmüş geçirmiş, inançlı, mevkili kişilerden bu yaşadığımız talihsiz olaydan en
az zararla nasıl çıkarız, nasıl bir katkımız olabilir diye yardım beklemekle ne kadar yanılgıya
düştüğümü esef ile anlamış bulunmaktayım. Sizin bu kafa ile çözüme bir nebze katkınız
olmayacağına kanaat getirdim. Yazık ki hem de ne yazık! Belki böylesi daha da iyi. Orada, o
paylaşamadığınız Altın Kapı’da, tüm kutsalları yok edecek iki tane nükleer bomba asılı. Bu
gidişle patlayacak gibi gözüküyor, belki patlarsa ondan sonra adam gibi oturur, bir ortak
payda buluşursunuz. Yorgan gitti, kavga bitti babında. Belki de en hayırlısı budur.
Hahambaşı, kızgın Vali’nin bağırtısına sessiz kalamadı.
–Vali Bey siz ne diyorsunuz? Siz Kudüs’ün valisi olduğunuzu unuttunuz herhalde, bu
şehir sizin yönetiminiz altında.
–Ben ne yapıyorum hahambaşı? Ne yapmaya çalışıyorum, bir saattir size neyi
anlatmaya çalışıyorum, siz ne yapıyorsunuz? Siz olayın ciddiyetinin farkında mısınız? Yarım
saattir neyin tartışmasını yapıyorsunuz? Sizce bu konuştuklarınızın çözüme ne gibi bir
katkısı var? Burası ego tatmin etme yeri değil, pek farkında olmasanız da geri sayım
sürüyor, cemaatleriniz dışarıda terör estiriyor. Dağ taş Kudüs’e gelmek için insan dolu,
insanlar sel olmuş Kudüs’e akıyor. Sizse burada oturmuş, senin dinin şöyle, benim dinim
böyle… Yok sen tarihte bunu yaptın, ben şunu. Bu konuştuklarınızın yeri burası mı? Sizi
buraya cematlerinizle konuşup onları yatıştırmanız, bize bir hareket alanı yaratmanız ve
yardımcı olmanız için topladık; sonuç sıfıra sıfır, elde var sıfır. Madem öyle, ben de size şu
konuştuklarınızla ilgili fikrimi söyleyeyim, şimdi de siz beni dinleyin. Battı balık yan gider!
Birincisi hepiniz aynı Tanrı’ya, aynı Tanrı’nın peygamberlerine ve aynı Tanrı’dan gelen
buyrukların yazılı olduğu kitaplara inanıyorsunuz. Peki anlaşamadığınız, uğruna bunca
kanların dökülüp canların gittiği mevzu nedir? Tanrı haşa sana farklı, bana farklı mı konuştu
da dünya üzerinde adı farklı ama bence aslı aynı inançların arasında bunca sorun var? Sana
öldürmeyeceksin dedi de bana öldür mü dedi? Nedir farklılık? Daha doğrusu farklılık var mı
ki? Kısa keseyim, bence yok. Herkese aynı kaynaktan, aynı buyruklar geldi ama herkes
anlayabildiğince yorumladı ve sonuçta bir sürü farklı yorumun katıldığı inanç sistemleri
meydana getirildi. Yüzde doksan dokuzluk büyük oran benzeşirken araya sıkıştırılan yüzde
birlik yorum farkı, hep siz ruhban sınıfı tarafından konu edildi ve tüm bu ayrışmanın en büyük
nedeni, o dine katılan yüzde birlik yorum farklılıkları. Tüm bu gürültünün nedeni işte bu.
Çünkü siz ruhban sınıfını önemli ve değerli yapan işte o yüzde birlik bölüm ve ne yazık ki
bürokraside, yönetimlerde yer alabilmek, insanların üzerlerinde hakimiyet kurabilmek için
insanlar sefalet içinde yaşarken sizin bir eliniz yağda, diğer eliniz balda, görünüşte sade,
asılda lüks içinde yaşayabilmeniz için o oranı hep dinamik tuttunuz. İnsanların kafalarını
sizler karıştırdınız, karıştırdınız ki size gelsinler, size ihtiyaç duysunlar. Tabii hiçbir hizmeti
bedava vermediniz, kendinize Tanrı adamı dediniz ama genelde kendiniz için çalıştınız hatta
Tanrı buyruklarının üzerlerine çıkıp kraldan çok kralcı oldunuz çünkü Tanrı ile inanan
arasında olmanız gerekirdi. Oysa ki Tanrı ile inanan arasına hiçbir şeyin girmesine gerek
yok. Sayın müftüm, Kuran’da “Ben kuluma şah damarından yakınım.” demiyor mu? Bu kadar
kuluna yakın olan bir Tanrı’ya, nasıl oluyor da ikisinin arasına girme uğraşısı veriliyor? Bunu
anlamanın mümkünü yok. Ne demiş büyük ozan Yunus, “Çekil aradan, geri kalır Yaradan.”
işte, bu kadar basit!
Tanrı, buyruklarını peygamberleri vasıtasıyla saf, tertemiz, insanların anlayabileceği şekilde
basit ve sade olarak göndermiştir. Her din, her inanç, peygamberleri yaşarken en temiz, en
saf haliyle yaşanmıştır. Hatta kitaplara bile ihtiyaç duyulmamış, neredeyse tüm kutsal
kitaplar peygamberler öldükten sonra havarileri, sahabeleri tarafından yazılmıştır. İnsanların
okuyup anlayabilmeleri için başka dillere çevrilmesine niçin ruhbanlar karşı çıkmıştır? Bunu
da anlamanın mümkünü yok. Dedim ya, ne yazık ki tarih boyunca her dindeki ruhban sınıfı,
Tanrı buyruklarının üzerine çıkmış; basit, sade olanı karmaşıklaştırıp kolayı,
zorlaştırmışlardır. Hümanistliği esas alan dinler, en iyi dinin kendi dini olduğu iddiasına
tutuşup, hümanistliği yok edip işte o biraz önce tartıştığınız acıları, tarih boyunca yaşatmış
ve yaşatmaya da devam etmektedir. Bu yaşananların sorumlusu Tanrı değil, onun
buyruklarını kendilerine göre değiştiren insanlardır. Oysaki nasıl olmalıydı?
Her insan duyduğundan, okuduğundan kendi kapasitesine göre farklı yorumlar, çıkarımlar
sağlar. İşte, bu farklılıklar bölmek, ayrıştırmak değil; dini farklı bakış açısı sunarak
zenginleştirmek, bütünleştirmek olmalıydı. Tartışmalar ve konuşmalar, çoğunluğu benzerlik
olan emirlerin, çok az farklılıkları üzerinde kim en doğru anlamış, en doğru hangisi gibi
şiddetsiz fikir beyanından öteye geçmemeliydi.
Tanrı, inanç ve inananların arasına kimse girmemeliydi. Kimse, benimkisi en doğru; seninki
yanlış diye ego tatminini yapmamalıydı. Dinlerin saflığı, temizliği insani egolarla, dünyevi
amaçlarla karmaşıklaştırılıp kirletilmemeliydi. Hz. Muhammed’in dediği gibi “Ashabım,
semadaki yıldızlar gibidir, hangisini takip ederseniz doğruyu bulursunuz.” olmalıydı, her din
adamı, gökteki ışık saçan yıldızlar gibi insanlara yol göstermeliydi. Nasıl kimi gezgin, kutup
yıldızına, kimisi büyük ayı, küçük ayıya bakarak konumunu tespit edip yolunu buluyorsa
dinler arasındaki fark da işte böyle olmalıydı. Adda farklı ama özde aynı, yollar farklı da olsa
ulaşılmak istenen yer aynı. Kimisi kilisede ayin yaparak kimisi sinagogda, kimisi de camide
namaz kılarak asıl kaynağa ulaşmaya çalışmalı, kimse de kimsenin ne yoluna ne de
inancına karışmamalıdır. Nokta.
Vali Daniel, hahambaşına döndü.
–E, sayın haham, farklı mercilerde benim için o seküler hatta dinsiz gibi kelamlar
ettiğini çok işittim, bunlar biraz da sana gelsin. Allah ile aramda kimsenin olmaması, benim
dinsiz olduğum anlamına gelmiyor, ben inancımı içimde yaşıyorum. Dışarıya taşırıp da üç
kuruşluk dünyevi amaçlarıma alet etmiyorum. Umarım hakkımdaki meraklarını bu
konuşmam gidermiştir.
Vali Daniel odada olan tüm din adamlarını şöyle bir gözleriyle taradı, belki konuşup şu an
yersiz olan bu muhabbeti uzatmak isteyeceklerdi ama o anlamıştı anlaması gerekeni. Bu
ihtiyarlar ile yekvücut olup bir hareket planı oluşturulamazdı; adamların DNA’sı, yazılımı
buna müsait değildi. Otorite olarak en güzeli, onlara ne yapmaları gerektiğini dikte etmekti. O
da öyle yaptı, tüm otoritesini konuşmasında topladı ve söze girdi.
–Beyler elimden geldiğince anlattım, nasıl bir durumun içinde olduğumuzu izah
etmeye çalıştım. Her geçen dakika Kudüs’ün aleyhine işliyor, Mesih gelir mi bilmem ama
kıyametin bu akşam, burada kopacağı kesin. Sizlere bu kadim şehrin valisi olarak
cemaatlerinize sahip çıkmanızı, onları taşkınlıklardan uzak tutmanızı, kolluk kuvvetlerinin
direktiflerini dinlemeleri için tavsiyede bulunmanızı, karmaşık olan problemi daha da
karmaşık hale getirmeden çözebilmemiz için bize yardımcı olmanızı istiyoruz. Hele hele,
cemaatleri kin ve nefret söylemleri ile gaza getirmeye çalışanlara da engel olmanızı istiyoruz.
Herkes sakinliğini muhafaza etmek durumundadır, zaten iş, yeterince dallanıp
budaklanmıştır.
Vali sesini daha da sertleştirerek “Eğer tersi davranan olursa en ağır şekilde karşılığını
bulacağını bilmenizi isterim, artık lamı cimi yok, herkes ayağını denk alsın.” dedi. Dini
liderlerin bir şeyler sorma girişimini ustalıkla geri çevirip “Toplantı bitmiştir, teşekkürler.”
diyerek tüm saygısı ile kapıyı gösterdi.
Herkes çıktıktan sonra boşu boşuna zaman kaybettiği için kendi kendine kızdı, yobazın fikri
ile zikrini değiştiremezmişsin, söyleyen ne kadar doğru söylemiş. Dışarıda kızılca kıyamet
kopuyor, biz burada nelerle uğraşıyoruz diye düşününce tansiyonunun ensesinden sıkı bir
şaplak attığını hissetti. Hemen son durumu anlayabilmek için telefona sarılıp Sion’u aradı.
9 Nisan 2023 Konya 15.15
Konya İmam Hatip Okulunun yatılı öğrencileri pazar günü, hele bir de güneş, dışarıda
baharın tüm güzelliğini yansıtırken hiç adetleri olmamasına rağmen okulun soğuk betonarme
mutfağında, yemek kokularının esir aldığı yemekhanede toplanmışlardı. Bugünün nöbetçi
müdür muavini din dersi hocası İsmail Aksakal’ın yemekhaneye gelmesini bekliyorlardı. Bu
arada duvarda askısına monteli olan televizyondan gündemi takip etmeye çalışıyorlardı.
Küçücük yürekleri endişe ve korkudan adrenalin salgılıyordu. Evci çıkan arkadaşlarını
inanılmaz derece kıskanıyorlardı zira kendilerini burada yapayalnız hissediyorlardı. Belki de
buraya geldiklerinden beri ailelerinin yanında olmayı hiç bu kadar çok istememişlerdi.
Bilmedikleri bir şey, sanki ümüklerini sıkıyordu. Kendilerini yalnızlıklar içerisinde, çaresiz ve
kimsesiz hissediyorlardı. Küçüklerden birçoğu, bu ağır stresi kaldıramamış, gözleri
ağlamaktan çoktan kan çanağına dönmüştü. Yaşça büyük olanlar ise onlarla aynı duygular
içerisinde olmalarına rağmen, küçüklerin yanında kendilerinin de taze bir fidan olduklarını
unutup, duygularını bastırıp, hızlıca ve hormonlu bir büyüme göstererek onları teskin
etmeye, yatıştırmaya, abilik yapmaya ve şu an yanlarında olmayan ailelerinin yokluğunu
hissettirmemeye çalışıyorlardı. Yarım yamalak bilgiler, acemice manevralar ile küçükleri
teselli etmek için uğraşıyorlardı. Sabahtan beri İsmail Bey’in odasına gidip gelip ona sorular
sormuşlardı; aldıkları cevapları şimdi de anladıkları ve dilleri döndüğü kadar küçüklere
anlatmaya çalışıyorlardı. Hele televizyon kanalında bir sarıklı hocanın helallik istemesi,
durumu hepten zora sokmuş, iyice panik havası yaratmıştı. İsmail Hoca çocuklardaki bu
tedirgin edici durumu fark etmiş olacak ki tüm öğrencileri yemekhanede genel toplantıya
çağırmıştı. Saat üç demesine ve on beş dakika da geçmesine rağmen hala kimse
gelmemişti, yemekhanenin uğultusu bugün her zamankinden çok farklıydı. Eskiden gruplar
halinde neşe çığlıklarının yankılandığı duvarlarda, bugün yalnızca ağlama ve endişe iniltileri
ile büyüklerin bir şey olmaz demeleri, ara sıra da televizyonda konu ile ilgili yorum yapan
uzman kişilerin yorumları duyuluyordu. Çoğu zaman uğultu halinde duyulan, yalnızca bas ve
tiz seslerin seçilebilir olduğu ve aradaki boşlukların hayal gücüne göre doldurulduğu
televizyon sesi, bugün gayet rahat duyuluyordu.
Hatta öksürmek, hapşırmak isteyenler bile bu istemsiz hareketleri erteliyordu. Ön
sıradakiler, arkaya dönerek “Beyler, İsmail Hoca geliyor.” deyince yemekhane, sanki tıp
oynanırmışçasına sessizliğe büründü. Yalnızca düzeltilen sandalyelerin, yerdeki karoya
sürtmesi ile çıkan metalik sesler sanki demir kesme hızarının sesi gibi kulakları rahatsız etti.
İsmail Hoca yemekhanenin kapısından içeri girip sübyanlara karşı ayakta durdu; sağına,
soluna baktı, geriye döndü. Acaba geç kalan var mı diye yaptığı kontrolün nafile bir çaba
olduğunu hemen anladı. Herkes hatta mutfaktaki aşçı Ramazan ve yemekhane görevlisi
Şaban bile mutfak kapısının önünde hazır ve nazır bekliyordu. İsmail Hoca hala iki yüzden
fazla öğrenci bulunmasına rağmen yemekhanenin yankılanan ve her şeyi yansıtan
duvarlarından en küçük bir ses gelmemesine inanamıyordu. Zira normal şartlarda ne
yaparsan yap, yemekhanede böyle bir sessizlik yaratabilmenin mümkünü yoktu ama şu an
duyulan tek şey, ağlayanların burunlarını çekme sesiydi. İsmail Hoca’nın yeni ortama
alışması birkaç dakika sürdü, sonra söze başladı.
–Merhaba çocuklar, nasılsınız?
Sağ olun sesi, hepimizden cılızca çıktı. “Çocuklar imanın şartı kaç?” diye beklemediğimiz
ama en iyi bildiğimiz yerden çok kolay bir soru sordu. Hep bir ağızdan, “Altı.” diye cevap
verdik.
“Aferin, bu altı şartı sayamayacak biri var mı?” deyince tabii ki kimse el kaldırmadı, zaten
ilkokulda hatta okul öncesi camide hepsini su gibi ezberlemiştik, tabii bir de imam hatipte
okuyoruz yani.
–İmanın şartlarından son ikisi nedir? Ahiret gününe iman, hayır ve şerrin Allah’tan
geldiğine, yani kadere iman. Şimdi soruyorum size, imam hatipte okuyorsunuz. Allah kısmet
ederse bir kısmınız başka mesleklere yönelse de çoğunuz seçmiş olduğunuz bu okuldan
dolayı imam hatta yükseğini okuyarak ilahiyatçı olacaksınız. İrfanınız henüz yetişmekte olan
taze bir fidan olsa da hepiniz inanç sahibi kişilersiniz, seçtiğiniz okuldan belli. E, ahiret
gününe ve kadere iman ediyorsanız nasıl oluyor da durduk yere bu kadar panik
oluyorsunuz? İş mi bu şimdi yaptığınız? İmanlı kişi, tevekküllü kişidir, her şeyin Allah’tan
geldiğini bilir ve başına gelebilecek her şeyi tereddütsüz kabul eder. Dinimiz bunu emreder.
Hayır Allah’tan geliyor da şer ondan gelmiyor mu? Öncelikle yazgınızı, kaderinizi, başınıza
gelebilecek her şeyi şartsız kabul etmeye karar kıldınız mı hiçbir şey sizi böyle panik
yaptırmaz. Bugün sabahtan beri yanıma gelmeyen kalmadı, işte şimdi karşınızdayım, sorun
bakalım sorularınızı. Nedir sizi bu kadar endişelendiren?
İsmail Hoca topu bize atmıştı. Önce kimse el kaldırmadı. İlk el kaldıran, adaşı İsmail Işık
oldu. “Hocam bugün kıyamet kopacak mı?” diye herkesin kafasının içindeki soruyu sorarak
bize tercüman oldu.
–Adaşım İsmail Işık, evet kıyamet kopacak da bugün mü yoksa ne zaman onu
bilmem. Kutsal kitabımız Kuran’da kıyametin kopma olayı birçok ayette geçer ve yakında
der, kıyametin kopmasını yakın zaman olarak telaffuz eder ama Kuran’ın indirildiği
zamandan bu yana geçen zaman olarak düşünürsen o zaman, ne zaman, bunu açıklamaz.
Einstein ne demiş, zaman göreceli… Bizim zaman kavramımızla nehirde bir gün yaşayan
kelebeğin zaman kavramı, altı buçuk milyar yaşında olduğu söylenen dünya ve on üç buçuk
milyar yaşında olan evrenin zaman kavramları bir olamaz elbet. Peygamber Efendimiz bile
kıyametin ne zaman kopacağının bildirilmediğini söyler. Onun için bugün kıyamet kopacak
demek, çok havada kalan, içi boş bir söylemdir. Koskoca Peygamber Efendimizin bile
zamanını bilmiyorum dediği bir olguya bugün olacak demek, küfürdür. Siz pek
hatırlamazsınız da bir zamanlar, 2012’de, birileri maya takvimini baz alarak kıyametin
kopacağını iddia etmişti. Uğruna filmler çekilip düzinelerce programlar yapılmıştı hatta iddia
ettikleri o tarihte dünya üzerinde ayakta kalacak birkaç yerden biri olarak konuşulan İzmir’e
bağlı, Selçuk ilçesinin şarapları ile ünlü Şirince köyüne dünyanın birçok yerinden insanlar
hücum etmişti. Tabii ertesi günü, hepsi bunun saçmalık olduğunu gördü. İnanın, bugün
olanlar da bundan farklı değil, deli saçması.
–Sarıklı hoca çıkıp helallik istedi, buna ne diyorsunuz?
–Halt etmiş diyorum, ben de seyrettim. Yazık! İnsanlar, özellikle de göz önünde
bulunan medyatikler bir süreden sonra gündemde kalmak için saçma sapan şeyler
yapabiliyor. İşte, sarıklının da yaptığı bu. Gerçi ondan bu tür davranışlar beklememek hata
olurdu bence. Anladınız değil mi? Kıyametin ne zaman kopacağını kimse bilemez hatta şunu
da söyleyeyim; yaşasan bile kıyametin koptuğunu yine anlamayacaksın, her şey o kadar ani
olup bitecek ki sen farkına bile varamayacaksın, bununla ilgili bir sürü söylem vardır.
Kıyametin ne zaman kopacağı söylenmez ama Kuran’da kıyamet alametleri ile ilgili birçok
ayet vardır. Peygamber Efendimizin hadisleri vardır. Önden Mesut Kavaklı, sorusunu izinsiz
bir şekilde patlattı.
–Hocam nedir bu kıyamet alametleri, bize anlatır mısınız?
–Elbette, eğer bugün adam gibi çalışmazsan haftaya salı din dersinden kaldığında o
zaman görürsün kıyamet alametlerini, deyip muzurca güldü.
İsmail Hoca’nın bu rahat tavırları hepimize iyi gelmişti, o gülünce biz daha fazla güldük,
yemekhanenin duvarları ilk kez alışkın olduğu seslerin gelmesi ile uykudan uyanıp
yankılamasını yaptı.
–Şaka şaka Mesut’um, din dersinden kim kalmış ki sen kalacaksın. Bakın size
kıyamet alametlerini şöyle açıklayabilirim: Kıyamet, kıyam sözcüğünden türetilmiştir; birçok
insanın anladığı gibi kıymak, yok etmek demek değildir. Kıyam; doğrulmak, ayağa kalkmak,
dirilmek anlamındadır. İsrafil suru ilk üflediğinde, tüm yaşayanlar ölecek, ikinci üflediğinde ise
herkes dirilip Allahu Teala’nın huzuruna varacak. Böylece de beklenen hesap günü
gerçekleşecek ve ebedi yaşam başlayacak. Kısaca, bu dünyada ekilenlerin, diğer dünyada
biçileceği gündür.
–Dinimiz İslam’da kıyametin mutlaka vuku bulacağı belirtilir ama ne zaman olacağı
ancak Allah katında bellidir. İnsanların dünyadaki davranışlarının karşılığını görmeleri için
kıyametin zamanı insanlardan gizlenmiştir. Yani kopacağı kesin ama ne zaman olacağı
meçhul. Bu ayetler, hadislerle de desteklenmiştir. Söyledim, Peygamber Efendimiz,
kıyametin ne zaman kopacağını bilmediğini ama bildirilen kıyamet alametleri vuku
bulduğunda kıyametin yaklaştığının anlaşılabileceğini söylemiştir. Şimdi nedir bu alametler?
İslam bilginleri, bu alametleri küçük ve büyük alametler olarak ikiye ayırıyorlar. Küçük
alametleri şöyle sıralayabiliriz: İlk sırada, son peygamber olarak Hz. Muhammedin gelişi,
binaların birbirleriyle yarışı, intiharların ve bilinmeyen ölümlerin artması, insanlar
zenginleştikçe zekat verenlerin azalması, gerçek dindarların azalması, fitne, dedikodu ve
yalan söylemlerin artması, insanların birbirine olan itimadının kalmaması, mevsim
dengelerinde bozulmalar, faizciliğin artıp ticarette dürüstlüğün kalmaması, işin ehil
olmayanlara verilmesi, yalancının doğruyu söyleyeni bastırması, komşuluk ilişkilerinin
bozulması, helalin haram, haramın helal sayılması, yönetenlerin tarafsızlığını yitirmesi,
adaletsiz yönetimlerin artması, kader ve ahiret gününün inkar edilmesi… Ayrıca fuhuş ve
zina artacak, içki içenler çoğalacak, kadın nüfusu, erkek nüfusundan daha fazla olacak. Fırat
nehri kuruyacak, depremler olacak, Kahtan bir insan, insanlığı elindeki asa ile yönetecek.
Yani anladınız değil mi? Küçük kıyamet alametlerinin neredeyse hepsi yozlaşmış, bozulmuş,
Hak yolundan, Allah’ın buyruklarından çıkan insanlığı tarif eder. Şimdi bunların çoğu
gerçekleşmiş gibi geliyor size ama uzun zamandan hatta yüzyıllardan beri bu alametlerden
birçoğu var ve henüz kıyamet kopmadı. Şimdi de büyük alametleri söyleyeyim: Güneş
batıdan doğacak, dabbe ve Yecüc ile Mecüc ortaya çıkacak, dünyada çok büyük savaşlar
yaşanacak. Hz. İsa, yani Mesih tekrardan ortaya çıkacak, Mehdi ile bir olup, Deccal’e savaş
açarak onu yok edecek. Çocuklar sanki ders gibi oldu değil mi, sıkıldınız.
Bir uğultu halinde “Yok hocam.” diye karşı çıksak da onun fikri sabitti.
–Tam bir ders gibi oldu kıyametin konuşulduğu bir günde işlenince tabii ama hepiniz
pürdikkat dinlediniz. Asıl bundan sonrasını dinleyin, tüm kutsal kitaplarda kıyametin kopacağı
muhakkak olarak belirtilince yüzyıllar boyunca insanlar kıyamet ile ilgili birçok şey söyleyip,
yazıp çizmişlerdir. Herkes kendi öğretisini okuyup yorumuna göre bir şeyler eklemiştir. Gele
gele de bugüne kadar gelmiştir. Merak eden araştırabilir; elli altmış madde yazan kaynaklar
var. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilen yok ama bence şunu bilmeniz önemli; kıyamet
bir gün ansızın kopacak ama zamanını değil bilmek, tahmin edebilmenin bile mümkünü yok.
Çünkü çelişkili, birbiriyle uyuşmayan bir sürü söylem var; bunlardan hangisi doğru hangisi
yanlış ayırt edilemez.
Dinlerde kıyamet olur da bilimde olmaz mı? Bilimsel olarak teorik fiziğin çalışma alanına
giren evrenin yapısı, gelişimi ve yok olması ile ilgili birkaç teori ön plana çıkmaktadır. Bilim
insanları, kıyameti evrenle eşleştirmişler ve bu duruma evrenin sonlanması olarak
bakmışlardır. En bilinen bir iki teoriye göre mesela, büyük patlama ile evren büyümeye,
genişlemeye başlıyor ve bu genişleme sürekli olarak devam ediyor. Ne zamanki bu itme
gücü bitecek, bu sefer merkeze doğru çekme gücü başlayacak ve her şey tekrardan
merkezde toplanacak. Sonra tekrardan bir başka patlamayla süreç yenilenecek. Bu teori
yüzyıllarca en çok bilinen ve geçerliliği kabul gören teori idi hatta bir yerde rastlamıştım, bu
büzülme son bulduğunda evrenin toplam kütlesinin armut kadar olacağı iddia ediliyordu.
Düşünün armut!
Yemekhanede “Tüm evren armut kadarmış.” diye bir homurtu ve gülüşmeler başladı. İsmail
Hoca orman kibarı dediğimiz Timuçin’e dönüp “Ne dersin Timuçin Narlı? O armut eline
geçse sende hoplatırsın değil mi?” deyince Timuçin her zamanki gibi kıpkırmızı bir renge
büründü. Bazı arkadaşlar çok güldü fakat çoğu yapılan espriden bir şey anlamadı.
“Yani Timuçin Narlı’nın yediği armutun içinde tüm dünya, ay, güneş sistemi, diğer galaksiler,
bizim pansiyon hatta Ramazan Usta bile olacak.” deyince bu sefer herkes tarafından
anlaşılan espriyle tam bir yaygara kopmuştu.
–Timuçin bence Hasan Korkmaz, ya boğazında ya da dişinin arasında kalır, deyince
İsmail Hoca da kendi esprisine gülmeye başladı. Hasan ile Timuçin hiç geçinemezlerdi
herkes de bunu bilirdi. Yerinde yapılan bir espri, yemekhaneyi sınıf olmaktan çıkarmış hatta
üzerimizdeki ölü toprağı gibi kasveti söküp atmıştı. Gülüşmelerin dinmesini hiç acele
etmeden, sakince bekledi İsmail Hoca.
–Büyük çöküş denilen bu teori, karanlık enerjinin keşfi ile çöpe gitti çocuklar. Zira
bilim insanları, evrenin genişlerken aynı zamanda da hızının arttığını buldular. Önceki teori
neydi? Genişleyen evren zaman içinde yavaşlayıp ana merkeze geri dönecek. Yani lastik
gibi düşünün; lastiği çekersin, uzar uzar, bir süreden sonra daha uzatamaz, bırakırsın. Sonra
ne olur? Hızla ucunu tuttuğun eline doğru kısalarak gelir, onun gibi. Ama karanlık enerjinin
keşfi ile bu işin öyle olmadığı artık biliniyor; evren, hızı artarak genişliyormuş. Ben
demiyorum, bilim insanları diyor.
Diğer bir teori, çoklu evren teorisi. Hani şu kara delik var ya, işte o. Kara deliğin bir evreni
diğerine aktardığı söyleniyor; bu teoride başlangıç veya son yok; yer değiştirme var.
Bir başka teori de şöyle: Sıcak patlamayla büyümeye başlayan evren, büyüdükçe yoğunluğu
azalacak ve gitgide soğuyacak, bu büyümenin sonunda yoğunluk o kadar azalacak ki
kutupları birbirine değecek ve evren donacak.
Çocuklar gördüğünüz gibi bilim, kıyameti evrenle eş değer tutuyor, evren ölürse kıyamet
kopuyor.
O esnada Göksel el kaldırdı.
–Hocam, kıyametin kopması için niçin tüm evrenin yok olması gerekiyor ki? Yalnızca
dünyamızda birtakım değişimlerin olması bizim kıyametimiz için yeterli bence. Dinozorların
dünyaya düşen bir göktaşı ile neslinin son bulması gibi…
–Aferin Göksel Demirci. Güzel bir bakış açısı, ben de merak etmişimdir hep güneşin
batıdan doğması nasıl olabilir diye. Tersine dönmesi ile olur değil mi? Bu mümkün mü, Allah
bilir.
–Hocam zaten son zamanlarda manyetik kutuplarda çok hızlı kaymalar oluyormuş,
dedi Hakan.
–Hakan Ceylan o konunun bununla pek ilgisi yok, fizik hocana sor, o açıklar.
–Safinaz Hoca’ya mı?
–Safinaz da kim?
Yemekhane birden eski formunu buluverdi, gülüşmeler caddelere taştı. Çünkü Hakan büyük
bir pot kırmıştı. Fizik hocasının asıl ismi Münevver’di ama kendisi uzun boyu, bir deri bir
kemik zayıflığı, dalgalana dalgalana esnek yürüyüşü ile çizgi film kahramanı Temel Reis’in
sevgilisi Safinaz’a benziyordu. İşte bu benzerlikten dolayı da Münevver Hoca’nın öğrenciler
arasındaki lakabı Safinaz’dı ve Hakan, bunu herkese ad soyadı ile hitap eden İsmail Hoca’ya
ağzından kaçırmıştı. Normal zamanda olsa İsmail Hoca, Hakan’ın ağzına sıçardı ama bugün
normal bir gün değildi. Hazır, çocukların üzerindeki kasvet hafiften kalkmışken prensipler
uğruna negatif çağrışımlar yapmaya gerek yoktu; zaten bu gaf, herkesi fazlasızla
güldürmüştü. Kimden bahsettiklerini İsmail Hoca da biliyor ama gülmemek için içeriden
dudağını ısırıyordu.
–Çocuklar eğer başka bir sorusu olan yoksa size bir iyi, bir de kötü haberim var.
Önce hangisini söyleyeyim?
Kimimiz iyi, kimimiz de kötü diye bağırmaya başladık, ne fark edecekti ki?
–Kötüsü, bugün televizyon açılmayacak; iyi haber ise banyo, akşama kadar serbest.
Banyonun akşama kadar serbest olması muhteşem bir şey olduğundan herkes oley çekti.
–Ayrıca lütfen telefonlarınızı da bugün yalnızca konuşmak için kullanın, saçma sapan
yerlere girip çıkmayın hatta ben diyorum ki on bire on bir bir maç, hiç fena olmaz. Beni ihtiyar
saymazsanız ben de oynamak isterim; kaybeden gazozları ısmarlar, deyince yemekhaneden
gelen sevinç sesleri duvarlarda çınladı.
9 Nisan 2023 İstanbul 15.45
İrfan Başkomiser, İsmet Müdür’ün odasına gelmiş, laboratuvardan gelen tahliller ve olay yeri
incelemenin tespitleri hakkında kendisine ve yardımcılarına bilgilendirmeler yapıyordu.
–Müdürüm olay, daha önce hiçbir şekilde duyup görmediğimiz bir profesyonellikte
planlanmış. Biliyorsunuz, bombadaki hereket ve ısı dedektörlerinden dolayı kapıya yaklaşıp
incelemede bulunamamış, incelemelerimizi belirli bir mesafeden yapmak zorunda kalmıştık.
Ama bu sorunlar kalktıktan sonra yakından inceleme yaptık, kapıda görmüş olduğumuz şu
tablo, başka bir yerde yapılıp, getirilip Altın Kapı’ya monte edilmiş. Kurbanların el ve
ayaklarına çakılan çiviler, simetrilerin bozulmaması için mermer blokların ortasına çakılmış
gözüküyor ya, bu tamamen bir göz aldanması. Kapının her iki kanattan da yaklaşık üç
santimlik kısmı, çok sağlam bir materyaller ile kaplanmış.
–Nasıl bir materyallermiş bu böyle?
–Müdürüm bilgisayar teknolojisi kullanılarak birebir aynı görüntüyü, üç boyutlu olarak
oluşturabilen bir teknoloji bu. Bunun Türkiye’de yapılabilmesinin mümkünü yok. Bakın, bunu
bir kalıp olarak düşünün; gerçeğinden zerre farkı yok. Bakın, en aşağıda, sağ taraftan
birazını kaldırdık, şu yeni görüntüde kaplamayı göreceksiniz.
–Alüminyum tenekeden oluşan duvar kağıdı gibi…
–Yani, öyle de denilebilir ama adamlar öylesine mükemmel bir iş çıkarmışlar ki bizim
mor ışıkta bile taş ile o kaplamanın farkı ortaya çıkmadı. Isısından görüntüsüne kadar
neredeyse her şey aynı. Ta ki çok hassas termal kamera ile bakıncaya kadar… Termal
kamerada bile bire bir ben buradayım demiyor. Bakın, termal görüntüyü veriyorum, siz de
hak vereceksiniz.
Hasan Müdür de “Vay anasına ya! Teknoloji hangi noktaya gelmiş! Bu nasıl olabilir?” diye
söze girip şaşkınlığını dile getirdi.
–Yani müdürüm, kapının tıpatıp aynı modeli başka bir yerde yapılmış, düzenek
hazırlanmış ve gelip yalnızca montesini yapmışlar. Eski bir kapıyı dekoratif kaplama gibi.
Şimdi üç boyutlu bire bir kopyalar yapılabiliyor ama bu kadar hassas, iki tane insanı
taşıyacak kadar sağlam, en kalın yeri üç santimi geçmeyen bir materyal düzenek hazırlamak
ve gelip burada hatasızca monte etmek zor hatta imkansız bir şey. Ama adamlar yapmış.
Asıl başka bir şey var ki duyduğunuzda inanamayacaksınız.
–Öylesine bir gün ki bugün, neye inanıp neye inanmayacağımı ben de bilmiyorum
ama inşallah başka bir boktan sürpriz yoktur, artık bünyem kaldırmıyor.
–Vallahi nasıl desem bilemiyorum, henüz incelememiz tam bitmiş olmamakla beraber
o görmüş olduğunuz düzenek kaplamanın, çok gelişmiş bir bilgisayar olmasından
şüpheleniyoruz.
–Bilgisayar mı dedin İrfan, sen ne dediğinin farkında mısın?
–Evet müdürüm, ilk tespitlerimize göre o kaplama acayip bir bilgisayar. Hiçbir
elektronik alet, bir noktadan sonra çalışmıyor, parazit bombardımanına tutuluyor.
Telefonlarımız bile… Sinyal kesici jammer var sanki. Sinyal karıştırıcılar farklı frekans
aralıkları kullanıyorlar ve bu değişkenlik gösteriyor; sanki biri bizi izliyor da bizim yapmaya
çalıştığımız bir harekete engelleyici bir hareket tarzı geliştiriyor. İlk zamanlarda drone
kullandık mesela, şimdi dronelar yanına yaklaşamıyor. Telefonlar beş metreden yakınında
çalışmıyor, bunları yapan eminim, biz hem dinleyip hem de izliyor. Yani bunu, buraya
koyanlar düzeneği bırakıp arkalarına bile bakmadan gitmişler gibi gözükse de bence
yaptığımız her şeyden haberdarlar ve bizi izliyorlar.
–Vay anasını siktiklerim! Bu nasıl bir kafadır ya? E, biz ne yapıyoruz? Eğer bu
bilgisayarsa ve bir yerlerle bağlantısı varsa o bağlantıları takip edelim, o bağlantı bizi onlara
götürür.
–O iş, o kadar kolay değil efendim. Direkt bağlantı yok, yani bir kablo ile hat ile değil;
direkt uydu ile ana serverdan komut alıyor muhtemelen.
–E, iyi işte ya, uydu bağlantısını çözüp takip edin.
–Efendim, bilgi işlemci Rıza Başkomiser’e durumu bildirdik, şu anda o araştırmasını
yapıyor hatta Ankara’dan Tübitak’tan bir ekip bekleniyor, bilgisayarı çözmeye çalışacak. Rıza
Başkomiser de teknik ekibini yönlendirdi.
–İyi de en azından işleyemez hale getirsek…
–Efendim şu anda o bilgisayarın yaptığı bir şey yok, tabii bizim ne yaptığımızı
izlemesi dışında… Zaten hani biraz önce gösterdim ya, duvarın sağ alt tarafından
kaplamanın bir kısmını duvardan ayırdık.
–Oh, ne ala! Adamlar görülmemiş bir bilgisayar yapıp burnumuzun dibine koysunlar,
her şeyimizi takip edip izlesinler, biz de sikke çekici ile duvardan ayırdık diyelim. Meteor, bizi
bundan daha güzel anlatamazdı.
–Haklısınız müdürüm ama biz çekiçle levhayı duvardan ayırırken kim derdi ki o levha
bilgisayar olacak, hem savaşta her şey mübahtır. Bazen en gelişmiş teknolojik aletlerin
yapamadığını bir bıçak, bir makas yapıverir. Eğer o levhayı çekiçle yarmasaydık içindeki
kabloları görmeyecek ve bilgisayar gibi bir ihtimal olacağını hiç aklımıza getirmeyecektik.
Bence şanslıyız ve bu çok iyi bir tesadüf oldu.
–Şansımıza sıçayım, o zaman bu lavuklar baştan beri bizim yaptığımız her şeyden
haberdarlar mı?
–Öyle gözüküyor müdürüm.
–İyi de o kadar gelişmiş bir teknoloji ise sabah biz hep telefonla oradan konuştuk,
elektronik aletler çalışıyordu, bir problem yoktu.
–Müdürüm zaten bu kadar iyi bir teknoloji olmasının nedeni bu. Kendine lazım olanı
yapıyor; her yeri, değil nokta atışı. Bana öyle geliyor ki bombadaki ses ve ısı dedektörleri de
hep bir aldatmacaydı, kontrol hep onların elindeydi. Bizim ilerleme kaydediyoruz deyip
sevindiğimiz şeyler ancak onların izin verdiği kadardı, bence zaman kazanıyorlardı.
–Sen ne diyorsun İrfan Başkomiser? Yani adamlar istese bombaya hala müdahale
edebilecekler mi?
–Bence evet ama o sayacı koymalarında mutlaka bir amaç olmalı, bu kadar komplike
bir plan ve düzenek hazırlayanlar, hiçbir şeyi nedensiz yapmazlar.
İsmet Müdür, söylenenler karşısında tıpkı kendisi gibi dehşete kapılıp sararan polislerin
yüzlerine bakarak kendini sandalyesine bırakıverdi. Odaya bir sessizlik hakim olmuştu, çıt
çıkmıyordu. İstanbul’un en tepe noktasındaki polislerin yüzlerindeki endişe ve gözlerindeki
hareketlilik, içlerinde ne fırtınalar estiğinin göstergesiydi. İsmet Müdür sessizliği bozdu.
–Biz boku yemişiz. Hasan, şu Rıza Başkomiser’i bağlayın!
Hasan Müdür emri yerine getirmek için telefonu eline aldı. “Rıza Başkomiser, İsmet Müdür
sizinle görüşecek.” deyip telefonu kendisine uzattı. İsmet Müdür konuşmanın herkesçe
dinlenebilmesi için sesi, megafona verdi.
–Rıza Başkomiser, olay yeri Başkomiseri İrfan’la konuşmuşsun. Konu ile bilgin var,
sen ne diyorsun bu işe?
–Müdürüm ilk kez böyle bir şeyle karşılaştık fakat olmayacak bir şey değil, ben
arkadaşları yönlendirdim. Gerekli incelemeyi yaptıktan sonra daha ayrıntılı malumat
verebilirim. Teknik arkadaşlar olay yerine varmak üzereler.
–Tamam tamam, gördüm şimdi, seninkiler ekrana girdiler.
Kapıya doğrudan bağlı olan kamerayı gösteren ekranda, üç kişi ellerindeki teçhizatlar ile
kapıya doğru koşuyorlardı. Belli ki bunlar, bilişimci Rıza’nın adamlarıydı. Adamlar olay yerine
vardıktan sonra mekanizmada delik açarak, diz çöküp duvardan ayırdıkları yeri incelemeye
başladılar. Rıza Başkomiser telefonun ucundaki sessizliğe bir anlam veremedi, konuşup
konuşmamak arasında bocalıyordu. Sonuçta karşısında İstanbul Emniyet Müdürü İsmet Bey
vardı, neyseki İsmet Müdür, Rıza Başkomiser’e naklen yayın yapmaya başladı.
–Bekle Rıza, seninkinler şimdi geldi, inceliyorlar. Ne diyecekler, dur bakalım…
Bir iki dakika geçmemişti ki üç teknik adamdan biri telefonuna sarıldı. Sanki bir yeri aramaya
çalışıyordu ama telefonu çalışmıyor gibiydi. Telefonu aşağı yukarı kaldırdı; arkadan biri, ona
bir şeyler deyince bulunduğu yerden ayrılıp kapıdan uzaklaştı. Telefonun yanıt vermediği
belli oluyordu. O esnada Rıza Başkomiser’in sesi duyuldu.
–Müdürüm diğer hattan olay yerine giden arkadaşım arıyor, hatta kalın lütfen,
konuşup size döneceğim.
İsmet Müdür tamam, demek için ağzını açmıştı ki telefonda müzik çalmaya başladı. “Ulan ne
ukala şu hippi kılıklı herif! Yüzüme telefonu kapattı pezevenk.” diye söylendi kendi kendine.
Rıza Başkomiser’in sabah odasına geldiğindeki biçimsiz, perişan hali gözünün önüne geldi.
Hiç haz etmemişti ondan. Pasaklı çirozun tekiydi; sokakta görse dilenci sanırdı… Kim der ki
herifçioğlu başkomiser!
–Alo İsmet Müdür’üm olay yeri isabetli düşünmüş, bizimkilerin ilk izlenimleri o
mekanizmanın bir bilgisayar olduğu yönünde.
–Eminler mi Rıza? Herifler bir bakıp sana telefon ettiler, iki dakika sürmedi
incelemeleri.
–Evet Müdür’üm eminler, parçalanan yeri bizimkiler biraz daha açmışlar, bilgisayar
kabloları ve devreleri bariz ortaya çıkmış. O mekanizma, çalışan bir bilgisayar.
–E, ne yapacağız şimdi?
–Neyi ne yapacağız anlamadım?
–Yani bu bilgisayara hükmedebilir miyiz veya devre dışı bırakabilir miyiz?
–Niye ki?
–Ne bileyim lan niye? Onu da mı ben düşüneceğim? Ne halta yarıyor bu bilgisayar?
Kim oraya bırakmış, şu an çalışıyorsa kumandası kimde?
–Efendim detaylı teknik incelemeden sonra ne yapabileceğimizi size bildiririm. Ama
size bir öneride bulunabilirim; Silikon Vadisi nerede diye kime sorsan NASA, 51 paralel falan
der. Kimse bilmez ki teknolojinin asıl üssü Kudüs’tür. Dünyanın en ileri teknoloji firmalarının
merkezi olmasa bile mutlak bir temsilciliği Kudüs’tedir, bu teknoloji firmaları için bir prestijdir.
Bence İsrailli dostlarımızı bu yeni keşiften haberdar ederseniz onlar daha hızlı bir müdahale
yolu geliştirebilirler. Bizim imkanlarımız onlarınkinin yanında cüzi kalır.
İsmet Müdür ilk kez duyduğu bu bilgi ile bu ukala hippinin karşısında kendini cahil gibi
hissetti, herif kanına dokunuyordu.
“Tamam tamam, acele et, sen niye orada değilsin?” diye Rıza Başkomiser’e otoritesini
konuşturdu.
–Bir iz üzerindeyim amirim, teknik ekibi yönlendirdim oraya.
–Amir değil, müdür lan müdür, diye birden patladı.
–Özür dilerim müdürüm, sizi arayacağım.
–Tamam kapat! Dur dur kapatma! Şimdi beni iyi dinle, şu senin teknikteki adamına
telefon aç, şu dediklerimi gidip o amına koduğumun mekanizmasına mı yoksa bilgisayara mı
her ne halt ise aynen söylesin. “Cehennemin dibine bile saklansanız eninde sonunda İsmet
Müdür sizi yakalayacak, çıktığınız deliklerin en yakınındaki deliğe sizi tersten geri
sokacakmış.” desin tamam mı? Anladın mı?
–Anladım müdürüm.
Rıza Başkomiser, telefonu kapatırken tam Türk işi diye düşünüp gülmekten kendini alamadı.
Elinden bir şey gelmiyorsa tehdit et, küfür et, hiç olmazsa için ferahlasın.
Telefonu kapatır kapatmaz Hasan’a, “Şu Sion dallamasına bağlayın.” dedi. Ekranda bir
adamın elinde telefonla kapının dibinde çalışan teknik elemanlara doğru koştuğunu gördü.
Biraz önceki konuşan polis memuru kendilerine doğru gelen adama yönelip telefonu aldı, bir
dakika kadar telefonda başını sallaya sallaya konuştu ve telefonu sahibine iade ettikten
sonra kapıya yöneldi. Arkadaşlarına bir şeyler söyledi. Kapının oradaki dört beş polis, işleri
bırakıp ayağa kalkarak kapının tam ortasına gelecek şekilde pozisyon alan bilişimci polisi
seyretmeye başladılar. Bilişimci polis, ellerini kollarını abartılı şekilde kaldıra kaldıra kapıya
doğru bir şeyler söylemeye başladı, odada ekranın karşısında bulunanlar adamın ne
söylediğini duymasalar da İsmet Müdür’ün mesajını ilettiğini bildikleri için az çok tahmin
edebiliyorlardı. Uyarı tek cümlelik olmasına rağmen muhtemelen mesaj tam yerini bulsun
diye uzuyordu ve iş bir de el kol hareketlerine dönmüştü. Ekrandan adamı seyreden polis
müdürleri gülüşmeye başladılar. Hasan Müdür, İsrail ile telefon bağlantısının hazır olduğunu
İsmet Müdür’e bildirip yerine otururken odadaki diğer polis müdürlerinin duyacağı şekilde,
“Arkadaş Adanalı herhalde iyi saydırdı.” dedi.
9 Nisan 2023 Gaza 16.05
–Alo komutanım, kalabalığı tutamıyoruz, tüm çabamıza rağmen saat ilerledikçe
insanlar sel gibi akıyor. Bize acil takviye kuvvet gerekiyor; bent taştı taşacak.
–Binbaşı sana söyledim, takviye kuvvet falan beklemeyin. Yakınınızda olan tüm
kuvvetleri kaydırdık, tüm sınır bölgesinde aynı durum var. Senin anlayacağın, kimsenin
kimseye faydası yok, her yer sizin gibi.
–Komutanım biliyorsun, kalabalığın en yoğun olduğu yer, burayı elimdeki bu kuvvetle
tutabilmemin mümkünü yok.
–Binbaşı prosedürü biliyorsun, ne gerekiyorsa gereğini yapın. Başınızın çaresine
bakın, en küçük bir zafiyet sizi askeri mahkeme önüne çıkarır, bilesiniz.
–Ya bakın albayım, beni dinlemiyorsunuz. Şu an burada toplananlar on binleri buldu
diyorum, neyi anlamıyorsunuz? Burası sınırın başka bir yeri gibi değil, sanki bilmiyorsunuz.
Zaten her gün patlamaya hazır bomba gibidir, bugünkü durum başka. Elimdeki güç ile
bunlara engel olmam imkansız.
–Binbaşı sana ne gerekiyorsa gereğini yap dedim, kitap ne diyorsa gereğini yap!
–Ne yani, sınırı geçeni vurdurayım mı?
–Vurdurman gerekiyorsa vurdur, vurman gerekiyorsa bizzat kendin vur be adam!
–Sabahtan beri sekiz kişiyi zaten vurduk; ikisi öldü, artık plastik mermiden vazgeçtik,
tüm askerlerimde gerçek mermiler var, bilesiniz.
–İyi ya adam, daha ne konuşuyorsun, git işini yap, deyince Binbaşı Şafir, albaydan
bir sonuç çıkmayacağını anlamıştı.
–Emredersiniz komutanım, deyip telefonu kapattı. Ahizeyi kaldırıp “Senin ananı
bacını sikeyim!” diye kapalı telefonda biraz önce konuştuğu albaya küfürü bastı.
“Başımızın çaresine bakacağız, kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz.” dedi yanında
kendisini merakla seyreden teğmene.
–Yok mu diyorlar komutanım, kimse gelmiyor mu?
–Yok diyor yavşak, her yer burası gibiymiş. Kimsenin kimseye faydası yok, canınız
pahasına sınırı koruyun diyor bir de amına kodumun yavşağı! Yoksa askeri mahkemeye
çıkarsınız diyor.
–Yapmayın komutanım.
–Yaptım bile, deyip kalabalığın karşısına doğru yürümeye başladı. Binbaşı Gaza
şeridinin en işlek, en önemli sınır kapısının sorumlu karakol komutanıydı. Göreve gelmiş
olduğu iki yıldan bu yana ne olaylara, ne dramlara şahit olmuştu. Kaç kez göstericilerle
göğüs göğüse kavgaya karışmış, çeşitli olaylar yaşamış tecrübeli bir komutandı. Lakin iki
yılda yaşadığı ne varsa bugün kuşluk vaktinden beri burada yaşıyordu. Mahşeri bir kalabalık
toplanmış, Filistin bölgesinden İsrail’e girip Kudüs’e gitmek istiyorlardı. Bildiği her şeyi
uygulamış, denemediği yolu kalmamıştı. Ama kalabalığı dağıtmak ne mümkün? Yerel kolluk
kuvvetlerinin ve hiç haz etmediği halde gönüllü milliyetçilerin bile yardımını kabul etmişti ama
karşılarındaki kalabalığı azaltabilmek şöyle dursun, vakit geçtikçe çoğalmış dağ taş, insan
olup çıkmıştı. Artık ciddi anlamda endişesi, korkuya dönmeye başlamıştı. Albaya söylediği
gibi öğleden beri sekiz kişiyi vurdurmak zorunda kalmıştı. Beceriksiz acemiler belden
aşağıya atmaları gerekirken panikle ikisini de öldürmüşlerdi, bu olay zor olan durumu hepten
içinden çıkılmaz bir hale sürüklemişti. Kalabalığı korkutmak için yaptıkları uyarı ateşleri ve
plastik mermiler kale bile alınmıyordu.
Yerini alıp kalabalığa baktığında en ücra yerlerindeki tüylerine kadar ürperdiğini hisetti, dağ
taş insan doluydu, mahşer toplanma yeri gibiydi. Birden kalabalıkta bir farklılığın olduğunu
hissetti.
–Yüzbaşı ne oldu, bunlara bilmediğim bir sakinleştirici mi verdiniz? Niye kimse de
hareket yok?
Öğlenden beri her türlü taşkınlığı yapan kalabalık, anlamsızca sakinleşmiş, sanki hipnotize
olmuş gibi öylece duruyorlar ve kendilerine doğru bakıyorlardı.
–Komutanım, son beş dakikadır böyleler. Kimse ne bağırıyor ne taş atıyor ne de
bulundukları yerden kımıldıyor. Biz de şaşırdık kaldık, bakın kapılardan, duvardan bile
uzaklaştılar.
–Allah’ım az bir aklım kaldı, ona da sen mukayyet ol. Bu ne şimdi, nereye gitti bu
azgınlıkları?
Binbaşı iki saattir tuttuğu tuvalet ihtiyacını giderip albay ile ofisinden bir telefon konuşması
yapasıya kadar dışarıda cehennem gibi olan ortam, şimdi süt liman olmuştu. Ama bunun
hayra alamet olmadığını anlayacak kadar da buralarda vakit geçirmişti.
–Komutanım bakın, kapının on bir yönüne bakın! O adam Hamas ile El Feth’in
yöneticileri, düşman kardeşler. Onlar geldikten sonra kalabalık tıp oynamaya başladı.
Binbaşı, yüzbaşının söylediği yere bakınca kalabalıktan giyim kuşamıyla dahi farklılıkları
hemen göze çarpan küçük grubu fark etti. Adamlar, birilerinin etrafına toplanmış, bir şey
seyrediyor gibilerdi. Grup açılınca binbaşı neye baktıklarını anladı, ortadaki adam bir
sopanın ucuna bağladığı beyaz bezi, Hamas’ın liderine veriyordu. Grup kalabalıktan ayrılıp
sınır kapısına doğru yöneldi; en öndeki adam, bir elinde taşıdığı beyaz eşarplı sopayı
sallıyor, diğer elini de havada tutuyordu. Kendisi ile beraber yürüyen üç kişi de iki elleri
havada, sınır kapısına doğru ağır adımlarla yürüyorlardı. Dört adam, askerlerin dur
demelerine hiç aldırmadan kapıya kadar yürüyüp üç dört metre kala durdular, kapının
üstündeki başçavuşla konuşmaya başladılar. Birden telsiz anonsu duyuldu, telsizde kapıdaki
Başçavuş İsrael vardı.
–Komutanım gelen grup sizinle acil görüşme talep ediyor, tamam.
–Başçavuş, ne istiyorlarmış, tamam.
–Komutanım sordum ama taleplerini yalnızca size söyleyeceklermiş, tamam.
Şafir Binbaşı, dörtlünün duruşlarından başka çaresinin olmadığını çoktan anlamıştı.
Bulunduğu yükseltiden inip yüzbaşıyı da yanına alarak kapıya doğru yöneldi. Kafasında
hangi soruya ne cevabı vereceğinin jimnastiğini yapıyordu. Kapıya varıp üst tarafa,
başçavuşun olduğu yere çıkınca dörtlüye kendini tanıttı.
–Buyurun, ben sorumlu Subay Binbaşı, ne diyecekseniz deyin hele, dedi. Dörtlüden
takım elbiseli olan, “Bizler Filistinli liderleriyiz, sizden Kudüs’e gitmek için İsrail’e girmemize
izin vermenizi istiyoruz.” dedi.
–Beyefendi yabancı bir ülkeye gireceksiniz, bunun prosedürü bellidir, bu bir. İkincisi,
bugün hiçbir yabancıyı ülkemiz kabul etmiyor.
–Binbaşı, biz yabancı değiliz; siz yokken biz buradaydık. Dedelerimizin, ninelerimizin,
atalarımızın toprağı burası, biz kendi ülkemize girmek istiyoruz.
–Beyefendi, kanun nizam bilen birisine benziyorsunuz; söylediklerinizin olabileceğine
kendiniz inanıyor musunuz? Merak ediyorum.
–İnanmadığım şeyi söylemem binbaşı, siz bizim ülkemizin işgalcilerisiniz ve bugün
sizden izin istemiyoruz, talep ediyoruz. Size on beş dakika mühlet veriyoruz, on beş dakika
sonra aha, şu arkamda gördüğünüz on beş bin kişi, bu duvarı ve kapıyı yıkarak içeriye
girecek! Ben istiyorum ki kan dökülmeden sulh ile bu iş bitsin, tüm isteğimiz budur.
–Kardeşim böyle bir şey mümkün mü? Sizin istediğinizin olmasının mümkünü yoktur.
–Binbaşı ben diyeceğimi dedim, eğer yok derseniz biz geleceğiz ve size tavsiyem; en
az on beş bin kurşunu hazır tutun ve tarihte eşi benzeri görülmemiş bir katliamın baş
sorumlusu olmaya hazır olun. Bizim zor kullanmayacağımızı göreceksiniz. Karar sizin!
–Bir dakika kardeşim, nereye gidiyorsunuz, demesine aldırmadan arkalarına dönüp
gittiler. Binbaşı cevresinde kendisine bakan askerlere bakarak “Bu ne amına koyduğum? Bu
ne şimdi? Herifçi oğullarına bak! Şimdi biz gireceğiz, gerisini siz düşünün diyor! Siktiğimin
gavatına bak!” diye hem bağırıyor hem de duvarı tekmeliyordu. Hemen albayı geri aradı ve
Filistinli dörtlü ile aralarında geçen konuşmayı ona iletti. Albay, binbaşının ne dediğini
dinlemiyordu bile, “Gereği ne ise yap!” diyordu. Binbaşı hayatının en uzun ve kısa, on beş
dakikasını diğer komutanlar ile ne yapacaklarını tartışarak geçirdi. Vardıkları sonuç, kitap ne
diyorsa onu uygulamaya karar verdiler. Nasıl olsa yoğun bir uyarı ateşi ile yeri gelirse üç
beşini de vurduk mu canı tatlı çil yavrusu gibi dağılırlar diye düşündüler. Hangi durumda, ne
yapacaklarının fikren simülasyonlarını yapsalar da binbaşının içinde yüreğini burkan
bilmediği, anlamlandıramadığı bir sıkıntı vardı. Bu sefer farklı, diyordu içinden, “Bir şey bu
sefer farklı…” Sayılı ömür geçiyor, on beş dakika ne ki? Geldi ve geçti…
Filistinli muhteşem dörtlü tekrardan ellerinde beyaz bayrak ile kapıya doğru yöneldiler. Biraz
önceki mesafede tekrar durup “Binbaşı kararınızı verdiniz mi?” diye sordular.
–Beyefendi böyle bir şeye müsaade edilmesinin mümkün olmadığını bilmeniz gerekir,
gelip kararımızı sormanız tam bir saçmalık.
Adam onu dinlemiyor gibiydi. “Binbaşı tek isteğimiz, barışçıl bir yürüyüşle Kudüs’e gitmek,
aksinin sonuçları çok ağır olacaktır, bilesiniz, kararımız kesin.” diye tekrarladı.
–Bana biraz zaman verin, hiçbir ümidim olmasa da daha üstlerime danışayım. Ha,
şunu da söyleyeyim, en küçük bir sınır ihlaline en ağır mukavemeti göstereceğimizi bilmenizi
isterim. Bu işin sonu kötü, çok kanlı olur; saçma sapan bir harekette bulunmayın, tüm
sorumluluk sizin omuzlarınızdadır, bilesiniz.
–Binbaşı siz beni hala anlamamışsınız, biz kararımızı verdik Kudüs’e gideceğiz,
uğrunda ya öleceğiz ya da gideceğiz! Silah sizde, sizin ne yapacağınız sizi bağlar, size son
beş dakika, başka görüşme olmayacaktır, bilesiniz, deyip arkalarına bile bakmadan
kalabalığa doğru gittiler.
Binbaşı ve diğer askerlerin gelirseniz sizi şöyle yapar, böyle çarparız, tarzı bağırışlarını ve
tehditlerini iplemeden devam ettiler. Binbaşı, adamların ardından küfür ede ede “Herkes
yerinİ alsın, hazır durumda bekleyin. Ben demeden kimseye ateş edilmeyecek, gözünüz
heriflerde kulağınız bende olsun. En küçük bir aptallığı affetmem, bilesiniz! Anladınız mı?”
diye emir verdi.
–Emredersiniz komutanım.
–Yüzbaşı bir sigara ver ya…
Beş dakika, beş saatten uzun sürdü. Karşı tarafta herkes olduğu yere oturmuş, hiç
konuşmadan bekliyordu. Ne olmuştu bu insanlara? Nasıl bu kadar senkronize hareket
edebiliyorlardı, aklı almıyordu. Kapılar kilitlenmiş, alınabilecek her türlü önlem alınmıştı.
Zaman doldu.
Filistinli liderlerden ihtiyar olan eline megafon alarak tüm kalabalığa nutuk atmaya başladı.
Binbaşının dedesi Arap asıllıydı ve Arapçayı ana dili gibi bilirdi. Konuşmacı tek kelimeyle
muhteşemdi. Siyasetçiler, diye düşündü, yaptıkları diğer şeyleri de şu konuştukları gibi
yapsalar dünyada düşmanlık, açlık, fukaralık kalmaz… Adamın söylemi yaklaşık üç dakika
kadar sürdü ve ”Allah bizi affetsin, ya Kudüs ya da şehadet!“ diye nutkunu bitirip megafonu
yere bıraktıktan sonra ceketini çıkardı. Ardından gömleğini çözmeye başladı. Çıkardığı
gömleği ile gözlerini silmesinden adamın ağladığını fark etti binbaşı, hayretler içinde
karşısındaki kalabalığı seyrediyordu.
–Yüzbaşım ne oluyor ya, ne yapıyor bunlar? Benim gördüklerimi sen de görüyor
musun?
Kafasını çevirdiğinde herkesin kendisi gibi hayretler içinde olduğunu gördü. Karşıdaki
binlerce kişi, striptiz kulübündeki dansçılar gibi usul usul soyunuyordu. Yaşlısı, genci, toyu,
kızı, oğlanı, sakatı, sağlamı, herkes ama abartısız herkes soyunuyordu hem de elbiselerini
sanki bir daha giymeyecekler gibi hiç hareket etmeden, nereye düştüğüne bakmadan,
karman çorman yere bırakıyorlardı. Sınırın bu tarafındakiler önce tiye aldılar fakat çok
geçmeden gördükleri manzara karşısında dilleri kıçlarına kaçmış, ağızları bir karış halde
soyunan kalabalığa bakıyorlardı.
Yıllarca iç içe, yan yana yaşamışlardı; birbirlerinin huyunu suyunu çok iyi bilirlerdi. Ne etkiye
nasıl bir tepki verecekleri konusunda kendilerini yetiştirmişlerdi. Müslümanlar için
vazgeçemeyecekleri en birinci şeyi sorsalar namusları, giyim kuşamları derlerdi. Bir
Müslüman kadının isyankar bir saç telininn başörtüsünden çıkmasıyla nasıl rahatsız
olduklarına, onu başörtüsünün altına almak için gelen tokatı, copu dahi sakınmadan elleriyle
eşarplarını düzelttiklerine kaç kez şahit olmuşlardı. Şimdi ise o insanlar karşılarında Adem ile
Havva gibi soyunuyorlardı. Beş dakika geçmemişti ki karşı taraftaki herkes iç çamaşırlarıyla
kaldı. Binlerce kişi ile birlikte binbaşı da son vuruşu yaptı ve konuşan dörtlü, paçalı iç
çamaşırlarını da çıkarıp yere attılar. Aynen biraz önceki gibi ağır ağır, çırılçıplak kapıya
doğru yöneldiler. Binbaşı özel numaradan direkt tugay komutanı tuğgenerali aradı.
–Komutanım ben Gaza, sınır karargah komutanı Binbaşı Şafir, Filistinliler sınıra
yürüyüşe geçtiler, ne yapayım?
–Ne yapacaksın binbaşı, durdur!
–Komutanım adamlar çırılçıplak.
–Ne diyorsun sen binbaşı?
–Komutanım üzerimize doğru binlerce insan çırılçıplak, anadan doğma geliyorlar.
–Binbaşı kafayı mı yedin sen?
–He yarrak kafalı! Kafayı yedim, deyip telefonu üzerlerine doğru gelen Adem ile
Havva ordusuna doğru fırlattı.
Filistinli haklıydı; ağlayarak, ilahiler okuyarak, tekbir getirerek katliama geliyorlardı.
Hayatında bu kadar Arap’ın bir arada, bu kadar senkronize hareket edebileceğini rüyasında
görse inanmazdı. Önde Ademler, arkada Havvalar tekbir getirerek ilerlerken liderlerinin el
kaldırması ile durdular. Her biri, her elli metrede bir el kaldırıp liderlerin buyruğunun en
arkaya, Havvalar taburuna kadar gitmesini sağladılar. Filistinli lider, “Binbaşı, aç kapıları,
bırak geçelim!” dedi. Binbaşı Şafir eli tetikte, ne yapacağını bilemiyordu, adeta şok
halindeydi. Böyle bir durumda kim bilebilirdi ki? Ya kapıları açacak kalabalığa izin verecek ya
da durdurmak için havaya uyarı ateşi ile başlayıp namluları karşısındaki kişilere
doğrultacaktı. Sonrası… Sonrası ne olurdu ki? Filistinlinin dediği gibi tarihte görülmemiş
matraklıkta bir katliam… Asker adamdı, tarihe de meraklıydı ama böyle bir şeyi ne duymuş
ne de görmüştü. Ölüme gelen Ademler ve Havvalar ordusu… En kötüsü ne olabilirdi ki?
Askeri mahkemede idam edecek halleri yok ya! Askerlerin eller tetikte, komutanım ne
yapacağız, der gibi kaçamak bakışlarını görebiliyordu. Kararını verdi.
–Asker! Namlular havaya! Kapıları açın!
Başçavuş, “Komutanım…” diye söze girmişti ki “Bu bir emirdir asker, açın kapıları, açın!
Kimseye ilişmeyin, açılın!” diye yanıt geldi. Binbaşının emri karşısında askerlerden hiçbiri
sesini çıkaramadı hatta birçoğunun yüzündeki yerinde verilmiş, en doğru karar, izlenimi
gözlerden kaçmıyordu. Herkes gördüğü bu manzara karşısında donup kalmıştı. Silahların
namluları, semaya doğrultulmuş; eller tetiklerden çekilip emniyet mandalları çoktan
kapatılmıştı. Kum saatine dönen sınır kapısına kalabalık akın akın geliyordu; kapıdan
geçerken daralarak, kapıdan çıktıktan sonra genişleyerek ilahiler, tekbirler eşliğinde ülke
içlerine doğru akıyorlardı.
Mahşerde İsrafil’in ikinci suru üfleyince toplanma yerine çırılçıplak toplanan mahşeri
kalabalık rivayeti aklına geldi binbaşının. Rivayete göre orada herkes anadan doğma
toplanacak ama hesap gününün telaşından kimse kimseye bakmayacakmış deniliyordu ya,
işte şimdi de aşağıdan, kapıdan geçen insanların yıllardır özlemini duydukları kutsal kente
gitme sevinci daha ağır basıyordu. Herkes çırılçıplaktı ama kimse kimseye bakmıyordu,
hepsi sevinç gözyaşları içerisinde, tekbirler eşliğinde ağlayarak canım ülkesine akıyordu.
Çıplaklar takımı, zırh içerisinde, eli mızraklı, tam teçhizatlı Filistinli Golyat’ın karşısına elinde
sapanla çıkan Yahudi Davut gibi ellerinde sapan bile olmadan ülkesine gidiyordu, tüyleri
ürperdi. Tarih tekerrür eder, diyenler bazen tersine tekerrür edebileceğini, tarafların yer
değiştirebileceğini söylemeseler de şu anda buna gözleri ile şahit oluyordu. Son Havva da
kapıdan geçesiye kadar dehşet içinde ve hiç konuşmadan öylesine yolcuları seyrettiler, son
kişi de geçtikten sonra binbaşı, “Kapıları kapatın!” diye ortama hiç uymayan saçma bir emir
verdi. Kapılar kapandıktan sonra karşıki tepeler, biraz önce mahşeri kalabalığın bulunduğu
yerlerde alacalı bulacalı, rengarenk çaput çiçeklerle bezenmişti. Ortalık sakinleşmişti; göz
alabildiğine her yer, rengarenkti ve daha önce hiç görmedikleri cinsten çiçek tarlaları vardı.
Binbaşının içinde anlamdıramadığı bir huzur vardı, sonunda askeri mahkeme olsa da ne
kadar doğru bir karar verdiğini şimdi bu çiçek tarlalarına bakarak anlayabiliyordu, tersini
yapmış olsaydı şimdi bu çiçek tarlasının yerinde, kıpkırmızı kanlar içerisinde yatan ceset
tarlası olacaktı. Çiçek, cesetten her zaman iyidir.
–Çiçek iyidir…
Yanındaki yüzbaşının anlamadım der gibi yüzüne baktığını görünce “Çiçek diyorum, çiçek
iyidir.” diye yanıt verdi…
9 Nisan 2023 Kudüs 16.20
Kudüs delirmişti. Kadim kent Kudüs’teki her insan çıldırmıştı, kent bildiğin zıvanadan
çıkmıştı. Buranın şu anki durumunu anlatmaya en usta kalem yazarların, şairlerin bile kelime
dağarcıkları yetmezdi. Kudüs’ün şu anki durumunu rüyasında gören inanmazdı. En dürüst
kişiler bile çevrelerine anlatsa alacakları cevap kıçın açık yatmışsın olurdu.
King David Oteli’nin çatısında görevleri şehri seyretmek olan polis memurları Shlomoh ve
İshak gördükleri karşısında dehşete düşmüştü. Hayretler içerisinde o güzelim kent
Kudüs’teki hareketliliği takip ediyorlardı. Şehirdeki insan hareketliliği her geçen dakika
katlanarak artıyordu. Kıyamet diyorlardı ya… İşte, kıyameti anlatabilecek, Hollywood’daki en
usta kült film senaristlerini dahi kıskandıracak şeyler yaşanıyordu bugün Kudüs’te. Birazdan
dağlar, taşlar, binalar ayağa kalksa şaşırmayacaklardı. İshak, “Abi bu olan nedir ya? Ne
yaşıyoruz biz? Bu olanlar gerçek mi? Deminden beri çimdiklemekten artık baldırlarım
morardı.” dedi.
–Evet, olanlar, şu gördüklerin ne yazık ki hepsi gerçek… Baldırını çimdiklemekten
vazgeç. Rüyada değil, anlamsız hayatımızın merkezinde günü yaşıyoruz.
–Ne gün ama şu olanlara bak!
–Bakıyorum zaten bakıyorum. İşte, hayat böyledir. Arsız insanoğlu doğal sürecinde
olması gerekenin olmaması için, kendi egoları, kişisel çıkarları için bastıra değiştire elinden
geleni yapar. Başlangıçta olması gerekenleri oldurmamakla başardığını zanneder, doğal
süreçte olması gerekenler bir süre olmadan beklese de bu, o şeylerin olmayacağı anlamına
gelmez. İnsanların engellemelerinden, set vurmalarından dolayı olamayan şeyler, birikir
birikir ve artık hapsedildiği, önüne set, bent konulmuş yapay havuzlara sığmamaya başlar.
Bir gün de bu sıkışma öylesine basınç yapar ki en küçük bir şey ile patlar, tıpkı balonu
patlatan bir toplu iğne ucu, bombayı patlatan, barutu patlatan bir kıvılcım gibi. İşte, o kıvılcım
bir gün kendiliğinden veya birisinin vasıtası ile olduğunda, doğal sürecinde sorunsuz ve tatlı
tatlı olacak ama bastırılmasından dolayı olamayan şeyler, bir anda açığa çıkıverir ve bu
açığa çıkma, tam bir yıkıma dönüşür. Onu bastıranı da bastırılmış olanı da bendi de havuzu
da kısaca önüne çıkan her şeyi yıkıp yok eder. Şu anda seyrettiğin, yüzyıllardır bastırılmış,
doğal sürecinde olması gerekip de olmayan şeylerin açığa çıkması, bu tam bir toplumsal
patlama. Ama dur, henüz patlama gerçekleşmedi, seni dehşete düşüren şu gördüklerin!
Patlamaya üç kala bendin içindeki bastırılanların hareketlenmesi ve patlamaya hazırlanması
ile sen akşam olacakları gör…
–Yapma ya abi! Ben bunu kaldıramıyorum, sen bu daha bir şey değil diyorsun.
–Aynen öyle diyorum İshak’ım, bu patlama öncesi hazırlık. Şu an derbi maçı öncesi
takımların ısınma hareketleri, henüz maç başlamadı.
İshak iki yıldır devriye arkadaşı olan Shlomoh’un öngörülerine her zaman çok güvenirdi, ne
derse genelde çıkan biri olduğundan korkusu iyice artmaya başlamıştı. Ondan teskin edici
bir şeyler duymayı beklerken o ise bu çılgınlığın daha ısınma hareketleri olduğunu
söylüyordu. Bazen seyrettiklerinin dehşetinden istemsizce gözleri yaşarıyordu, şu an
Shlomoh’un söylediklerinden sonra da aynı şey olmuştu. Gözlerinde dışarı çıkmaya çalışan
iki damla yaşı üzerine bastırıp geri iterek arkadaşına döndü.
–Abi ben korkuyorum.
–Korksan iyi olur, bu manzarayı görüp de korkmayanın aklından şüphe ederim.
–Sen korkmuyor musun?
–Korkmak ne kelime, ödüm bokuma karışıyor, deyince İshak kendinde nedensiz bir
rahatlama hissetti.
–Şu şehre bak, bu tam bir manyaklık.
Mescid-i Aksaya girmek isteyen Müslümanları engellemeye çalışan kolluk kuvvetleri,
başarısız olmuştu. Küçük çaplı birkaç çatışma ve silah sesi gelmiş olsa da biriken kalabalığı
kontrol edebilmek artık imkansız hale gelince kalabalık her şeyi göze almış, kapıdaki
turnikeleri, barikatları dahi yıkarak Mescid-i Aksa’ya girmeyi başarmıştı. Şimdi Mescid-i Aksa
ağzına kadar insan doluydu. Hz Muhammed’in miraca çıkarken yüz yirmi dört bin
peygamberle namaz kıldığı avlu, hınca hınçtı. Herkes saf tutmuş, sonu gelmeyen bir namaza
durmuştu. Tüm kalabalık, imam eşliğinde hep beraber namaz kılıyor, her dört rekattan sonra
tekbir getiriyorlardı. Kudüs’teki tüm binaların duvarları da yankılarıyla onlara eşlik ediyordu.
Karşıda Kutsal Kabir Kilisesi’nin çanı da diğer kiliselerin çanları gibi hiç durmadan çalıyordu.
Meydanlara, sokaklara sığmayan kalabalık, topluca ayin yapıyordu. Onların okumuş
oldukları ilahiler, Müslümanların tekbir seslerine karışıp yankılanacak bir duvar arıyordu.
Hemen Mescid-i Aksa Camisi’nin altındaki batı duvarını dolduran Yahudiler ise bir süre
sessizce dualarını etseler de sonra onlar da topluca ilahilere başladı, her cemaat diğerini
bastırmak için avazları çıktığınca bağırarak ilahiler söylüyorlardı.
İnsanlar dini vecibelerini mi yerine getiriyor yoksa birbirleriyle sidik mi yarıştırıyor belli değildi.
Şehir, derbi maçı oynanan stadyumdan beter haldeydi. Bağırış çağırış, arada kendini
kaybedip yırtınanlar, üstlerini başlarını parçalayanlar, feryat figan almış yürümüştü.
Binaların pencereleri tıka basaydı, bu kaosta çıkmayı göze alamayanlar, pencerelerden,
teraslardan kendi cemaatlerine eşlik etmeye çalışıyorlardı.
İlahiler, çan sesleri, tekbir sesleri şehri sarsıyordu. En sinir bozan da şehrin değişik
semtlerinden gelen sur sesiydi. Kendini Mesih zanneden Kudüs Sendromlu kaç tane manyak
vardı şehirde, büyük ihtimal onlar çalıyordu. O sesi duyduklarında İsrafil sura üfledi, kıyamet
başladı diye tüm tüyleri ürperiyordu. Sur sesini her duyduğunda İshak’ın gözü istemsizce
ufuğa, tepelere, gökyüzüne bakıyordu değişen bir şey var mı diye.
Sokaklar ana baba günüydü, kalabalık, çalan ambulans ve polis sirenleri, bağırıp çağıranlar,
ağlayıp sızlayanlar, yakınlarını kaybedip bulmaya çalışanlar, çıldırmış bir topluluk Kudüs’ü
esir almıştı, kim kime dum duma… Bir de gökyüzünde gözlem görevi yapan iki ring
helikopter, değirmencinin kör beygiri gibi şehrin semalarında dönüp duruyordu. Ara sıra
alçaktan uçan savaş uçaklarını da unutmamak gerek… İshak, “Abi dün bu gördüklerini hayal
edebilir miydin?” diye sordu devriye arkadaşına.
–Dedim ya İshak, insan şu anı rüyasında görse kıçı açık yatmış derler. Beni asıl
korkutan, buraya ulaşmaya çalışanlar. Bak, Layla Whatsapp’tan ne atmış?
–Abi bu ne ya, neresi burası? Oha! Bunca insan çırılçıplak, neresi burası ?
–İyi bak anlayacaksın neresi olduğunu. Bak bak, senin memleket, Aşkelon.
–Aşkelon mu?
–Aynen öyle.
–Abi burada binlerce insan var, kafayı mı yemiş bunlar böyle çırılçıplak?
–Bak bakalım, belki tanıdık birisi vardır; belki sizinkiler de grubun içindedirler.
İshak, “Hadi canım sen de!” derken bir yandan da fotoğrafı büyütmeye çalışıyordu.
–Dur dur, bizimkiler değil onlar.
–Bizimkiler değil mi? Kim o zaman bunlar?
–Filistinliler.
–Filistinliler mi?
–Evet, Filistinliler, Müslümanlar.
–Hayatta inanmam, abi bir Müslüman canını verir de üzerindeki elbiseyi vermez.
Hele kadınlar saçının telini göstermezler, böyle çırılçıplak… Olacak şey değil.
–Sana demin dedim, olması gerekenleri olmaması için bastırırsan vakti zamanı
geldiğinde olmaması için bastırdıkların bir yol bulur oluverir; işte sen de o zaman öküzün
trene baktığı gibi olan şeye bakakalırsın.
–Abi ne diyorsun ya?
–Ne diyeceğim, yıllardır Gaza şeridinde hapsettiğimiz bu insanlar, işte o
hapishaneden kurtulmanın bir yolunu bulmuşlar. Onları o prangalardan kurtaracak şey
soyunmakmış ve onlar da soyunmuşlar. Çözüm sıra dışı, alışılmadık bile olsa al işte, işe
yaramış. Hepsi İsrail’in göbeğinde kalabalığı yara yara Kudüs’e yürüyorlar. Çıplaklık onların
suçu değil, bence de utanmaları için hiçbir neden yok. Utanması gerekenler onları baskı ve
boyunduruk altında daracık bir alana hapsederek eziyet eden, dünyada cehennemi yaşatan
bizleriz. Devletimizin uyguladığı asimile, yıldırma, yok etme politikaları… Bu politikaları 21
yy.’da insanlığa layık görenler utansın! Kırk yıl düşünsem böyle bir kaçış benim bile aklıma
gelmezdi, helal olsun adamlara!
–Abi sen kimden yanasın ya? Vallahi ben artık kanaat getirdim; bugün kıyamet
kopacak.
–Koptu bile oğlum! Sen daha bekle kopacak… Hassiktir! Bak binanın tepesine, bir
kişi daha atlıyor! Dur lan, dur! Allah belanı versin dur! Of, atladı! Bugün bu kaç oldu ya?
–Abi ne yapsak, biz de mi atlasak ya?
–İshak bir siktir git, hiç şaka kaldıracak modda değilim.
–Şaka yapan kim?
–İshak!
9 Nisan 2023 İstanbul 16.38
Serkan Komiser elinde telefonuyla Rıza Başkomiser’in odasına daldı.
–Abi Süleyman hatta. Bir şey bulduğunu söylüyor, sizinle konuşmak istiyor.
–Ver ver. Alo, Süleyman, ben Rıza, buyur kardeş.
–Amirim, bir şey buldum gibi emin değilim ama bir ipucu olabilir diye düşünüyorum.
Eğer izin verirseniz, derken Rıza Başkomiser araya girdi.
–Süleyman, lafı dolandırmayı, kibarlığı geç, sadede gel, ne buldun?
–Tamam amirim, İngiltere’de düşen uçakta sevgilisi bulunan bir genç kız, uçağın
sabote edilerek düşürüldüğünü iddia eden bir ihbarda bulundu yerel bir polis merkezine.
–İyi de Süleyman bu çeşit ihbarlar burada bile var, o kadar çok asılsız ihbarlar oluyor
ki bunun bizim konumuzla ne ilgisi var?
–Amirim onlar da pek dikkate almadılar ama kız inatçı. Karşıdaki polise ihbarının
doğru olduğunu kanıtlayabilmek için demediğini bırakmadı, hem ağladı hem adamlara
saydırdı.
–Oha Süleyman, Türkiye’yi bitirdin, şimdi İngiltere’yi hem de polisi mi dinliyorsun?
–Amirim sen hayat memat meselesi demedin mi? Hem de az biraz televizyon
kanallarında dolaşanlar nasıl bir gün yaşadığımızı anlar. Kız hüngür hüngür ağlıyor hatta
ağlamaktan konuşamıyor, ihbarın asılsız olduğunu düşünmüyorum. Bundan dolayı o
karakolun ihbar kayıtlarını hackledim ve konuşmayı dinleyince ikna oldum gibi. Şimdi size
Whatsapp’tan atıyorum, siz de bir dinleyin sonra konuşalım.
–Tamam at bakalım.
Telefonun mesaj sesinden iletinin geldiğini anlayan Rıza Başkomiser, hemen ses kaydını
dinlemeye başladı.
Olay, İngiliz İngilizcesi çok bariz olan genç bir kız ile polis ihbar servisinde buz gibi konuşan
bir polis arasında geçiyordu. Kız, düşen British Hava Yolları uçağının sabote edildiğini,
sevgilisi Paul’un da o uçakta olduğunu polise anlatıyordu. Polis, uçağın neye dayanarak
düşürüldüğünü sorduğunda kız, sevgilisinin çok gizli bir iş üstünde çalıştığını, bunun çok gizli
kalması gerektiğini yoksa bu işi bilen kimseyi hayatta bırakmayacaklarını söylediğini
söylüyor. Polis kanıt istediğinde “Bundan iyi kanıt mı olur?” diyen kız haykırarak telefonu
polisin yüzüne kapatıyor. Gelen diğer iletide de aynı kız ile polis arasında konuşma geçiyor.
Bu kez kız, telefonu açar açmaz polisten biraz önceki tavrı için özür diliyor, tekrardan
sevgilisinin uçakta öldüğünü, evlenmeyi, Amerika’ya gitmeyi planladıklarını anlatıyor ve
tekrardan hıçkırıklara boğuluyor. Telefon kapanıyor. Üçüncü ileti de kız korktuğunu, erkek
arkadaşına yemin etmiş olmasına rağmen polisi aramakla hata ettiğini düşündüğünü
söylüyor, polis de bu aramadan kimsenin haberi olmayacağını ama kendisi ile konuşmak için
iki memuru evine yönlendireceğini söylüyor. Kıza, erkek arkadaşının nereden döndüğünü
sorduğunda kız, yazılımcı olan erkek arkadaşının da nereye gideceğini tam bilmediğini ama
ya Kudüs ya da İstanbul, ikisinden birine gideceğini söylediğini anlatıyor. Polis, kızdan açık
adresini istiyor ve iki memuru ifadesini alması için evine yönlendiriyor. Rıza, son iletide
İstanbul ve Kudüs adlarının geçtiği bölümleri iki üç kez daha dinledi ve Süleyman’ı aradı.
–Süleyman, helal sana kardeşim! Şu kızın açık adresini de bize bir gönder, bir de bu
Paul’un soyismi neymiş, onu duydun mu?
–Polis sormadı, kız da söylemedi amirim ama kızın açık adresi size attığım kayıtta
yok herhalde, hemen size atıyorum.
–Süleyman araştırmaya devam kardeşim, başka bir şey bulursan hemen ara, hadi
rastgele.
–Sağ olun amirim, görüşürüz.
Telefonu kapatır kapatmaz Rıza Başkomiser, Serkan’la salona çıktı.
–Nihat, yolcu listesinde Paul adında bir yolcu var mı? Hemen kontrol et.
–İki tane Paul isminde yolcu varmış.
–Yaşlarına bak, hadi çabuk.
–Abi biri kırk sekiz, diğeri yirmi iki.
–Tamam bizimki yirmi iki, soyismi ne?
–West, Paul West.
–Tamam, bu herif nereden uçağa binmiş?
–Kudüs aktarmalı amirim.
–Süper. Beyler herkes Paul West’i araştırıyor, kimmiş, ne iş yapıyormuş, bir
fotoğrafı… Hemen hemen. Artık teknoloji ve iletişim devrinde yaşadığımız nasıl da belliydi,
beş dakika içinde Paul West’in tüm şeceresini çıkarmışlardı.
Paul West, 2001 Londra doğumlu, Oxford Üniversitesi bilgisayar fakültesi mezunu, yazılımcı
ve daha bu gencecik yaşında SBF adlı dünya devi bir bilgisayar firmasında bir yıldır
yazılımcı olarak çalışıyordu. Parlak kariyeri ne yazık ki düşen bir uçakla beraber, denizin
metrelerce dibinde balıklara yem olmuş halde. Rıza Başkomiser, Paul’un çalıştığı SBF
firmasını iyi biliyordu, piyasanın sayılı büyüklerinden biriydi; bir yazılım, teknoloji
dehasıydılar.
–Arkadaşlar, SBF firmasının başka çalışanları uçakta var mıymış, hemen araştırın.
Araştırma çok uzun sürmedi zira aynı firma tarafından satın alınmış yedi yolcu ve Kudüs’ten
beş yolcunun İstanbul’dan bilet aldığı on dakika gibi bir zamanda tespit edildi, biletlerin
parası da firma tarafından ödenmişti.
–Siz bu on iki yolcunun tüm şeceresini çıkarın, ben İsmet Müdür’ü arıyorum.
–Alo, ben Başkomiser Rıza Pektaş, İsmet Müdür’ü bağlar mısınız lütfen?
–Başkomiserim, İsmet Müdür şu anda bakan ve müsteşar ile toplantıda. Toplantı
biter bitmez kendisi ile sizi görüştüreceğim.
–Bakın memure hanım, durum acil. Derhal kendisi ile görüşmem lazım.
–Başkomiserim, İçişleri Bakanı, milletvekilleri ve Müsteşar Bey var toplantıda,
kimseyi bağlamayın dedi, bekletmek durumundayım.
–Kızım ben bekleyemem, derhal bağla diyorum, anlamıyor musun?
–Ama efendim…
–Efendini sikeyim, derken telefonu kapattı.
Hemen Hasan Müdür’ü aradı. Hasan ile İsmet ayrılmaz ikili gibiydiler, o neredeyse diğeri
hemen yanında, olmasa bile yakınındaydı. Lakin bu kez Hasan Müdür de cevap vermiyordu,
ikinci kez aradı; sonuna kadar beklemesine rağmen telefonu açan olmadı. Herhalde o da
toplantıda diye düşündü.
Tekrar İsmet Müdür’ün sekreterini aradı, kız ağlamaklı bir şekilde telefona çıktı ve Rıza
Başkomiser’in sesini duyunca da sesli sesli ağlamaya başladı.
–Siz bana küfür edemezsiniz.
–Yok kızım, sana küfür falan etmedim, dese de kızın telefonu kapatırken ettiği küfürü
duyduğunu anlamıştı. Yok bu böyle olmayacak deyip telefonu kapattığı gibi salona koştu.
–Paul denen yavşağın fotoğrafını verin, Nihat on iki kişinin listesini bulabildiğiniz
başka fotoğraf falan var mı?
–Bende iki tane var amirim, dedi Gülten.
–Hemen printle. Evet, başka bilgisi olan var mı?
SBF hakkında bilgi toplayan Hamdi, “Abi bende var, adamlar bir dev. Geçen yılki ciroları, elli
altı milyar dolar.” dedi.
–Hassiktir! O kadar var mıymış?
–Evet abi, Kudüs’te de ofisleri varmış ama öyle senin benim bildiğim ofislerden değil,
koca bir plaza. Adamlar kendi silikon vadilerini yaratmışlar.
–Hemen elindekileri printle, çabuk çabuk! Arkadaşlar ben İsmet Müdür’ün yanına
gidiyorum. Siz eksikleri tamamlayın. Firma ile çalışanlar hakkında, hele hele şu uçaktaki on
iki kişi ile ilgili ne bulabilirseniz toplayın. Ne yerler, ne içerler, ibnesi, nonoşu var mı? Her ne
bulursanız… Okey mi?
–Tamamdır amirim.
Gülten elindeki çıktıları Rıza Başkomiser’e uzattı. O da “Hadi ben kaçtım,” deyip Nihat’ın
önündeki yarım çay bardağını boğazına dikti. Sabahtan beri içtiği sigaralardan, ağzı keçe
gibi olmuştu ama çay şekersiz ve kekereydi.
–Yuh Nihat, sen çaya şeker atmıyor musun?
–Yok amirim, şeker zararlı.
–Dünyaya kazık kakacaksınız amına koyayım, deyip elindeki kağıtlarla kapıya
yöneldi.
İstanbul Emniyet Binası’nın kriz merkezine vardığında İsmet Müdür’ün bakan ve bürokrasi
eşrafının ziyaretinden dolayı kendi makam odasına gittiğini anladı. Bu sefer de emniyet
binasının diğer bloğunda, İsmet Müdür’ün en üst katta olan odasına gitmek için ara
bağlantıdan koştu, asansörle en üst kata çıktı. Asansörden iner inmez, şık takım elbiseli,
kulaklarındaki kulaklıklardan koruma olduğu anlaşılan kimseler ile karşılaştı. Bereket,
İstanbul emniyetinde görevli olan korumalar, kendisini tanıyordu yoksa buradaki hiçbir polise
benzemiyordu. Onların yanında kendisinin köyden indim şehire gibi bir tipte olduğunu fark
etti. Yaka kimlik kartının yerinde olup olmadığına baktı, herkes tarafından görülecek şekilde
çekiştirip düzeltti ve biraz önce telefonda konuşup küfür ettiği İsmet Müdür’ün sekreterinin
önüne geldiğinde kızın hala ağladığını ve elindeki peçete ile makyajını akıtmamak için nasıl
bir gayret içinde olduğunu görünce yüzü kızardı. Kız kendisini tanımıyordu, sokak şarkıcısı,
hippi tarzı bir herifi karşısında görünce o da şaşırmıştı. Bu kadar boylu poslu, jilet gibi giyimli
koruma ve polis müdürlerinin arasında bu zibidi de nereden çıkıvermişti? Merak içinde
olduğu her halinden belli oluyordu. Kız da harbi güzeldi, sırım gibiydi. Korumaların daha bir
kabararak, takım elbiselerinin altından belli olan kaslı vücutlarını kimin için şişirdiklerini o
zaman anladı. Kız önce Rıza Başkomiser’i pek dikkate almadı ama bu uzun saçlı bitli
hippinin kendisine doğru yaklaştığını anlayınca elindeki kağıt mendil ile burnunu bir kez daha
kibarca çekti.
–Buyurun, size nasıl yardımcı olabilirim?
Gözyaşlarının daha da belirginleştirdiği, ıslak kirpikleri ile bahar sabahı çiğ yağmış kuş
yüreklerine benzeyen ela gözlerini Rıza Başkomiser’e doğrultmuştu. Rıza Başkomiser
kendini tanıtıp tanıtmamak arasında gidip geliyordu, kız inanılmaz güzeldi. Onu görüp de
etkilenmeyen adamın kalbini en yakın bir tamirciye götürüp kontrolden geçirmesi gerekirdi.
Rıza Başkomiser elindeki kağıtlarla bir geriye, korumalara; bir de huri tadındaki kıza
bakıyordu. İki arada, bir derede kalmıştı. İçeri, İsmet Müdür’ün odasına gireceğim, dese
kodamanlarla toplantıda olduğunu biliyordu. Kendisini tanıtsa hala burnunu çeken kızın ne
yapacağını kestiremiyordu. Zaten oldum olası karşı cinsle arası pek iyi olmamıştı. Hemen
karşının etkisi altına giriyor, söylenmeyeceği söylüyor, yapılmayacağı yapıyordu. Gülten ve
yeğenlerinin haricinde hiçbir kadının yanında kendini rahat hissetmiyordu, bunda yatılı erkek
lisesinde okumasının büyük payı vardı. Belki de asosyal biri olmasından dolayıydı, her neyse
ya…
–Siz hangi yüzle buraya geldiniz? Terbiyesiz adam! Sizi mahkemeye vereceğim,
nasıl olur da bana küfredersiniz? Siz ne hakla bana o sözleri söylediniz? Siz göreceksiniz,
hele bu toplantı bir bitsin, size göstereceğim, diye hafif bir ses tonu ama çok sert bir surat
ifadesi ile bana verip veriştiriyordu. “Bunu bana mı diyorsunuz?” diye aptalca bir soru sordu
Rıza Başkomiser.
–Evet, size diyorum.
Eliyle yaka kartını gösteren kıza baktığında anlamıştı, kız kendisini tanımıştı.
–Özür dilerim.
–Hayır, özrünüzü kabul etmiyorum. Öyle durduk yerde karşınızdakine küfür
edemezsiniz, size bunu ödeteceğim.
–Ya, bak durduk yerde değil, biliyorsunuz bugün çok stresli bir gün.
–Niye, sanki sadece siz mi bugünü yaşıyorsunuz? O stres bir tek size mi?
–Özür dilerim, bak lütfen unutun dediğimi, hem size karşı değildi, telefonu kapattım
zannettim.
–Yok efendim, şuna bakın! Telefonu kapattım zannettim diyorsunuz, özrünüz
kabahatinizden büyük.
Rıza Başkomiser, sekreter ile tartışırken onları dinleyen korumalardan, polis müdürlerinden
birkaçı tartışmayı daha iyi duyabilmek için onlara yaklaştı. İhtiyaç duyulması halinde zırhlı
şövalyeler gibi kızın yardımına amade olabileceklerini gösteriyorlardı. Rıza Başkomiser kızla
baş edemeyeceğini çoktan anlamıştı.
–Benim İsmet Müdür ile acilen görüşmem lazım, diye hem konuyu değiştirmek hem
meramını anlatmak istedi. Ama kız vazgeçmiyordu
–Siz anlamıyor musunuz? Müdür Bey içeride, kimler ile toplantı yaptığını size
söyledim, duymadınız mı? Ne olacak şimdi, burada da mı küfredeceksiniz?
Tepesi atan Rıza Başkomiser masaya doğru eğilip “Evet güzelim, şimdi içeriye giriyorum,
götün yiyorsa engel olursun.” dedi. Yandaki iki polisin “Hop kardeşim, ne diyorsun sen?” diye
söylemlerini, kendisi kapıya yönelince korumaların bir anda hareketlenmesini, sekreter kızın
“Sen nasıl bana küfredersin?” diye serzenişini dinlemeden kapıyı sonuna kadar açıp içeriye
daldı. Odanın ortasına kadar koşup durdu. Önde sekreter, ardında iki polis ve iki dev
koruma, dışarıda kapının eşiğinde, silahını çekmiş duruyordu.
Sekreter, “Müdürüm özür dilerim, engel olamadık.” diye açıklama yaptı. Rıza Başkomiser ise
kafasını çevirmiş, korumanın elindeki silahı görünce de yediği haltı anlamıştı ama yine
gözünü sekreterden alamıyordu.
–Özür dilerim müdürüm ama çok önemli bir ipucu yakaladık, size hemen arz etmem
lazım, toplantınızın bitmesini bekleyemezdim.
–Leyla, tamam kızım, sen kapıyı kapat.
Leyla kapıyı kapatırken ona göz kırpıp gülümseyen Rıza Başkomiser, aynı anda ismini de
öğrenmiş oldu. Leyla… Ne güzel isim… Adına en çok şarkı, türkü yazılan kız diye düşündü.
Kapı kapanana kadar kapıdan, daha doğrusu Leyla’dan gözünü alamayan Rıza Başkomiser,
İsmet Müdür’ün kibar sert seslenmesi ile kafasını odaya çevirdi. Ama İsmet Müdür’ü
makamında göremedi zira orada bakan hazretleri oturuyordu, karşıya bakınca İsmet
Müdür’ün koltukta oturduğunu gördü.
–Özür dilerim müdürüm, çok önemli olduğunu düşündüğüm bir ipucu yakaladık.
–Onu anladık, anlat hele, neymiş bu kadar önemli olan ipucu?
–Arz edeyim müdürüm, deyip Süleyman’dan bahsetmeden tüm bulguları beş dakika
içinde odadakilere anlattı. Kodamanlar toplantısına bu şekilde dalan serseri tipli adam
konuştukça gözlerinde nasıl da büyüdüğünü fark etti İsmet Müdür.
En başta odaya daldığında bakana, müsteşara bunu nasıl izah edeceğini düşünürken şimdi
çok önemli bir ipucu diye bahsettiği şeyin sandığından bile daha çok ilgiyle karşılandığını
görünce rahatladı.
Bakan Bey oturduğu koltuktan mı yoksa bulunduğu mevkinin kendisine verdiği forstan mı
bilinmez, sık sık Rıza Başkomiser’in anlatımını sorduğu sorularla kesiyordu. İsmet Müdür ve
yardımcılarının, bakan ve müsteşarın baskısından olsa gerek sorması gerekip de sormadığı
sorular, Rıza Başkomiser’i rahatsız etmeye başlamıştı. Unuttuğu, söylemediği bir şey
kalmasın diye yırtınıyor, adamlara durumu anlatmak için adeta kendini paralıyordu. Ama
odadakiler hala bekledikleri reaksiyonu göstermiyorlardı. Her şey gün gibi açıktı, yalnızca
ipucunun iyi yakalanıp tüm mekanizmaların derhal harekete geçirilmesi ve çok sıkı acil
kovuşturmanın açılması gerekmekteydi fakat kodamanlar koltuklardan kıçlarını bile henüz
kaldırmamışlardı. Hayatı boyunca bürokrasiden ve bürokratlardan nefret etmişti; nefretinin
ne kadar haklı olduğunu şimdi görüyordu.
–Müdürüm, bu iş sizi aşar. Bakın Bakan Bey de burada. Hemen Cumhurbaşkanı
aranıp ülkeler üzeri bir kovuşturma başlatılsın, bu iş yalnızca Interpol ile de olmaz. Eğer
teamüller takip edilecek olunursa bu bomba, daha iki adım yol almadan kucağımızda patlar.
Bence İsrailli yetkililer, SBF’nin Kudüs’teki plazasına ani baskın yaparlarsa mutlaka işimize
yarayacak bir şeyler bulacaklardır. Oyunu onlar başlattı, biz bitireceğiz ama oyunun
kurallarını bizim belirlememiz lazım, kuralımız da kuralsızlığımız olmalı.
Bakan, “E, başkomiser başka ne yapmalıyız? Onları da deyiver bari.” deyip Rıza komiser’i
tepeden tırnağa süzünce o da ne kadar ileriye gittiğini o an anladı.
–Estağfirullah bakanım, ne haddime?
–Beyler çocuk doğru söylüyor, biz burada hala kibarlık yapıp erkancılık oynarken
zaman geçiyor. Bence başkomiserin dediği yol doğru, hiç teamüller ile vakit kaybetmeyelim.
Şunun şurasında beş saatten az bir zamanımız kaldı, daha on dakika önce İstanbul’u nasıl
boşaltacağımızı konuşuyorduk, şimdi ise tünelin ucunda bir ışık gözüktü. Ben başkomiserin
varsayımlarına inanıyorum, bence bu işin peşine hemen düşmeliyiz.
–Sayın Müsteşar’ım doğru söylüyor Sayın Bakan’ım. Ben de Rıza Başkomiser’in
öngörüsüne, varsayımlarına inandım. Kendisine yürekten güvenirim, tüm göstergeler SBF’yi
işaret ediyor, bence de tüm gücümüzle olayın üstüne gitmeliyiz.
Bakan söze girdi. “Madem öyle diyorsunuz, daha niye oturuyoruz? İsrailliler her ne kadar
bombanın etki alanı üç kilometre deseler de biz en az beş kilometre çaptaki alanı en az
yarım saat önceden boşaltacak şekilde plan yapalım, inşallah gerek kalmaz ama acil
boşaltma hareket planı hazırlanıp saati geldiğinde uygulanmaya konulsun.” dedi.
–Emredersiniz sayın bakanım, dedi müsteşar.
“E, başkomiser demin dediğin gibi Cumhurbaşkanı’nı, Beyefendi’yi arıyorum, selamını
söyleyeyim mi?” diye latifesini de yaptı göz kırparak. İsmet Müdür de “Bakanım, siz
Beyefendi ile görüşürken biz de kriz merkezine gitsek… İsraillileri aramamız lazım.” diye
yanıt verdi.
–Bugün bayağı iç içe geçtin İsmet Müdür şu Yahudilerle.
–Evet Sayın Bakan’ım, öyle oldu.
–Tamam, herkes işine baksın. Ben biraz daha buradayım, sonra Dolmabahçe’ye,
Beyefendi’nin yanına geçeceğim.
Herkes dışarı yöneldiğinde, bulunduğu yerin duvar kenarına yaklaşarak kodamanların
ayaklarının altından çekilmeye çalışan Rıza Başkomiser, İsmet Müdür’ün yanından geçerken
kolundan tutup kendisine çekmesi ile kalabalığın arasına karışıverdi. İsmet Müdür hem
yürüyor hem de şaka mı yoksa ciddi mi anlayamadığı şekilde Rıza Başkomiser’in kolunu
sıkıyordu.
Kapıdan koridora çıktıklarında biraz önce kastan zırhlarının içerisinde dimdik, kale gibi duran
korumalar ve daha alt kademe polislerin odadan çıkan kodamanlar karşısında sağa sola
koşuşturmaya başladıklarını gördü. Koşarken ilikleyemedikleri jilet ceketlerinin iki tarafını sol
elleriyle tutarak, bu kez öncekinin tersine saygı gösterisi yapıyorlardı. Kaybolmuş futbol
topunu arar gibi bir halleri vardı, orada mı yoksa burada mı? Rıza Başkomiser, İsmet
Müdür’ün sıktığı kolunu ona emanet etmiş, kaçamak bakışlarla sekreteri görmeye
çalışıyordu. Ama sekreter hiç pas vermiyordu. Müsteşar yardımcıları ile vedalaşırken İsmet
Müdür, Rıza Başkomiser’in kulağına, “Aferin.” dedi.
–Sağ olun müdürüm.
Daha sonra en uygun zamanı yakalayan İsmet Müdür tekrardan Rıza Başkomiser’in
kulağına eğilince o da ikinci bir övgü duymak dileğiyle kendisine yaklaştı. İsmet Müdür,
“Bugün bir bitsin, senin ağzına sıçacağım.” dedi. Sekreter hanım, müdürün dediğini duymuş
olsa gerek ki yüzünde küçük bir tebessüm oldu. Rıza Başkomiser içinden sıraya girmen
lazım müdürüm diye geçirdi ama bunu kimse duymadı.
9 Nisan 2023 İsrail Kiryat Gat 17.00
Ariel, pazar günü bir aile geleneği olan mangalını yapmak için cuma gününden almış
terbiyeleyip yumuşaması için şarap, zeytinyağı ve kekikten oluşan sosa yatırmış olduğu
etlere bakarak ne yapacağım şimdi ben bu kadar eti diye düşünüyordu. Mangalı da oldum
olası çok severdi, en çok da küçük ağabeyinin çocuklarıyla vakit geçirmeyi. Zaten çalışmış
olduğu torna atölyesinde tüm hafta demirin, yağın içerisinde bunalırdı, bu yüzden de hafta
sonu ailesi ile birlikte geçirecekleri pazar gününü iple çekerdi. Lakin bugün sabahtan beri
annesi ve babası ile birlikte televizyon karşısından kalkamamışlardı. Hayatında yapmadığı
kadar kanal zappinglemiş; o program, senin bu program benim dolanıp durmuşlardı. İçi
bunalmıştı, mangal yapalım derken tam tersi, doğru dürüst kahvaltı bile yapmamış, öteberi
ile günü geçirip bu saate kadar gelmişlerdi. Etleri dolaba geri kaldırmaktan başka çare
göremedi, üç kişiyle yapılan mangal, mangal mı olurdu? Sonra vazgeçti, bir kere hem karnı
acıkmıştı hem de canı et yemek istiyordu. Tornacı Beni’nin karısının yaptığı sebze
yemeklerinden bıkmıştı, etin en kallavilerinden altı tanesini ayırdı. Sonra belki doymam, bir
tane daha yerim diye düşünüp yedinci parçayı da koyup geri kalan etin üzerini dikkatlice
streçleyip dolaba kaldırdı. Mangal kadar olmasa da kızgın yağda bir iki çevirdim mi üç
gündür terbiyelenmiş et ilik gibi olur diye düşündü. İçi sıkılmıştı. O televizyonda gördükleri,
çok bilmiş yorumcuların patavatsızca ağızlarına geleni söylemeleri ruhunu daraltmıştı.
Dışarıya, temiz havaya çıkma isteği duydu. Mutfaktan bahçeye açılan küçük kapıdan
verandaya çıktı, şöyle bir gerindi. İki gün önce yağan nisan yağmurlarının temizlemiş olduğu
doğanın kokusunu mis gibi içine çekti. Dışarının havası kendisine çok iyi gelmişti, sabahtan
beri üzerine çökmüş olan kasvetin yavaş yavaş kalktığını hissetti. Başını kaldırdığında
verandanın budaklı çamdan olan çatı çıtalarının eskidikçe kızaran tahtalarının koyu
kahverengiye çalan yerlerine bakarak çocukluğunun geçtiği bu evi ne kadar sevdiğini
düşündü. Ev, Kiryat Gat’ın batı çıkışına doğru hafif meyilli, yeşil bir tepenin üzerine
kurulmuştu. Yapacak hiçbir şey bulamazsan şu canım verandada otur; aşağıdan, ana yoldan
gelen geçen arabaları seyret, yine canın sıkılmazdı. Ana yola baktığında, düşündüğünün bir
kısmının doğru olduğunu anladı, geri kalanı yanlış çıkmıştı. Gördüklerine inanamadı, bir sürü
askeri kamuflajlı araba ana yolda ip gibi dizilmişti. Bu kadar askeri araç araç da neyin
nesiydi? Verandanın en iyi görüş alanına doğru gidip tekrar baktığında yanılmadığını gördü.
Yirmiden fazla koca koca askeri araç yolun kenarındaydı. Karşıdan bile tam teçhizatlı
oldukları belli olan askerlerin etrafında bal damlasına üşüşen karıncalar gibi ileri geri hareket
ediyorlardı. Hemen köprünün önüne doğru dizilip pozisyon almışlardı. Bugün yolda trafik de
epey fazlaydı, ne zaman dışarıya baksa arabaların neredeyse tamamının doğuya doğru
gittiğini gördü. Hatta kaç tane de insan dikkatini çekmişti yol boyunca doğuya giden.
Babasına seslendi; annesi ile babası da sesini duyup verandaya çıktılar.
–Hayrola Ariel, ne oldu?
–Baba bak, askerler gelmişler.
–Evet, öyle gözüküyor.
–Niye geldiler ki? Hareket de etmiyorlar. Bak, aşağıda çayın bu tarafında, iki tarafta
da tank var. İki tane bak, söğüdün önünde.
Annesi, “Buraya niye geldi ki bunlar? Aa, bak iki tane daha tank indiriyorlar tırlardan, hayırdır
inşallah.” diye konuşmaya dahil oldu.
–Hanım pek hayra benzemiyor bunlar, burada mevzi alıyorlar.
–İyi de burası İsrail‘in göbeği, tatbikat mı yapıyorlar acaba?
–Saçmalama kız, ne tatbikatı? Hele bugün pozisyon almalarına bakarsan batıdan
gelecek bir şeye karşı hazırlık yapıyorlar.
–Baba galiba ben çözdüm, Gaza’dan gelen çıplaklar var ya, bence onlar için bu
hazırlık. Bak, gelen geçen arabaları durdurmuyorlar bile. Onların beklediği çıplak Filistinliler
bence, sonuçta Kudüs’e yürümüyorlar mı? E, bu yol nereye gidiyor? Kudüs’e.
–Ariel galiba haklısın, söylediğin bana da mantıklı geldi, dedi babası.
Annesi ise “E, ne yapacaklar çırılçıplak insanları tanklarla mı durduracaklar? Bu ne
saçmalık.” diye hayretini dile getirdi.
–Ordu bu, pek mantık aramayacaksın; yaparlar mı yaparlar.
9 Nisan 2023 İsrail 17.05
Hüseyin daha on iki yaşındaydı ve yıllardır yanmış, yıkılmış mahallesinden dışarıya
çıkmamıştı. Çok istemişti televizyonda gördüğü yerlere gitmeyi, o dilini anlamadığı televizyon
kanallarının reklamlarında gördüğü gülen çocukların oynadığı renkli oyuncaklarının olmasını,
o koca koca hamburgerleri dudaklarının kenarında soslar bırakarak yiyen çocuklar gibi
yemeyi… Annesinin gülmeyen yüzünü güldürmek için o kırmızı sosları değil dudaklarının
kenarına bulaştırmak, burnuna sokmaya bile razıydı. Hep arkadaşlarıyla oynadıkları yıkık
binaların yıkılmayan yerlerinin bir gün üstlerine yıkılması endişesini taşırdı; bu düşünceler
olmadan oyunlar oynamayı, karşıya baktığı zaman dağları, tepeleri ve ağaçları görmeyi
istiyordu. Yahudilerin çektikleri yüksek duvarların değil, gökyüzünde dolaşan beyaz bulutların
neye benzediklerini görmek istiyordu. Ama bunları, duvarın üzerine çekilmiş dikenli telleri
görmeden bulmak istiyordu. Bir iki ayda çıkan gösterilerde ölen, yaralanan tanıdıkları için
günlerce yas tutan yakınlarının feryadını figanını değil, gülme seslerini duymak istiyordu.
Tatlıyı çok seviyordu ama ölenlerin ardından dökülen yağsız, tatsız, yutmaya çalıştıkça
ağzında büyüyen helvadan nefret ediyordu. Akmayan çeşmelerden, gidip de gelmeyen
elektrikten dolayı yanmayan lambalardan, çalışmayan buzdolabından, iki günde bir önüne
konan tek katık makarna veya bulgur pilavından da aynı ölçüde nefret ediyordu. “Yine mi?”
diye sorduğunda anasının kıvırdığı işaret parmağı ile kafasını dürtüp “Şükret, bunu
bulamayan da var.” demesinden de… Hakikaten bazen onu bulamadıklarında anasının
önlerine koyduğu kuş yemi kadar bulgur pilavı için “Siz yiyin, ben pişirirken yedim.” diye
gözleri dolu yalan söylemesinden de nefret ediyordu. Çamurlu yollardan, yıkanamadıkları
için pis kokan insanlardan, kız kardeşinin ikide bir bitlenip evde kendisine bulaştırmasından,
annesi eli kadar tarak ile saatlerce kız kardeşinin bitlerini temizlerken kendisinin de o sıçtığı
kesmeyen makasla çok sevdiği saçlarını kırkıklı tarzında kesmesinden nefret ediyordu. Parti,
aşevinde yemek dağıttığında elinde bakraçla dilenciler gibi sıra beklemekten de nefret
ediyordu. Küçücük hayatına ne çok nefret sığdırdığını düşününce hayret etti. Asıl eşeğin
büyüğü damdaydı, en büyük nefretlerini en sona saklamıştı. Öncekiler, küçük nefretlerin bir
an aklına gelen küçücük bir bölümüydü ama vakti müsait olur da birileri saymasını isterse
bunlardan çok daha farklılarını saatlerce sayabilirdi. Asıl büyük nefretleri vardı, onları
düşünmesi bile midesinin kor gibi yanmasına yetiyordu. Büyük nefretlerinin en büyüğü,
Yahudilerdi. Tanıdığı herkese dayanılmaz acılar çektirmişlerdi. Babasını daha on beş
yaşında, kız kardeşini ise üç yaşındayken İsrailli askerlerin bir gösteride sözüm ona kaza ile
açtıkları ateşte kaybetmişti. Hayatlarının en büyük acısını yaşatmışlardı, o günü hayal meyal
hatırlıyordu. İşte o an, Yahudilerden ne kadar nefret ettiği aklına geliyordu. Sınır duvarına
yaklaştıklarında İsrail askerlerinin kendilerine küfür ederek uzaklaşmalarını haykırmalarından
nefret ediyordu. Kaçan toplarını o koca bıçakları ile kendilerine göstere göstere kesip
kestikleri paçavrayı bile vermemelerinden nefret ediyordu. Üzerlerinde dolaşan, alçak uçuş
yapan uçaklardan, helikopterlerden de nefret ediyordu. Kız kardeşinin hastalanıp da bir ilaç
alamadığı için gece boyu ateşlenip öksürmesinden dolayı uyuyamamaktan değil, kardeşi için
endişelenmekten nefret ediyordu. Tek göz evlerinde yazın cehennem sıcağında, kışın
soğukta üst üste uyumaya çalışıp da o odadan kaçan uykusunu yakalayamamaktan nefret
ediyordu. Karartma dönemlerinde üzerlerinde uçaklar, helikopterler dolaşıp bomba sesleri ile
sarsılan yerden, kurşun seslerinden, işte o anlarda bir dakikanın bir ömür kadar uzun
olmasından ve karanlıktan nefret ediyordu. En çok da kendilerine bu fukara yaşamı layık
görenlerden nefret ediyordu, annesi ne kadar her söylediğinde kızıp azarlasa da yılanın
başını küçükken ezmeyen atalarına, büyük dedelerine kızıyor, onlardan da nefret ediyordu.
İçinde ne çok nefret birktirmişti… Bu benim suçum değil, diye düşündü. Çok meraklısı varsa
gelsin, yalnızca bir iki ay yaşasın, görsün bakalım o yaşadığı yerde nefretten bol bir şey var
mı? Ama bugün, yepyeni bir nefret keşfetmişti. İçinde olan nefretlerden çok farklıydı. İçine
girmek istese de içindeki nefretler bu yeni geleni kabul etmiyorlar, dışarıya geri itiyorlardı.
Tabii yeni nefretin tek başına, içindeki o kadar kalabalık nefret okyanuslarına karşı ne gibi
şansı olabilirdi ki? İçine girmeye çalıştıkça kalabalık nefretler de hoyratça yeniyi dışarıya
püskürtüyorlardı. Yeni olanın adı çıplaklıktı. Çıplaklıktan da nefret etmişti. Yaklaşık bir buçuk
saattir annesinin yanında anadan doğma yürüyordu. Allah’tan, annesi, kız kardeşini halasına
bırakmıştı; eğer o da burada olsa bir süreden sonra kesin onu taşımak zorunda kalacaktı.
Kendi ayakları bile şimdiden fena halde acımaya başlamıştı. Kendisinden değil de
annesinden çok utanıyordu, saçının telini bile göstermeyen, evden çıkarken bir kez olsun
eşarpsız çıktığını daha hiç görmediği annesi, şimdi yanında çırılçıplak yürüyordu. Ama ara
sıra yüzüne baktığında başının dimdik olduğunu görüyordu, en küçük utanma ibaresi bile
yoktu. Kimse, kimseye bakmıyor, göz göze bile gelmiyordu. Herkes televizyonda gördüğü
zombiler gibi kafaları dimdik, ilahiler söyleyerek, tekbirler getirerek huşu içinde yürüyordu,
sanki transa geçmişlerdi.
Şu ana kadar bir iki köy ve kasabadan geçtik. Bir iki sakin, grubumuza laf atıp dalga geçer
gibi olmuştu ama diğer sakinler, o hadsizlere müdahale edip fazlasıyla hadlerini
bildirmişlerdi. Kendi aralarında kavgaya tutuştular fakat bizim gruptan hiç kimse, en küçük bir
cevap vermedi. Adamlar sanki yoklarmış gibi davrandık. Son geçtiğimiz kasabadan birçok
sakin, yanlarında getirmiş oldukları giysileri çarşaf, pike, perde her neleri varsa almamız için
yolun iki yanında sıraya girmiş, bazılarımızın ellerine tutuşturmuşlardı. Hiçbirimizin verilenleri
almak için bir gayreti yoktu ama insanlar, canla başla ellerindekileri almamızı istiyorlardı.
Artık nasıl görünüyorsak herkesin suratı ağlamaklıydı; kimse, kimsenin edep yerlerine
bakmıyordu. Verilenler, öncelik olarak kadınlara dağıtıldı; dağıtım o kadar adildi ki
inanamıyordum. Annem, kendisine verilen bir çarşafı, hemen bir kıyafet haline getirip
yanımızda yürüyen Fadime Teyze’ye giydirdi. Anam benim, asil anam… Yol kenarında
toplanan Yahudiler üzerlerine örtmeleri için bir şeyler verdikçe Hüseyin’in aklına da
soyundukları yerde çıkardığı kabanı geliyor, niye bugün onu giydim ki diye kendi kendine
kızıyordu. Partinin dağıttığı ikinci el yardım giysileri bile olsa yine de ilk kez ünlü bir
markadan üzerine tıpatıp uyan orijinal, kırmızı, pastel renkli bir montu olmuştu ve o kıyıp da
giyemediği o montu salaklık edip bugün giymişti. Şimdi de onu, orada herkesin giysileri ile
beraber geride bırakmıştı. Döndüklerinde bulabileceğini zannetmiyordu. Montu aklına
geldikçe içi yanıyordu, eğer o montu başka bir çocuğun üzerinde görürse kavgayı göze alıp
ondan o montu alırım diye kendini teselli ediyordu. Yaya Adem ve Havvalardan oluşan
konvoyumuz çölde ağır ağır yürüyen kervan misali yol alıyordu, bu yol başka hiçbir yollara
benzemiyordu. Yalın ayak başı kabak yürüyorduk, bizi bekleyen mahşer toplanma yerine
gider gibiydik.
9 Nisan 2023 Kudüs 17.30
Kudüs’ün batı yakasında, Yahudi bölgesinde bulunan son model, on sekiz katlı muhteşem
plazanın önü bir anda yanıp sönen polis arabalarının çakarları ile yılbaşı ağaçlarına
dönmüştü. Aynı anda iki tane gözlem helikopteri binanın etrafında turluyordu. Arabalarından
inen onlarca polis resmisi, sivili büyük punto ile SBS yazan plazaya balıklama dalmıştı. Lobi
katında, resepsiyonda duran güvenlikçiler, daha kapı ağzında derdest edilip ters
kelepçelenmişlerdi. Ekibin başı, Kudüs’ün tek kadın emniyet amiri Noa idi. Babasının İngiliz
Yahudisi olması ve zamanın İngiliz kadın başbakanı Margaret Teacher’dan esinlenilmesi
dolayısı ile lakabı, Demir Yumruk’tu. Noa, ekibin direkt başındaydı. Güvenlikçilerden gözüne
kestirdiğini, kelepçeli kolundan tutup kendine doğru çekti.
–Söyle bakalım, şu anda binada kaç kişi var?
– Tam bilmiyorum. Pazar ve paskalya olmasından dolayı fazla değil.
–Oğlum anlamadın galiba, sana kaç kişi var diye sordum. Nesini anlamadın lan, diye
güvenlikçiyi tokatladı. Tokadı yiyince ne olduğunu anlamayan güvenlikçi de “Efendim, amirim
burada, o tam sayıyı size söyleyebilir.” dedi.
–Bulsanıza kardeşim şu amiri, tüm katları çıkacaksınız, oda oda her yeri didik didik
edeceksiniz. Çöp bidonlarından havalandırma deliklerine kadar, depoları, her yeri didik
arayacaksınız. Tüm bilgisayar harddisklerine el konacak, hadi! Ya, ne yapacağınızı ben mi
söyleyeceğim?
İki polisin karga tulumba getirdikleri orta yaşta bir adamı görünce “Seni bir yerlerden tanıyor
muyum?” diye sordu.
–Meslektaşız Noa Hanım, eski emniyetçilerden Komiser Uriel.
–İyi o zaman, kendimi tanıtmaya gerek, yok beni tanıyorsun.
–Evet efendim, bu baskının sebebini sorabilir miyim?
–Soramazsın, burada soruları ben sorarım. Binada şu anda kaç kişi var?
“Ama böyle baskın, durduk yerde…” derken Noa karşısındaki emekli polise çok daha okkalı
bir tokat patlattı.
–Anlamadın galiba, soruları ben soruyorum, binada kaç kişi var?
Ağzını açmaya çalışan adama bir tane daha vurdu.
–Bana bak, kendini aslan zanneden çakal parçası, zamanım yok, kaç kişi dedim.
–Tam sayısını bilmiyorum ama tahminen yirmi yirmi beş kişi.
–Binada anons sistemi var mı?
–Var efendim.
–Hemen anons geçiyorsun, herkes lobide toplansın. Eğer bu anonstan sonra
klavyenin bir düğmesine bastığını tespit edersem o bastığın son düğme olur, anladın mı lan
çakal?
–Anladım efendim.
–Hadi, dağılın katlara, adam gibi çalışın! Unutmayın, delil bulmaya geldik; delil
karartmaya değil, ona göre çalışın. Hadi! Polisler katlara dağılınca “Bak bakalım bu adamları
tanıyor musun?” deyip on iki tane fotoğrafı güvenlik müdürünün önündeki masaya yaydı.
–Hadi bak bak! Bu sana son uyarım. Kağnı gibi hareket etmeyi bırakmazsan o kafanı
kırarım, çabuk bak şunlara!
“Ben avukatımı istiyorum, haklarımın ne olduğunu biliyorum. Bana böyle davrana…” diyordu
ki Demir Yumruk Noa, adama peş peşe iki tane tokat daha indirdi
–Sen ne kalın kafalı adammışsın lan, anlamıyor musun? Ben ne diyorum, sen ne
diyorsun? Siktirtme hakkını, aha şuracıkta gebertirim seni bok herif! Çabuk bak şu
fotoğraflara, tanıdıklarını ayır kenara, deyip adama bir tane daha vurdu.
Güvenlik müdürü artık Noa’nın ne şakasının ne de sabrının olmadığını anlamıştı, adam
fotoğraflara bakarken “Oğlum, getir şunları da buraya.” diye yerde yatan üç güvenlikçi ve
resepsiyonisti işaret etti. Polisler yerde ters kelepçe yatan dörtlüye kalkmaları için yardım
ederken güvenlik müdürü de altı fotoğrafı diğerlerinden ayırmıştı.
–Bunlar Noa Hanım, bu altısı buradaydı. Bugün ayrıldılar, düşen uçaktalardı. Ne
yazık ki hepsi de öldü.
Adam, Noa’ya teslim bayrağını çekmiş, iş birliği yapmaya hazır olduğunu da ses tonuyla belli
ediyordu. Yanakları al al olmuştu hatta son tokattan sonra canı iyi yanmıştı. Sol gözünden bir
damla yaş, burnunun kıvrımından aşağıya doğru süzülüyordu.
–İyi bak, bunlardan başka gördüğün yok mu?
–Yok baktım, deyince Noa elini tekrardan kaldırdı
–İyi bak dedim lan, iyi bak!
Adam tekrardan fotoğraflara bakıp “Yok, benim gördüğüm bu altı kişi.” derken diğer
güvenlikçiler de getirilmişti.
–Bakın bakalım, bu fotoğraflardaki adamlardan kaçını burada gördünüz?
Güvenlikçiler de müdürleri gibi aynı altı kişiyi işaret ettiler. Ama içlerinden biri, müdürlerinin
ve diğer güvenlikçilerin görmediklerini söylediği bir kişiyi tanıdı.
–Amirim, ben bu adamı da gördüm ama binada değil, karşıki restoranda. Şu ikisi ile
sohbet ederken gördüm.
–Yalnızca üçü mü vardı?
–Evet amirim, yalnızca bu üçü vardı.
–Bu adamlar burada mı çalışıyorlardı?
–Evet müdürüm, yaklaşık bir aydır burada çalışıyorlardı.
–Hangi kattaydı bunların odaları?
–Genelde laboratuvarda çalışıyorlardı.
–Nerede bu laboratuvar?
–Bodrum katında, eksi ikide.
–Duydunuz, değil mi olay yeri inceleme? Doğruca eksi iki laboratuvara. Kaç kişi
çalışıyor burada?
–Yirmi yirmibeş.
–Bugünü sormuyorum, genelde kaç personeli var, onu soruyorum.
–Yaklaşık doksan civarı.
–Personel katında kimse var mı bugün?
–Mutlaka bir iki kişi vardır, hangi katta bu?
–Birinci katta.
–Abram, git listeyi al. Herkesi, tüm personeli, nerdeyseler toplayıp buraya getirsinler.
Kağıt kürek yok, tuttuğunuzu getirin. Direneni, kaçanı döve döve vurun ama öldürmeyin. Bir
saate çaycısından müdürüne hepsini burada görmek istiyorum. Hey, siz konuşanlar! Kendi
aranızda değil konuşmak, bakışmak bile yok! Emirlerime, direktiflerime uymayanların ağzına
sıçarım, bilesiniz.
9 Nisan 2023 İstanbul 17.40
İstanbul asayişten sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı Tarkan da hayatının kabusunu
yaşıyordu. Reçel kazanı gibi fokurdayan İstanbul, patladı patlayacaktı. Şehrin birçok yerinde
insanlar sokaklara inip Filistinlilere destek yürüyüşleri yapmaya, Yahudiler ve İsrail için
lanetler okumaya başlamıştı. Hele bir de ajansların en son haber olarak büyük punto ile
verdikleri “Batı Gazze’den çırılçıplak Kudüs’e doğru yürüyüşe geçen kalabalık grup” bardağı
taşıran son damla olmuştu. İnsanlar tam anlamı ile galeyana gelmişlerdi. Tarkan, kabul
ediyordu; bu son olay kendisini de çok etkilemişti. Zaten ilahiler eşliğinde çırılçıplak yürüyen
on binleri görüp de etkilenmeyen, insanlığını bir daha test etsin derim ama tabii bu kimseye
sokaklara çıkıp taşkınlık yapma hakkını vermiyordu. Hele hele bazı manyaklar Batı Şeria’dan
çıkan bu gruba destek olmak için soyunup İstanbul’da anadan doğma dolaşmaya başlamıştı.
Bugün İstanbul tarihinde görülmemiş bir gün yaşıyorlardı. Dar zamanda, geniş alanda hızlı
paslaşmaları gereken bu Altın Kapı olayını çözemezlerse, hele hele bir de o nükleer bomba
patlarsa, asıl curcuna ondan sonra başlayacaktı. Ama şimdi işi gücü bırakmış, şehirde
taşkınlık yapan ve genelini radikal bağnaz göstericilerin oluşturduğu gruplarla uğraşmaya
başlamışlardı. Buna ayıracak ne vakitleri ne de enerjileri vardı ama bunun kararı
kendilerinde değildi zira en birinci vazifeleri, halkın can ve mal güvenliği ile huzur ortamı
sağlamaktı. Ama tüm emniyet teşkilatı olarak el birlik çözmeleri gereken çok önemli bir olay
vardı.
–Mahmut Başkomiser, hala şu mobeselerden bir şey çıkmadı mı?
–Yok müdürüm, araştırıyorlar.
–Neyini araştırıyorlar da bulamıyorlar ya? Heriflerin İstanbul Havalimanı’na geldikleri
arabanın görüntülerini hala tespit edemediler mi?
–Yok efendim ama an meselesidir.
–Kaldıkları otelden bir şey var mı?
–Ekiplerimiz şu anda oradalar, kovuşturuyorlar.
–Mahmut, millete anlat bence. Hala farkında olmayanlar var, herkes hızlansın,
buldozerler gibi önlerine geleni ezip geçsinler. Vakit yok, sorguları en hızlı şekilde yapsınlar,
hadi hadi! Dur bir dakika, çevik kuvvet amirini ara! Güç kullanmadan şu zibidileri de
sakinleştirsinler. Koordinasyon hızlı olmalı, kimse kıçının üzerine oturmasın.
9 Nisan 2023 İstanbul 17.45
Başkomiser Rıza ekibiyle hacker Süleyman görünmez olsa da o da ekibin bir parçasıydı
gurur duyuyordu. İmkansızı başarmışlar ve bozkır ortasında tavşan deliğinin yerini tespit
etmişlerdi. Şimdi o deliğe girip yaramaz tavşanı kulaklarından yakalamak gerekiyordu.
Süleyman dünya yazılım devi SBF’nin sitesini hacklemeyi başarmış, bulmuş olduğu bir
aralıktan firmanın sitesine girmişti. Aslında firmanın personeli işlerinin başında olsa o
delikten içeriye girmesi zor olurdu ama tüm dünyada SBF firmasının erişimi durdurulmuştu.
Şimdi en ücra ülkelerdeki ofisleri bile polisler tarafından basılmış durumdaydı. İki saat gibi
kısa bir zamanda ülke başkanlarının birbirleriyle direkt bağlandığı kırmızı telefonlar ile
koordine olunmuş ve olay, her türlü yasa üzerine konulup firmaya hücüm edilmişti. Dünya
üzerindeki çalışanlarının büyük çoğunluğu ki İngiltere firması olmasından dolayı dostları
Kanada, Yeni Zelanda, Avustralya gibi ülkeler de kümelenmişlerdi olan her ofiste şimdi polis
vardı ve her yer didik didik aranıp personel sorgulanıyordu. Onlardan bir şey çıkmazdı ama
en azından şirket serverları korumasızdı. E, sahipsiz bırakmak olmaz. Süleyman şu an
SBF’nin erişiminde ve sörf yaparak ele avuca gelecek bir şey bulmaya çalışıyordu.
İngiltere’de de Paul West’in kız arkadaşı Mossad ajanları tarafından alınmış, sorgulanıyordu.
Sonuçta, ilk damla o kızdan düşmüştü.
Rıza Başkomiser’in personeli de şu an mobese kameralarına bağlanıp İstanbul ayağındaki
beş kişinin iz düşümünü tespit etmeye çalışıyordu. Kaldıkları otel bulunup asayişe haber
verilmişti. Adamların İstanbul’da geçirdikleri üç günde neler yaptıkları, kimlerle görüştükleri
araştırılıyordu. Bu olayı kendileri mi yapmış yoksa İstanbul’da başka birilerinden yardım mı
almışlardı? Ellerinde failler vardı ama bu faillerin hepsi ölüydü; denizin dibinde, uçak
enkazının içerisinde balıklara akşam yemeği oluyorlardı. Kendilerine asıl gerek olan dirilerdi.
Zaman daralıyor, geri sayım devam ediyordu. Mevcut olan imkanlarla kapılardaki garip
bilgisayarın uzaktan erişimine engel olabilecek her türlü önlemi almaya çalışıyorlardı ama
adamlar kendilerinden en az on fersah ileriydi. Bunu başarıp başaramadıklarından emin
değillerdi.
İsrailli yazılımcılar hemen ortak bir koordine programı oluşturdular ve bulguları anında bu
programa yükleyerek konu ile ilgilenen herkesin dünyanın neresinde olursa olsun tüm
gelişmelerden anında haberlerdar olmasını sağladılar. İnsanlar isteyince dil, din, ırk, mesafe
hiçbir şeyin önemi kalmıyor; ne kadar muhteşem şeyler yapabiliyor. Yeter ki istesinler; araya
ego, çıkar, menfaat girmeyince neler yapılabileceğine şu an bizzat şahit oluyordu. Şimdi
dünyanın her yerindeki polisleri ve kolluk kuvvetleri için Reuters, Associated Press ve bizdeki
Anadolu Ajansı’nın anlık bültenleri gibi tüm bulgular, anında bu programa yükleniyordu.
Davayı kovuşturan tüm yetkililer her şeyden anlık olarak haberdar oluyordu. Artık
kovuşturma kim daha fazla yol kat edecek oyununa dönmüştü. Ülke kolluk kuvvetleri,
istihbaratlar, gizli servisler tüm enerjilerini buna vermişler; en iyi olduklarını kanıtlayabilmek
için canla başla mücadele veriyorlardı. Onlar birbirleriyle sidik yarıştıradursun aslan payı
kesinlikle Türk polisinindi. Zira tavşanın kokusunu onlar almış ve imkansızı başarıp failleri
tespit etmişlerdi. Şimdi, onların buldukları maşaları tutan asıl eli bulmaktı amaç. Hele hele bir
de bunu bulabilirlerse tadından yenmezdi.
Özel bilişim ve teknoloji firmaları da canla başla yardıma koşmuşlardı. Ortak koordine
programına ne yaptıklarının farkında olmayan, kendini bilmez birçok hackerdan saldırı
olmuştu ve şimdi bu program, o gönüllü bilişim uzmanlarının koruması altındaydı. Rıza
Başkomiser, o saldırıları yapanları yakalasa gözlerini kırpmadan Sultanahmet’in minarelerine
asardı. Kendileri neyle uğraşıyordu, o cibiliyetsiz salaklar neyle…
Anlık haber programına en çok Kudüs’te SBF’nin plazasında kovuşturma yürüten ekipten
haber giriliyordu. Bilgiler peş peşe, ara vermeden geliyordu. Ara sıra da Noa diye bir polisin
adı geçiyordu. Kadın işinin ehliydi, orası gerçek…
İngiltere’de West dallanmasının kız arkadaşını alan Mossad ekibinden de bilgiler düşmeye
başladı. Kızın ifadesi olayı, bu adamların yaptığını doğruluyordu. Özet geçilen ifadede kızın
bu olaydan haberinin olmadığını, erkek arkadaşının nasıl bir ekip ve olay içerisinde olduğunu
söylemediğini ama yapacakları bu işten sonra çok paralarının olacağını ve hep gitmek
istedikleri Amerika’ya gideceklerini, New York’ta bulunan SBF’nin ofisine tayin olacağını,
maaşının artacağını ve yepyeni bir hayata başlayacaklarını söylemiş. İşinin mahiyeti ile ilgili
en küçük bir şey bilmediğini söylemiş, yalnızca bir iki günlük bir monte işinin olduğunu
biliyormuş. Bu iş çok gizli olduğundan dolayı kız arkadaşına kimseye kesinlikle bir şey
söylememesi gerektiği hakkında yemin bile ettirmiş. Kız, “Ağzım sıkıdır, bunu en iyi o bilirdi
ama buna rağmen yemin etmem için ısrar ettiğinden dolayı o zaman ona alınmıştım ama
şimdi anlıyorum ki durum çok farklıymış.” diyor. Kızın şimdi Mossad’ın koruması altında
olduğu da belirtiliyor.
Her şey mükemmel gidiyor diye düşündü Rıza Başkomiser ama mükemmel gitmesi,
sonucun iyi olacağı anlamına gelmiyordu. Zira zaman yoktu. Zaman o kadar kısıtlıydı ki
ölüden diriye ulaşmaları gerekiyordu. Her ne kadar tüm dünya yekvücut olup el birliğiyle
olayı çözmeye çalışsa da zaman yok ama stres çoktu. Dünya kaynayıp yakında taşacak gibi
gözüküyordu. Yakının çok yakın hatta bu akşam olduğu aklına gelince midesine kramplar
girdi. Gülten, “Amirim kızın söylediğini gözden kaçırdınız.” diye ortaya bir laf attı.
–Neyi kız?
–Kız size orada önemli bir şey söyledi ama anlamadınız.
–Gülten uzatmasana. Kız bizim teorimizi, varsayımımızı doğruluyor işte.
–O değil, Paul’un yalnızca bir iki günlük monte işi olduğunu söylemesi, deyince
Gülten’in neyi anlatmaya çalıştığını kavrayıvermişti.
–Helal kız, bacaksız seni! İyi yakalamışsın, doğru! Paul yalnızca monteye gitmiş yani.
–Yani bizim de tahmin ettiğimiz gibi düzeneği başka yerde hazırlayıp gelip kapıya
monte etmişler de nerede yapmışlar?
–Nerede yapacaklar, bence Kudüs’te, SBF plazada.
–Bence de. En olabilecek yer orası. Düşünün; her türlü teknik alet edevat, personel
yerin tabiatına uygun. Yani biçilmiş kaftan. E, ne yapalım, yayına verelim mi?
–Durduğumuz hata, hemen bilgiyi ve varsayımımızı yayınla.
–Amirim bu gidişle açık ara bu maçı biz kazanacağız.
–Ne maçı Nihat, o nereden çıktı?
–Abi sen geride kalmışsın, şu naklen yayın ülkeler arası yarışmaya döndü. Vallahi ne
yalan söyleyeyim, derbiden zevkli ve bizim takım bayağı iyi oynuyor.
–Nihat maçın doksan dakika olduğunu unutma, iyi oynamak önemli elbette ama
kaybedersek kimse nasıl oynadığımızı hatırlamaz, yediğimiz golü hatırlar.
–Sen de haklısın amirim.
–E, o zaman ne yapıyoruz? Bu koduklarım eğer bu düzeneği Kudüs’te hazırladılarsa
buraya muallak taşı ile getirmediler ya… Nasıl getirdiler ise onu bulmamız lazım.
–Abi her şey gün gibi açık değil mi? SBF’nin sahibi… Ona niye gitmiyorlar?
–Gitmediklerini nerden biliyorsun?
–Ne bileyim, yayına herhangi bir şey düşmedi de.
–Zamanı gelince o da düşer.
O esnada Gülten, İsrail’den bir kadının aradığının haberini verdi. Nihat da “Abi hayranların
ülke dışına taştı, hadi iyisin.” diyerek durumu şakaya vurdu. “Saçma sapan konuşma lan, ne
alaka?” deyip Gülten’in yanına gidip telefonu aldı.
Akıcı İngilizcesi ile “Alo, ben Başkomiser Rıza, size nasıl yardımcı olabilirim?” diye telefona
cevap verdi. Karşı taraftaki hanım da akıcı İngiliz İngilizcesi ile kendisine yanıt verdi.
–Merhaba Başkomiser. Ben Kudüs Emniyet Müdür Yardımcısı Noa Long, diye
kendini tanıtınca SBF pazardaki polis müdürü, daha doğrusu polis müdüresi tarafından
arandığını hemen anladı. Rıza Başkomiser, vay be demek Noa bir kadınmış, vay be harbi
taşaklı kadınmış diye düşündü.
–Buyurun Noa Hanım, size nasıl yardımcı olabilirim?
–Başkomiser, biraz önce yayına geçtiğiniz haberi okudum. Size mekanizmaların hem
de her ikisinin birden Kudüs’te SBF plazada yapılmış olabileceğini düşündüren nedir, onu
bizzat sizden duymak istedim.
–Anladım Noa Hanım, size öngörümü şöyle izah edebilirim. Paul West’in kız arkadaşı
Paul’un kendisine yalnızca iki üç günlük monte işinin olacağını, fazla kalmayacağını
söylemiş. Bu da onların hazır olan mekanizmaları kapılara monte için gittiklerini düşündürdü.
Ben de bilişimci, bilgisayarcıyım ve bizim kapıda olan mekanizmayı inceledim. Öyle bir
bilgisayarı her babayiğit yapamaz. Yapma yeteneği olsa bile her yerde yapılamaz; uygun
donanımın, teknik teçhizatların olması gerekir. O da benim tahminim, anca sizin şu an içinde
bulunduğunuz plazada olabilir.
“Siz benim nerede olduğumu nereden biliyorsunuz?” deyince söylediklerimden sonra aklına
bu soru mu geldi diye düşündü Rıza Başkomiser.
–Sizin hayranınızım, sizi takip ediyorum, deyiverdi. karşı taraf bir an durdu; bir şey
söylemedi, sonra tıpkı kükreyen bir dişi aslan gibi “Başkomiser siz ne diyorsunuz?” diye
sordu.
–Yani hayranınızım derken ortak yayından iletilerinizi takip ediyorum, plazada iyi iş
çıkartıyorsunuz, o anlamda, diye lafı çeviri verdi.
Türk kafası bu… Başka bir dili bile kullanırken Türkçe düşünüp İngilizce konuştuğu için
kelimeyi istediği anlama çekmeyi iyi beceriyordu. Yazılımımız böyle, ben ne yapayım diye
düşündü. Ama ekibin hepsinin İngilizceleri harikaydı. Ekrandaki yansımasından amirlerinin
pot kırıp kıvırmaya başladığını anlamış, kıs kıs gülüyorlardı.
–Anladım anladım başkomiser. Ben de sizin hayranınızım. Siz de benim favori
atımsınız, takibindeyim, deyip eyvallah bile demeden telefonu kapattı.
“Koduğumun karısı, dediğine bak!” diye kendi kendine konuşunca Nihat da ne olduğunu
anlamaya çalıştı.
–Orospu ya, benim favori atımsın diyor
9 Nisan 2023 İsrail 18.00
Adem ve Havvalar taburu yürüyüşe geçeli neredeyse iki saat olmuştu. Gaza’dan Kudüs’ün
yaklaşık yetmiş beş kilometre olduğu düşünülürse ve bu tempo ile devam ederlerse gece
yarısından önce Kudüs’te olmaları muhtemeldir ama tabii bu normal şartlarda mümkün.
Şimdi pek de öyle normal gözükmüyordu. Kalabalığın bir kısmı yol kenarında bekleyen
yardımsever insanların verdikleri ile üstlerini örtmüş olsa da çoğunluğu, çıplaktı ve en
önemlisi de yalın ayak olmalarından dolayı artık ayaklarının isyan ediyordu. Yürüyüşün
devamında birçok insan, özellikle yaşlı ve sakatlar gruptan çoktan kopmuşlardı, genç ve
kuvvetli olanlar da geride kalanları dikkate almayarak ve kalabalığı yararak alabildiğine
yürüyorlardı.
Annesi ile yan yana yürüyen Hüseyin ne geride ne de ilerdeydi, tam olarak olmaları gereken
yerdeydi. Gayretli ama ortalama bir tempoyla yürüyorlardı. Hüseyin en çok annesinin verilen
bir çarşaf ile kapanmasına seviniyordu. Annesi, Romalılar gibi çarşafı vücuduna dolamış, en
ucundan yırtıp ip haline getirdiği bir parça ile de üzerinden bağlayıp kendi kreasyonunu
yapmıştı. Papatya desenli çarşaf ona çok yakışmıştı. Artık Hüseyin rahat rahat annesine
bakıp onunla konuşabilir hale gelmişti.
Yol boyunca iki yana dizilen insanlar, ellerinden geldikçe kendilerine yardımcı olmak için
çabalamışlardı hatta kaç tane koyu yobaz, kara kara giyimli Haredi Yahudilerinin sırtlarındaki
mantoları çıkarıp uzattıklarına bile şahit olmuştu. Bazıları ellerindeki pet şişe suları dağıtmış,
bazıları da ayağındaki ayakkabıları… İçinde bulundukları bu elzem durumla ilgili birkaç
münferit zibidi sayılmaz ise herkes hallerine acıyor, kendileri için dua ediyordu. Paket
keklerden bisküvilere kadar birçok ikramı vermeye çalışıyorlardı. Herkes üzüntüyle ve
acıyarak onlara bakıyordu ama bu acıma başka türlüydü. Öyle yürek burkan acımadan çok,
içinde gurur barındıran, takdir edilen bir acımaydı. Böylesine daha önce şahit olmamıştı
Hüseyin. Bazı yaşlı teyzelerin ağladığına ve yanlarında bulunan kocalarının, çocuklarının
onları teskin etmeye çalıştıkça hıçkırdıklarına şahit olmuştu.
Bazı Yahudi kişiler de kendileri ile birlikte yürüyüşe katıldılar. Zaten silahlı polisler ve askerler
de belli aralıkta yürüyüşe eşlik ediyorlardı. Yıllarca karşılarında gördükleri, onlardan dayak
yedikleri, toplarını patlatıp babalarını, yakınlarını öldüren bu üniformalı kolluk kuvvetleri,
bugün karşılarında değil, yanlarındaydı. Kendilerinin başına gelebilecek ters bir durumdan
onları korumak için yanlarında yürümmelerini garipsemediğini söylese yalan olurdu.
Derken çıplaklık bitti. Ana yolun geniş bir bölümünde kendilerini bekleyen koca koca tırlarda
bir sürü çarşaf, bornoz, terlik göndermiş hayırsever iş adamları ile yine yolun kenarına dizilen
yerel vatandaşlar, çok güzel organize olmuşlardı. Herkesin ayak numarasına göre şıpıdık
terliklerden dağıtılmıştı; işte şimdi çıplaklar taburu harika olmuştu. Rengarenk dünyanın en
güzel çiçek bahçesi… Hem de hareket halinde ve geçtiği her yeri mis gibi kokutan, en güzel
duyguları etrafa bonkörce saçan, kini, nefreti yok edip hepimizin bir atadan geldiğini, kardeş
olduğumuzu hatırlatan, geçtiği her yerde hümanistliği eken rengarenk, alacalı bulacalı, gül
desenlisinden kır çiçeklisine kadar… Kafasını bu kez isyankar olarak değil, sevgiyle kaldıran
kardelenlere kadar… Yol kenarındaki insanların bize bakışı değişmişti; acıyarak değil,
sevgiyle bakıyorlardı.
Tüm bu şahit olduklarının akabinde Hüseyin’in içinde de fırtınalar, kasırgalar esiyordu.
Doğduğundan beri bir kez olsun abluka dışına çıkamamıştı. İçinde Yahudilere karşı
inanılmaz kin ve nefret barındırmıştı yıllarca. En büyük nefreti onlara karşıydı. Onlarla hep
üniformaları içerisinde karşı karşıya gelmiş ve çocuk olmasına karşın kendilerine karşı en
küçük bir sevgi ibaresi görememişti. Oysa bugün her şey ne kadar da farklıydı. Gerçek değil
de sanki tüm yaşadıkları şakaydı. İlk kez onlarla bu kadar yakınlaşmıştı ve hayatı boyunca
gördüğü Yahudilerden çok farklıydı bugün gördükleri. Bunda bir yanlışlık var, diye düşündü.
Neydi bu yaşadıkları? Bunlar Yahudi ise o sınır kapısında, duvar üstlerinde gördükleri
gaddarlar kimdi? Eğer onlar Yahudi ise kendilerine bir parça yardım etmek için çırpınan,
üzülüp ağlayan bu yardımsever insanlar neydi? O sınırda gördükleri askerler, polisler bu
insanların çoluğu çocuğu değiller miydi? Anaları babaları, kardeşleri bu kadar insanken onlar
niye o kadar hayvandılar? Allah’ım bu ne çelişki diye düşündü küçücük, mini minnacık
aklıyla.
Bugün ne güzel bir gündü. Yahudisi, Müslümanı, herkes aynı duygular içerisinde
insanlıklarını hatırlamışlardı. Bir olmuşlardı, bir olmak için illaki birilerinin soyunup dökünmesi
mi gerekiyordu? Anormal şartların mı olması gerekiyordu? Normal şartlarda niçin yek
olamıyorlardı? Kime neydi insanların dininden, ırkından, renginden, düşüncelerinden? Hepsi
bir Allah’a inanıyordu. Hepsi ilk insanın Adem olduğunu, Havva ananın Adem’den
yaratıldığını biliyor, bu onları kardeş yapmıyor mu? Adem veya Adam demek bu kadar mı
önemliydi? Gidilen, ulaşılmak istenen, hedef aynı hedef iken farklı yolların tercih edilmesi bu
kadar mı sakıncalıydı? Hüseyin artık anlamıştı; insanlar arasında bir problem, bir sıkıntı
yoktu. Sıkıntı bu canım insanları yönlendirenlerde, güce, çıkarlarına, egolarına göre politika
üretip uygulamaya koyanlardaydı. Dini, amaçlarına alet edenlerdeydi sıkıntı. Onlar aradan
çekilseler biz insanlar her şekilde anlaşmanın bir yolunu bulurduk diye düşündü. Annesi elini
çekiştirip “Ne o Hüseyin? Yola çıktığımızdan beri hiç konuşmuyorsun.” dedi.
–Anne ne konuşayım? Yaşadıklarımız aklım almıyor.
–Senin aklın almıyorsa ben ne yapayım?
Annesi latife yapıyordu Hüseyin’in parlak zekası dillere destandı, annesi her zaman ona “Ah,
oğlum olur yerde bitmemişsin yoksa sendeki kafa ile kaf dağına padişah olurdun.” derdi.
–Anne benim dokuz yaşında olduğumu biliyorsun değil mi?
–Akıl yaşta değil, baştadır oğlum. Maşallah Rabb’im sana bol keseden vermiş. Tabii
bir de siz ne yazık ki çocukluklarını yaşayamayan, çabuk büyüyenlerdensiniz.
–Evet anne, çabuk büyümek zorunda bırakıldık. Bize başka bir seçenek sunmadılar.
Aslında işin özünü sana söyleyeyim mi?
–Söyle bakalım abluka filozofu.
–Eğer büyükler büyük gibi davranıp küçüklere uygun ortam sağlamazlarsa küçükler
kendi ortamlarını hazırlamak ümidiyle çabuk büyürler.
–Bak sen, öyle mi diyorsun?
–Öyle.
9 Nisan 2023 Kudüs 18.05
–İshak ben bittim, bende bugün ne sinir kaldı ne de kafa. Kafayı tırlatmak üzereyim,
artık bu saçmalıklara bakmaya dayanamıyorum.
–Abi al benden de o kadar! Sinirlerim bozuldu, şehre baktıkça kusasım geliyor.
–Yeter lan yeter! Hepinizin anasını, bacısını, gelmişini geçmişinizi sikeceğim! Susun
lan, susun artık.
–Abi dur, bir duyan olur
–Duymazlarsa analarını sikerim! Bu curcunada kim, kimi duyacak oğlum? Şuraya
bak! Şu canım kente bak! Allah topunuzun belasını versin. Yok ya, ben artık
dayanamıyorum! Sikerim işini de gücünü de ben gidiyorum oğlum. Daha bir dakika burada
kalamayacağım.
–Abi saçmalama ya, dur sana pamuk getireyim, kulaklarını tıka istersen.
–Kulakları tıkamakla olacak mı? Şu saçmalığı gören gözleri ne yapacaksın? Ona da
göz bandı mı getireceksin?
–Ne yapalım abi? Elden bir şey gelmiyor, bence senin şekerin düştü. Dur sana tatlı
bir şeyler getireyim sakinleşirsin.
–Bak o olur işte. Hadi ne bulursan… Ben bittim İshak, elim ayağım boşaldı. Koş
kesme şeker bile ne varsa kap getir.
İshak koşarak terasın kapısına yöneldi. Shlomoh da kendini dünkü yangından az hasarlı
kalan masanın üzerine bıraktı. Çıldıran şehre ah çeke çeke baktı. “Ah,” dedi “canım
Kudüs’üm, kıymetlim, kimlere kaldın? Seni ne hale getirdiler?” Çok sevip kıskandığı için
sevdiğini evine kapatıp ona gün yüzü göstermeyen kara cahil, yobaz bir tanıdığı aklına geldi.
Şu anda bu kadim şehirde olan işte aynen buydu. Bu şehri hiç düşünmeden canını verecek
kadar seven bir sürü yobaz Kudüs aşığı, şehrin altını üstüne getiriyordu. Ayı yavrusunu
severken öldürürmüş ya, aha, şu an burada o oluyordu.
Şehir de insanlar da zıvanadan çıkmıştı. Şehrin ne günahı varsa… Üç büyük dinin
mensupları sözüm ona ibadetlerini yapıyor, ilahiler okuyor, namaz kılıyor, ayinler yapıyordu.
Ama pervasızca, saygısızca… Amaç ibadetin üstüne geçmişti. İbadet adı altında karşı tarafı
rencide ediyor, her türlü rahatsızlığı vermek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlardı.
Artık ilahiler, nutuklar yalnızca ibadethanelerde değil, şehrin her yerinde yapılmaya
başlanmıştı. İki farklı mezhepteki Hristiyan papazlar ve yanlarında bulunanlar, sokakta karşı
karşıya geldiklerinde birbirlerine karşı pozisyon alıp kendi ilahilerini veya söylemlerini en
yüksek perdeden okuyorlardı. E, tabii karşıdaki durur mu? O da başlıyordu ve genelde
cevabı daha da yüksek perdeden oluyordu. En son da iş, kavgaya kadar gidiyordu.
Yaklaşık üç dört saattir bu hengame artarak devam ediyordu. Şu ana kadar en az sekiz on
silahlı kavga olmuştu. Normal yumruklu kavgayı saymıyorlardı bile. Pencerelerden eline
geçeni atanlar mı dersin, arabasını insanların üzerine sürenler mi dersin herkes çıldırmıştı.
Polis ve asker ne yaparsa yapsın, taşkınlıklara engel olamıyordu.
Kolluklar, kalabalığı Müslüman ve diğerleri diye ayırmıştı, neredeyse tüm kuvvetleri ile hat
çekmişlerdi ama adamlar bugün yürek yemiş gibilerdi. Fiziki taşkınlık yapmıyorlar ama hiçbir
şekilde de geri adım atmıyorlardı. Mescid-i Aksa’ya girmeyi başarmışlardı. Bu yüzden de
polis, hatlarını Mescid-i Aksa’nın duvarlarının üzerine çekmişti. Mescid-i Aksa’yı çevreleyen
duvarlar, iki metre daha harçsız insan bedenleriyle yükseltilmişti
Bir ara batı duvarı ile Mescid-i Aksa arasında birinci ayakkabı savaşı çıkmıştı da bizimkiler
daha aşağıda oldukları için bu savaşın galibi Müslümanlar olmuştu. Eğer bizim kolluklar
duvarın üzerine çıkmamış olsalardı, ayakkabı, küçük taş ve sopalarla yapılan utanç savaşı
büyük taşlara dönüşseydi ağlama duvarı avlusu katliama sahne olacaktı. Önceleri yalnızca
Mescid-i Aksa’ya dönük kollukların birçoğu şimdi, batı duvarında ibadet yapanlara çevrilmişti.
Çoğunluk bizde olmasından mı yoksa hakim devlet mensubu olmamızdan mı bilinmez
bizimkiler çok daha azgın ve tahrik ediciydiler. Tabii bizimkilerin kendi aralarındaki
kavgalarını da es geçmemek lazım, en kutsal yerimizde bile kaçıncı kavga oldu bugün.
Gelen haberler doğruysa tüm hastaneler dolmuş, artık gelen yaralılar bahÇelerde tedavi
edilir olmuştu. Morglar da dolu olunca cenazeler, şehirdeki soğuk hava depolarına karga
tulumba götürülmeye başlanmıştı. Kaçıncıdır şehrin her yerinde anons yapılıyor, elinde silah
ile görülen her sivil için vur emrinin çıktığı tekrar ediliyordu. Dış mahallelerde de hemen her
kavşakta polis uygulaması yapılıyor, insanların eski kente girişi izin verilmiyordu. Ama yine
de yapılan her şey nafile, çıldırmış radikallere hiçbir şey işlemiyordu. Her şekilde eski şehre,
o cehenneme giriyorlardı.
Artık helikopter sesine dayanamıyor, üzerlerinden geçerken belirli mesafeye ulaşana kadar
kulaklarını sıkıca tıkamak zorunda kalıyordu. Tabii tüm bu gördüklerini anında genel
merkeze bildiriyor, onları yönlendirerek ani müdahale planı hazırlamalarına yardımcı
oluyorlardı.
–Abi al, kulüp sandviç, kola ve baklava.
–İshak harikasın, bugün duyup gördüğüm en güzel şeyler bunlar.
–Afiyet olsun abi, yarasın.
9 Nisan 2023 18.20 Kudüs
–Alo Lola, ben Maya.
–Hayrola kancıklar, ekranda seyrettikleriniz yetmedi herhalde. Bir günde, iki arama.
Hangi dağda kurt öldü?
–He he, yetmedi. Seninki yetti mi? Dağını taşını bilmem ama biz bugün ölmezsek
daha da ölmeyiz.
–Al benden de o kadar, kafam bulandı! Alarm zilleri, beynimin içinde yankılanıyor.
–Kızım sen bir de bizi görsen artık kafamız gördüklerimizi kaldırmıyor.
–Normaldir, haliyle siz depremin merkez üssünde, tam sıfır noktasındasınız Rona ne
alemde? Hiç sesi çıkmıyor, onun narin vücudu o gördüklerini kaldıramamıştır hayatta, değil
mi?
–Sen bana takılmadan yapamaz mısın kardeşim?
– Herhalde güzelim, bak sen konuşmaya girdin ne gam kaldı ne de keder. Sen benim
neşemsin, hayat enerjimsin güzelim.
–Sen manyaksın Lola, bunu biliyorsun değil mi? Bugün bile gülebiliyorsun ya pes!
Sana ne diyeyim?
–Kızım asıl manyaklar sizin oralarda, unuttun herhalde sabahtan seyrettiklerini.
–Unutmak mı? Hayatımızın travmasını yaşıyoruz, burayı anlatmaya kelimeler
yetmez.
–Ah güzelim, kıyamam sana. Sular bir durulsun, kaldığımız yerden devam ederiz.
Sen hiç endişelenme.
–Lola, sence bu çılgınlık biter de eskiye döner miyiz?
–Kızım dönmeyip de ne olacak? Hatta sana bir şey söyleyeyim mi? Her şey eskiden
bile güzel olabilir.
–Hadi oradan, Polyannacılık oynuyorsun.
–Sen öyle zannet. Unutma sular bulanmadan durulmaz. Tanrı bile düzenden önce
kaosu salmış ortalığa; sen görünüşe aldanma. Ha, tabii sen de hemşehrilerin gibi bugün
kıyametin kopacağını inanıyorsan o başka.
–Kızım uzaktan konuşmak kolay, bugün burada bizim gördüklerimizi görseydin hiç de
bu kadar iyimser düşünmezdin. İnan şu anda Kudüs’te olanları hayal bile edemezsin, haliyle
bizim psikolojimizi de.
–Kızım dedim ya, siz depremin merkez üssündesiniz. Böyle hissetmenizden başka
bir durum düşünülemezdi ama siz bir de depremin etki alanlarını bana sorun. Öyle sizin
düşündüğünüz alışılagelmiş depremlerden değil bu yaşanan. Hani merkezden uzaklaştıkça
etkisi azalanlardan değil, belki inanmazsınız tüm dünya etki alanında. Normalde artçılar yine
merkezde çok hissedilirken bugün artçılar farklı farklı yerlerde ortaya çıkıyor. Adeta bağımsız
yeni yeni depremler oluşturuyor, bilmem anlatabildim mi?
–Yani işin özeti, ne diyorsun?
–Kızım bu işin özeti falan yok. Her bağımsız depremi tek tek ele almak kadar
ahmakça bir şey olamaz. Olay bir bütün, ister tümdengelim ister tümevarım. Her ne bok
düşünürsen düşün. Analitik düşünüp, bu olaydan dersler çıkarıp sonuca gitmek zorundasın.
Bence takke düştü kel göründü, herkes şapkasını önüne koyup düşünmek durumunda. Ben
çoktan biz bu noktaya nasıl geldik diye düşünmeye başladım bile.
–Düşünmesen şaşardım zaten.
–Düşüneceksin tabii kızım. Allah akıl fikir vermiş, o aklı pembe dizilere, sağında
solunda çıkan kıl tüy için harca diye değil, düşün diye vermiş. Düşüneceksin, kafa
yoracaksın, öyle sap gelip saman bile olmadan gitmeyeceksin.
–Anladık anladık, biliyoruz seni, anlatmana gerek yok. Tanımadığımız karısın sanki,
sen sadede gel.
–Vay minnoşum, sabırsızmış da…
–Kızım sabır mı kaldı ya? Taş olsa çatlardı sen buraları bir görsen…
–Meraklanma gülüm, ben de görüyorum. Tüm televizyonlar sizden bahsediyor, ara
sıra da görüntü geçiyorlar, tabii ne kadarını gösteriyorlar, onu bilemem. Lakin asıl siz benim
gördüklerimden bihabersiniz. Durun, araya bir şey karışmadan size bir özet geçeyim.
Olay tüm dünyada inanılmaz yankı buldu. Bırak nerede olduğunu bilmemizi, adını bile
bilmediğimiz ülkeler benim filtreye takılıyor bugün. Kısaca tüm dünya bizi konuşuyor varsa
yoksa Kudüs. Rinacığım senin pembe diziler her yerde meşhur. Neredeyse tüm televizyonlar
yayın akışlarını değiştirdiler. Dizi mizi yok, varsa yoksa haber. Konunun uzmanları da habire
konuşuyor. Atış serbest… Tartışanlar, stüdyoda canlı yayında dövüşenler bile var.
Dünyada ne kadar hatırı sayılır birlik, örgüt, kurum varsa hepsi olağanüstü toplanıp, jet
kararlar alıp açıklamalar yapıyorlar. Genelde hepsi ilk olarak halktan sakin olmalarını isteyip
itidale davet ediyorlar. Hemen her toplantının sonuç maddesi bu; sakin olun, bir şey
yapmayın. Sanki sakin olmak o kadar kolay da.
Benim en çok dikkatimi çeken Arap Birliği,2nin açıklamaları oldu zira biliyorsunuz biz
adamların tam göbeğinde oturuyoruz.
–E, ne diyorlar?
–A, kızım sizin hakket psikolojiniz bozulmuş. Bu ne telaşe? Anlatıyorum işte ikide bir
hadi hadi, bu ne acele? Sabrınız götünüze mi kaçtı?
–Ya tamam Lola, kusura bakma. Ekran anamızı belledi bugün. Oha! Al işte, şuna bak
bak, gördün mü Rina? Papazın giydiği elbiseye bak. Herif papaz değil, kasap sanki. Her yeri
kan revan içerisinde. Elbisesinin rengi değişmiş, kardinalliğe terfi etmiş gibi. Her neyse Lola,
duyuyor musun?
–Duymam mı kızım, hepsini duyuyorum. Bir de din adamları olacaklar, Allah akıl fikir
versin, ne diyeyim? Nerede kalmıştık, ne diyeceğimi de unuttum.
–Arap Birliği’ni anlatıyordun.
–Evet Arap Birliği, kurulduğundan beri yalnızca adı birlik olan bu Arap Birliği, belki
tarihinde ilk kez adındaki gibi birlik oldu. Bence en ciddiye almamız gereken toplantı
sonuçları onlarınkiydi. Tabii siz de televizyonlardan, sosyal medyadan az çok takip
etmişsinizdir şu çıplak Gaza kaçaklarını. O tam anlamıyla tüm dünyada infial yarattı.
İnanılmaz bir şeydi adamların yaptıkları. Yani hangi manyak böyle bir çözüm bulmuş, kırk yıl
düşünsem benim bile aklıma gelmezdi. Ah, keşke ben de bugün orada olsaydım inan hiç
düşünmez soyunur doğrudan onlara katılırdım.
–Salaksın kızım sen, su katılmamış manyaksın.
–Niye kız, sen katılmaz mıydın? Tabii sıkar biraz. Öyle bir eylem yapabilmek için
değil mangal, volkan gibi yürek, ölüme meydan okuyan cesaret, her şeyden vazgeçebilecek
evliya gibi inancının olması lazım. Bunlar sende ne gezer Rina Hanım? Adamlar muhteşem
bir iş çıkardılar. VallaHİ benim maaşımı artırmamakta direnen müdüre karşı acaba ben de mi
soyunsam diye düşünmedim değil.
–Şırfıntı.
–İyi dedin. İşte öyle bir şey yapsaydım benimkisi şırfıntılık olurdu ama adamların
hedefini önüne koydun mu işte o ilahi, tarif edilemez, muhteşem bir olaya dönüştü. Öylesine
yansımaları oldu ki inanamazsınız. Önce herkes, her zaman yaptığı gibi çok sığ düşündü,
yok böyle kıyafet çıkarılır mıymış, yok bir Müslüman’a yakışır mıymış falan da filan… Bir
sürü hariciye bakanı programlarda ahkam kesti. Hem yalnızca onlar mı? Telefonla katılanlar
da ama zaman ilerledikçe gördüler ki bu onların fındık akıllarının algılayıp
yorumladıklarından çok başka bir olay. En zottirik, aykırı konuşmaları yapanlar bile durumun
muhteşemliğini anladılar, tükürdüklerini yalamak zorunda kaldılar. Şu anda neredeyse
yayınların tamamında çıplaklar takımına övgüler yağdırılıyor; bayılıyorum şu insanlığa ya.
–Ne oldu da insanlar bu olaya bu kadar destek verir oldular?
–Ne olacak gülüm, insanlar ilk kez dışa bakmaktan kurtulup içe yöneldiler. Gerçi ben
onca insanın, sonucun buralara gelebileceğini hesap ettiğini düşünmüyorum. Eminim ki bu
eylemi planlayanlar, yalnızca o sınırı aşmayı düşünmüşlerdir. Nereden bilsin garibim İsrail
sınırını aşayım derken insanlığın algı sınırını aşacaklarını? Ama aştılar hem de tüm
insanlığın ta en derinlerinde sakladıkları hatta birçoğunun kullanmaya kullanmaya kendinde
olduğunu unuttuğu vicdan, empati sınırına ulaştılar. Neden sonuç durumuna bakarsan
bunun faturasının bizim millete çıkarılması muhtemeldir diye düşünüyordum ki bizim millet
de o çıplaklar ordusundan geri kalmadı, onlar da muhteşem işler yaptılar. Neler yaptılar
biliyor musunuz? O Gaza kaçaklarının acılarına ortak oldular, onlara yardım etmek için çoğu
İsrailli tam anlamıyla yırtındı. Yollarda yardım için hazırlık yaptılar, erzak, su, üst baş
dağıttılar. Onların acılarına, üzüntülerine ortak oldular, onları desteklediler, alkışladılar hatta
bir sürü İsrailli de soyunup onlarla beraber yürüyüşe katıldı. Bazı kendini bilmezlerin yaptığı
birtakım münasebetsizliklere karşı onları koruyup hak ettikleri cevapları verdiler. Şu an size
doğru gelen binlerce insanı belki yeni katılımlarla on beş yirmi binin üzerinde kim koruyOR
biliyor musunuz? Bizim kolluk kuvvetleri ve İsrailli gönüllülerden oluşan bir ordu. Dedim size
ya, bu muhteşem bir olay. Bana sorarsanız belki ilk kıvılcım olarak Altın Kapı’daki o manzara
düşünülür ama bence bu yürüyüş, günün olayı. Altın Kapı bunun yanında halt yemiş.
Binlerce yıldır aynı coğrafyada yaşayıp birbirinin kanına aşeren iki toplumu işte bu yürüyüş
zamk gibi yapıştırdı. Bunun çok olumlu yansımalarının olacağını düşünüyorum, tabii Rina’nın
düşündüğü gibi bugün kıyamet kopmazsa…
–Hay Rina kadar taş düşsün kafana, tövbe tövbe…
–Taşı ne edeyim? Sen düş gülüm, ölümüm senden olsun.
–Lola!
–Lola ya, sıkışınca Lola. İlk yansıma Arap Birliği’nden oldu. Önce asarız keseriz ile
başladılar ve hala devam ediyorlar, gruptan kaynaklı buruk bir iftihar var adamlarda. Önce
utanıp eleştirseler de şimdi o grubun saçına zarar gelsin, savaş sebebi sayarız diyorlar. Tabii
bizim halkın tavrı da olumlu yansıdı onlara. Yapılan yorumlar İsrail halkından politikacılara
kaydı. Bazı konuşmacılar bizim için komşumuz bile demeye başladı. Ama iş Kudüs’e gelince
bu romantik, iyimser tablo bir anda sertleşip kavgacı bir hale dönüşüverdi. Arap Birliği’nin
tüm üyeleri, kırmızı alarma geçtiler. Öyle şu sayıda, bu sayıda silahlı kuvvet falan demiyorlar,
topyekün diyorlar hem de hepsi… Aykırı konuşan, karşı fikir beyan eden yok. Topyekün…
Bu kavramı, Orta Asya’da da bir sürü devlet telaffuz ediyor, hele bir de Türkiye’yi
unutmamak lazım. Türkler sakin olsalar da bence en tehlikelileri onlar. Hem Türk yetkililer
oldum olası Kudüs ile çok ilgililerdir. Bir programa telefonla katılan bir yorumcuyu dinledim,
adam bastıra bastıra Kudüs’ün tapularının kendi kayıtlarında olduğunu, kargaşa ve oldubitti
ile kimsenin Kudüs’te bir şey yapmaya gücünün yetmeyeceğini söylüyor. Yani adam yalnızca
kaosun hakim olduğu bugün değil, yarın için de ültimatomunu veriyor. Allah’tan onlarda da
Altın Kapı’da altın tozuna bulanmış Havva ile Adem asılı da iki devlet yetkilileri devamlı
koordineli çalışıyorlar. Arada da bir şeyler kaynatıyorlardır haliyle. Şimdilik bir sorun
görünmüyor. Bunlar bizim bölgeden haberler, bir de uzaktakiler var, onları da pek es
geçemeyiz.
Mesela İngiliz, Avrupa ve Amerika gibi batılılar, Katolik, Protestan ve Evanjelik Hristiyanlar ile
ilgili endişelerini dile getirip onlara yapılacak en küçük bir hareketin sonuçlarının çok ağır
olacağını söylüyorlar. Her zamanki gibi bizim devletin ardındalar, sakın ha diyorlar.
Rusya ve Ortodoksların yoğun yaşadığı birçok ülke de aynı şeyleri Ortodokslar için dile
getiriyor.
Birleşmiş Milletler her zamanki gibi tarot falcısı tarzı yayvan yayvan yanlı konuşmalarını
yapıp tüm devletlere uluslararası hukuka bağlı kalıp itidalli olmaları konusunda uyarıyorlar.
–Bunları pek ciddiye almıyormuş gibi bir halin var.
–Nesini alayım ki? İşte yıllardır Ali Cengiz oyunları ve emperyalist emellerle
yönettikleri dünyanın hali ortada… Kapılara asılan iki cesetle kıyamet kopuyor.
–İyi de adamlar ne yapsın? Nereden, ne bağlantı kurdun, anlamadım.
–Anlatayım gülüm, yeter ki sen iste, Rinacığım. Anlatmasına anlatayım da öyle
ayaküstü anlatılacak şeyler değil; bir gün oturur hem demlenir hem de sana sakin sakin
anlatırım. E, malum benim işimde insan bir süreden sonra eriyor. Düşünsene gün boyu yayın
takip ediyorum, dile kolay. Ama sana şöyle diyebilirim: Toplumları bu kadar stresli atbaşı
politikalar ile yönetenler… İşte bugünün sorumluları onlar. Patlama bir kıvılcıma bakar, o
kıvılcım da bugün ışıldadı. Eğer akşama kadar dayanırsanız Gaza kaçakları Kudüs’e bir
gelsin, her şey son bulacak, bundan emin olabilirsiniz.
–Yumurtladın gene bir yerlerinden.
–Bak demedi deme, akşam onlar bir Kudüs’e ulaşsınlar, göreceksin ne demek
istediğimi.
–Ne olacak ki iş hepten çıkmaza girecek. Zaten Kudüs şu anda ana baba günü gibi.
Kimin eli, kimin neresinde belli değil. Yirmi bin kişi diyorsun, hepten cehenneme döner.
–Dönmez dönmez kızım, televizyonda görmedin mi? Rengarenk çiçek bahçesi gibi o
kadar tatlılar ki görüntüleri bile insanın içini ısıtıyor. Üzerlerinde rengarenk çarşaflar, pikeler,
bornozlar, ayaklarında şıpıdık terlikler, dillerinde ilahiler, şuh ve sulh içinde yürüyorlar. Sizin
orada, Kudüs’te olanlar birbirlerine baskın çıkmak için ilahilerini, dualarını avazı çıktığı kadar
bağırarak okuyorlarmış
–Ona bağırmak denmez, adamlar yırtınıyorlar, sesleri bizim ofisten bile duyuluyor.
–He işte, yürüyenler ne yapıyormuş, onu duydun mu? Dedim ya bizimkilerden de
birçok insan yürüyüşe destek vermek için katılmış, sıkı durun! İyi dinleyin, çok
şaşıracaksınız. Bizimkiler ilahilere başladıklarında Müslümanlar susuyor, onlar başladığında
bizimkiler susuyormuş. Azınlıkta olan Hristiyanlar başladıklarında ise hepsi susup
dinliyorlarmış. Buna inanabiliyor musunuz? Şu yüceliğe, anlayışa, güzelliğe bak. Semavi
dinlerin üçü de kutsal belledikleri canım Kudüs’e, kardeş kardeş huzur ve barış içinde
yürüyorlar. Kızlar yürüyenler yalnızca onlar değil, bilesiniz. Her yerden akın akın insan oraya
geliyor.
–Deme ya, nasıl yani?
–Dedim bile, her yerden… Dağ taş insan dolu, yetkililer neredeyse tüm yolları kapattı
ama geri döndürmeyi başaramadılar. İnsanlar arabalarını yolda bırakıp patikalardan,
derelerden, tepelerden size doğru geliyorlar.
–Kim peki onlar?
–Her kesimden, her dinden, her milletten, çoğunluğu da bizimkiler. Hatta
havaalanlarında uçak park edecek yer kalmamış, dünyanın her yerinden imkanı olan zengin
Yahudiler bugün sizin misafiriniz.
–E, ne olacak burası hayatta bu kadar insanı kaldırmaz, zaten şu anda cadı kazanı
gibi.
–Vallahi ben bilmem Mayacığım, hazırlığınızı ona göre yapın. Adamları açıkta
bırakmayın, mesela bir iki yakışıklıyı Rina misafir eder artık, deyince kahkahasını atan
Lola’ya Maya da katıldı.
“Kızardı mı?” diye sorunca da Maya, “Kıpkırmızı nar gibi.” dedi gülerek.
–Sen meraklısısın, sana da kargo ile göndeririz, dedi Rina.
–Gönder gülüm, ödemeli gönder ama Brad Pitt gibi olsun.
Maya selamlaşıp telefonu kapatınca “Alem kız, her durumda insanın negatifini emen sülük
gibi.” dedi.
–Öyle de bir de benimle uğraşmasa, dedi Rina kızarmış ama tebessümlü tatlı sert
yüzüyle.
Lola, normal yayın akışında olmamasına rağmen olağanüstü durumdan dolayı alelacele
yayına konan Ayna adlı programı bekliyordu. Görüş ve öngörülerine çok güvendiği bir tarihçi
ve bir teoloğun beraber yaptıkları programın jeneriği başlamıştı. Masmavi dekore edilmiş
stüdyoda bir masaya karşılıklı oturmuş olan iki bilim adamının hemen ortalarından net
görülen ekranda Kudüs’ün canlı şu anki durumu gösteriliyordu.
Her iki bilim adamı da arkalarını ekrana vermiş, yandan görülen yüzlerinden dehşet
içerisinde kadim kent Kudüs’te olan olayları seyrediyorlardı. Yüksek bir yerden çeken
kameranın geniş açısıyla sunulan görüntü yaklaşık bir dakika kadar sürdü, bilim adamlarının
ellerinde olmadan ah vah çekmeleri duyuluyordu. Programın genelde sunucu rolünü
üstlenen tarihçi Adem, canlı yayın kesilip ekranda yalnızca Kudüs’ün güzel bir resmi
konulunca program partnerine dönerek “Ne diyorsun azizim bu görüntülere?” diye sordu.
Programın açılış konuşmasını bile yapmadan direkt sorunca “Ne diyeyim üstadım, karmaşa,
çılgınlık, zembereği boşalmış saat, yani bunun tek bir tanımı var; kaos. Başka bir kelime bu
görüntüleri betimlemeye yetmez, bunun adı kaostur.” dedi.
–Haklısın azizim, bence de bu çılgınlığı tanımlayabilecek tek şey, kaos. Ne kaos
ama? Yirmi birinci yüzyılda, iletişim bilişim, teknoloji, sözüm ona hümanistliğin tavan yaptığı
düşünülen bir çağda, şu görüntülere bak! Anca tarihin en karanlık, en kirli sayfalarına giren
dönemlerde görülebilecek görüntüler, bugün tüm dünyanın gözü önünde cereyan ediyor.
Hem de adeta tarih tekerrürden ibarettir, sözünü doğrulamak istercesine. Yazık, çok yazık!
Bugün insanlığın utanç günü olarak tarihe yazılacaktır.
–Üstadım, umarım ki ilerleyen zamanlarda bu görüntüleri mumla aratacak başka
şeylerle karşılaşmayız. Benim endişem, bu gördüklerimizden çok daha fazlasını
göreceğimizi düşünmem.
–Yalnız değilsin azizim, ben de aynen senin gibi düşünüyorum. Bu daha bir
başlangıç, bunun yansımalarının çok daha büyük olacağı yönünde görüşüm.
–Zaten kaosun bir tanımı da küçük nedenlerin büyük sonuçlar yaratabilmesidir. Şu an
olan tam da budur.
–Sizce Altın Kapı’ya asılan o cesetler… Bir de bomba olduğu dillendiriliyor, küçük şey
midir?
–Küçük şeylerden yalnızca sonuncusudur diyebiliriz.
–Yani bunun başı da var.
–Olmaz mı üstadım, elbette var. Yıllardır, yüzyıllardır atılan küçük küçük taşların
birikintileri var.
–Azizim bilmece gibi konuşuyorsun, şunu bir açsan…
–Açayım üstadım, açayım. Biliyorsun üç büyük semavi din içinde Kudüs çok kutsal,
paylaşılamayan bir kent. Tarihçi sizsiniz, siz daha iyi bilirsiniz ama bir teolog olarak bu
paylaşılamama din eksenli olduğu için bizim de ilgi alanımıza fazlasıyla giriyor. Tarih
boyunca dünyaya hükmeden, Kudüs’e hükmetmiş, Kudüs’ü bilmeden dünya politikalarını,
dünya düzenini, kısaca dünyada olan biteni bilemezsiniz. Çünkü toplumlara yön verenlerin
ellerindeki en önemli koz, dindir. Her kim diyorsa inanç, bireyin kendine mahsustur; Tanrı ile
inananın arasına kimse girmemelidir falan diye, bunların hepsi lafta kalan şeylerdir.
Toplumları istediğin gibi yönlendirmek istiyorsan kullanacağın birinci ve en önemli argüman
dindir, bu böyle gelmiş, böyle de gitmekte. Gün gelir adama inancı ile gaz verirsin, zaman
olur yine inancını kullanarak yatıştırırsın.
–İyi de azizim, Kudüs’ün bununla ne ilgisi var?
–Çok büyük ilgisi var. İnsanların inançlarını okşayabilmek için o inancın insanlar
tarafından şuh ile yaşanması gerekir. Bunun için de inancın sağlam temeller üzerine
yapılandırılması icap eder. Semavi dinler için o temellerden birisi, Kudüs’tür. İnançlı kişinin
inancını yaşayabilmesi için camiye, kiliseye, sinagoga olduğu kadar hac görevlerini ve diğer
dini vecibelerini yerine getirmeye de gereksinimi vardır. Müslümanlar için Kabe neyse bizim
için batı duvarı o, Hristiyanların Kutsal Kabir Kilisesi, hatta İsa Peygamber’in tüm yaşamı
orada. Kudüs üç semavi dinin kıblegahı olmuş. Peki, bu kadar önemli olan ve
paylaşılamayan bir kente tarih boyunca ne olmuş? Olan şu, kim kente hakim olduysa
hakimliğin gücünü kendi lehine, diğerlerinin de aleyhine kullanmış. Oysa olması gereken ne
idi? İnanç, toplumsal politikaların ve siyasetin üstü olmalı ve herkes inancını özgürce, istediği
gibi yaşayabilmeli. Ama acaba öyle mi olmuş? Güçlü ve hakim olan, diğerlerine kan
kusturmuş.
–Yani azizim, şimdi herkes inancını özgürce yaşayamıyor mu?
–Yaşayabiliyor mu? Elbette yaşayamıyor. Müslümanlar sabahtan beri neyin
mücadelesini veriyor? Adamlar daha iki saat önce Mescid-i Aksa’ya girmeyi başardılar.
Kıyamet veya yeniden doğuş, kilisesinde dört yılda bir denk geldiğinde bugünkü gibi üç
büyük Hristiyan mezhebinin kendi arasındaki mücadelesi ne ola ki? Roma döneminde
Yahudilerin yılda bir kez gelip karşı tepeden Kudüs’ü ağlayarak seyretmesi neydi? Hani biraz
önce sana dediğim küçük küçük nedenler vardı ya, işte tüm bu yapılanların hepsi küçük
küçük tacizler, o dipsiz kuyuya atılan ve hiçbir zaman kaybolmayacak, unutulmayacak küçük
küçük çakıl taşlarıdır. O kuyu, meteordur. Asıl şeytan taşlama, insanlara, toplumlara atılan
taşlardır ama gün olur bu birikir birikir, ya sabır sabır derken son atılan bir minnacık çakıl taşı
ile patlama gerçekleşir. O zaman taşı atan şunu diyemez; “Attığım leblebi kadar taş, senin
karşılığın ise volkan patlaması gibi.” olur mu böyle şey? Oldu bile çünkü o atılan son taş,
kaosun eşiğini deldi de geçti. Artık kaos bir başladı mı nereye gideceğini, nasıl dallanıp
budaklanacağını, nerede duracağını mümkün değil öngöremezsin. Hani hep derler ya
Amazon’da bir kelebek kanat çırpar, Amerika’da fırtına kopar; kelebek artık kanadını
çırpmıştır ve fırtına kopması gereken yerde kopacaktır. Bundan sonraki süreç yine aynı…
Sık kullanılan meteora benzer bulutun, nasıl şekil alacağı ve ne tarafa gideceğinin varsayımı
yapılabilir mi? Elbette yapılamaz. İşin kötüsü, başlayan kaos her şeyden etkilenebilen, dış
etkenlere inanılmaz derecede açık bir yapıdır. Hani rüzgar hava akımlarının bulutları
şekilden şekile sokup yönlendirdiği gibi şu an başlayan kaos da karşıt güçlerin oyun, koz,
paylaşma ve savaş alanına döner. Filler tepişir, olan çimenlere olur. Hakim güçler, bozulan
sistemi, yapıyı değiştirmeden kalmaya, düzeni sağlamaya iterken farklılığı mevcut düzenin
değişmesini isteyen karşı güçler ise düzensizliğe, kargaşaya iter. Artık kim galip gelirse…
Kazananın ve kaybedenin de mutlak kendilerine yansıyacak birtakım sonuçları olacaktır.
Herkes payına düşeni kabul etmek durumundadır. “İki bardak çarpışırsa, biri kırılsa da diğeri
muhtemelen çatlar,” diye bir söz vardır, genelde bu tür kaotik durumların pek kazananı
olmaz. Ha, kimisi az, kimisi çok zarar veya yarar görür. Her kazanımın bir maliyetinin
olduğunu unutmamak lazım, acaba kazanımlar yitirilenlerin yanında ne oranda? Kar zarar
hesabı yapmak lazım gelir.
–Azizim zaten toplumsal yapı onu oluşturan canlılar gibi yaşayan, değişken ve
hareketli bir yapıdır. Ne kadar iyi düzenlenirse düzenlensin veya denetlensin toplumsal
düzeyde bu yapıyla ilgili oluşabilecek ve dengeyi değiştirebilecek küçücük bir olayın çok
büyük toplumsal sonuçları olabilecektir. Bunun tarihte birçok örneği vardır; hele hele bir de
sizin dile getirdiğiniz gibi eğer bu denge, hakim gücün hakkaniyetsiz, yanlı kurallar ve cezalar
gibi araçlar ile tahsis edildiyse eminim, küçük bir neden çok büyük toplumsal sonuçlara gebe
bırakacaktır.
–Üstadım, bunu da en iyi siz tarihçiler, daha doğrusu sözüm ona tarih yazanlar
bilirsiniz, bir de siyasetçiler, o küçük kelebeğin kanat çırpmasını ne değerlendirirler? Hani
tarih kitaplarında yazar ya; Avusturya Macaristan İmparatorluğu veliahtı öldürülmese 1.
Dünya Savaşı veya şu Truva filminde vardı sanki Paris Helen’i Truva’ya kaçırmasa Truva
Savaşı çıkmayacakmış gibi. Bazen de siyasetçiler amaçları doğrultusunda pireyi deve
yaparlar ama bizim konuştuğumuz bu değil, o kaosa neden olmaz. O, anca birilerinin
amacına hizmet eder. Tarihten bir örnek de siz verin mesela.
–Mesela Orta Asya’da birbirini takip eden kuraklık olmasaydı Hunlar Avrupa’ya
gelmeyecek, Kavimler Göçü diye bir şey yaşanmayacaktı. Düşünün, tüm Avrupa
etkilenmiştir.
–Aynen üstadım.
–Azizim şimdi konu inanç olunca ne olacak bu Kudüs’ün durumu?
–Olay Kudüs’ü çoktan aşmıştır üstadım, sorunun doğrusu ne olacak bu dünyanın
durumu olmalıydı.
–Yani öyle diyorsanız…
–Öyle azizim, öyle. Ne olacak bu dünyanın hali? Ne olacak? Ne olması gerekiyorsa
o. Eğer insanlık bugünkü olayları iyi analiz edip güzel dersler çıkarabilirse, biz nerede hata
yaptık da bu duruma geldik diye öz eleştiri yaparsa ve bu hesaplaşmadan doğru sonuçlar
çıkarabilirse süper olur, yok tersi olursa ortada ne Kudüs ne de dünya kalır. Hani bir bilene
sormuşlar, üçüncü dünya savaşı nasıl olacak diye, adam üçüncüyü bilmem ama dördüncü
dünya savaşı taşla, sopayla olur demiş ya, o misal.
–Yapma üstadım ya o kadar da karamsar olma.
–Biraz önce o Kudüs’te tepinenlerin, birbirlerine girenlerin mensubu olduğu semavi
dinlerin toplam mensubu, dünya nüfusunun yarısına tekabül ediyor. Sen ne diyorsun azizim?
–O kadar vahim diyorsun.
–Sen demiyor musun?
–Yani. Olmayacak şey de değil.
–Olay şu üstadım; sen tarihçisin, eminim tarihte buna benzer birçok hadise vuku
bulmuştur. Önemli olan kaosa, toplumsal patlamaya meydan verecek nedenlerin
oluşmaması. Eğer o nedenler oluşur da patlama olursa işte o zaman olayın nereye gideceği,
nerede ve ne şekilde son bulacağı öngörülemez. Sorunlar zamanında, hakkaniyet içerisinde,
adil ve tarafsız yaklaşımlarla, biriktirilmeden çözüme kavuşturulmalı. Yoksa çığı oluşturan bir
kartopudur ama çığ bir oluşmaya başladı mı artık hiçbir güç, o kopan parçacıkları yerine
monteleyemez.
–Azizim, akacak kan damarda durmaz demişler.
–Halt etmişler! Durduk yerde hangi kan, damardan dışarı çıkar? Sen burnunu dürter,
karıştırır durursan yüzeye en yakın kılcal damarlarının olduğu burnun elbet bir gün kanar.
İşte inanç da dinler de o yüzeye en yakın kılcal damarlar gibidir. Burnunu karıştırmayan var
mıdır? Herkes karıştırır, işi adabıyla yaparsan rahat nefes alırsın ama herkesin içinde
karıştırırsan abes kaçar. Zorlarsan da kanatırsın; hele hele adama benim dinim en iyisi diye
dayatır kavga edersen burnunu patlatırsın, bu kadar basit.
–Örnek uydu lakin o da abesle iştigal oldu gibi.
–Ben değil, sen başlattın, ben devam ettirdim. Şimdi bugünün öncesini, bugünü
hazırlayan nedenlerin neler olduğunu herkes biliyor ama kimse sahiplenmiyor. Değiştirmek
için en küçük bir gayret sarf etmiyor.
–Peki azizim, ne yapılmalı ki bu çılgınlık, kaos bitsin yoksa artık çok geç mi?
–Nefes alındığı sürece hiçbir şey için geç değildir. Zararın neresinden dönülürse
kardır, bunu bilip ona göre hareket edeceğiz. Öncelikle bu stresin azaltılması gerekiyor,
azaltılamasa bile en azından stabilize tutulması lazım. Toplumların özünde, kimliğinde,
inançlarında yıpranmalara yol açan kurallar, yasalar ve yaptırımlardan derhal vazgeçilmeli.
Hakim devletin otorite ve inanç sistemlerinin hiyerarşik ruhban sınıfının üç semavi dinin
uyumunu maksimum seviyeye çıkarması, her inanç sistemine ibadetlerini özgürce yapma
imkan ve şeraitinin sağlanması zorunludur. Üç inanç sistemi de kendi inançlarını din ve
vicdan özgürlüğü babında diğerlerine saygı göstererek serbestçe yapabilmelidir. Toplumların
iç ve inanç dinamiklerinin özgürce yaşanması olanağı sağlaması, istikrar ve dinler arasındaki
dengeyi sağlayacaktır. Kimse kimseye karışmayacak, tartışma fikir bazında olacak, seninki
kötü benimki iyi ikilemi kalkacak, seninki sana, benimki bana olacak. Günahıyla sevabıyla
gerisi seni bağlar. Dinler arasındaki yorum farkına ayrıştırıcı değil, zenginleştirici olarak
bakılmalı hatta bu farklılıklar toplumsal ilerlemeye ve barışa tehdit olarak değil, sağlamış
olduğu farklı bakış açılarından dolayı insanlığın ilerleyip gelişmesi açısından bir olanak
olarak değerlendirilmeli. Hakim devlet ile dinler arasında oluşturulacak kurumlar sayesinde
bu toplumsal denge her zaman gözetilip denetlenecek, muhafazası ilelebet korunacak. Artık
kimse kimseye çakıl taşı dahi atmamalı hatta dikeni batar diye gül bile atmamalı.
–Azizim her zamanki iyi yüreğiniz ve temiz kalbinizle konuşuyorsunuz. Bunların
olabileceğine inanıyor musunuz?
–Niye inanmayayım? Elbette inanıyorum, tarihte bunu uygulayan devletler olmuştur; inancı,
ibadeti serbest kılmışlar ve yüzyıllarca hüküm sürmüşler. Nasıl tarihçisin üstadım ya?
–Beni konuşturma şimdi. Geç tarihi, tarihçiyi! Tarih mi anlatayım, bak bugün iki resim
var, İsrail de dikkatini çekmedi mi?
–Bugün İsrail’de iki değil, binlerce resim var azizim.
–Sen geç diğerlerini. Program başlarken şu ekranda gördük Kudüs’teki durumu,
insanlar çıldırmış gibiydi, değil mi? Ver aslanım o görüntüleri bir daha, deyip sırtını
arkasındaki ekrana döndü Teolog Uriel. Fazla geçmeden ekranda Kudüs’teki kargaşa
görüldü; yaklaşık yarım dakika sonra da “Dur dur, içim dayanmıyor seyretmeye. Şimdi de şu
Gaza kaçakları var ya, onu getir ekrana.” dedi. Bu sefer rejinin görüntüyü ekrana vermesi
neredeyse bir dakikayı buldu. Ama sunulan görüntü, yola ilk çıkışlarıydı ve sansürlenerek
verildi.
–Evladım bu değil, sen şu anı ver. An itibariyle şu anı, dedi.
Reji, Uriel’in istediği görüntüyü hazırlarken “Aslında ilk anı vermesi de iyi oldu, bir yandan
bak, geçen üç beş saatte neler değişmiş? Aradaki farkı göreceksin şimdi.” dedi. Çok
geçmeden de Gaza kaçaklarının son görüntüsü ekrana yansıyıverdi.
–Bak üstadım, iyi bak, şu güzelliğe bak. Böyle bir şeyi ne biz teologlar ne psikologlar
ne en iyi tarihçiler ne de antropologlar bilebilirdi. Daha iki gün önce sorsan kimse böyle bir
şeyin gerçekleşeceğini hayal bile edemezdi. Ama şimdi önünde. Bak şunlara rengarenk,
çiçek bahçesi gibi. O gördüğün grup yalnızca Gaza’dan kaçanlar değil; Yahudi, Müslüman,
Hristiyan hatta ateistler bile olabilir. Hepsi kardeş kardeş, barış içerisinde yeni katılımlarla
artarak yürüyorlar.
–Azizim baya çoğalmışlar gibi.
–Sen dur, akşama Kudüs’e varasıya kadar tahminim onlarca bini bulacaklar. İşte
biraz önce yapmamız gerekenleri söylerken şu yürüyenler bunu çoktan yaptılar hem de
doğal, kendi sürecinde, hiçbir planlama, çalışma olmadan… Kendiliğinden gelişti. Şimdi
buna rastlantısal mı dersin, ne dersin? Aslında benim biraz önce söylediklerim, senin de çok
iyimser bulduğun şeyler, burada kimin kime galip geleceği. Kudüs’te çatışanlar mı yoksa bu
şuh içinde yürüyenler mi? İşte dananın kuyruğu orada kopacak. Program iki bilge adamın
birbirlerine üstadım, azizim hitaplarıyla harika bir şekilde akarken telefon çaldı.
–Alo, buyurun şefim.
–Lola, uyuyor musun?
–Yok şefim, ne uyuması?
“Kızım eleğine takılanları görmüyor musun?” diye azarlar bir ses tonuyla konuya girince Lola
iki sevdiği adamın programına takılarak işini savsakladığını anladı. Ekranı, yazılıma takılan
bir sürü satırla doluydu ve şefi de bilgisayar ekranıyla televizyon ekranlarının uyuşmaması
nedeniyle oto kontrol yazılımına takılmış, Lola’yı uyarma ihtiyacı hissetmişti. Artık her şey
yazılım ve oto kontroldü. Çalışanının bile kontrolünü yani Lola’nın yaptığı iş için düşünülürse
kontrolörün kontrolünü yapay zeka yapıyordu. Kıvırmanın anlamı yoktu.
–Özür dilerim şefim. Benim azizle üstadın programına takıldım. Pardon, deyip
gözlerini yumdu.
–Biliyorum, ben de seyrediyorum ama işimi de aksatmıyorum.
–Pardon, afedersiniz, bir daha olmaz, deyip şeften sonra telefonu kapatıp ekranını
taramaya başladı.
9 Nisan 2023 Kudüs 18.45
SBF plazanın laboratuvarlarında inceleme yapan Kudüs emniyetinden bilişim teknik
uzmanları ve olay yeri inceleme ekipleri laboratuvarları didik didik incelemelerine rağmen
hala bir ipucuna ulaşamamışlardı. Bu da müdür yardımcısı Noa’yı delirtmeye yetmişti.
Plazada bulunan her çalışanın sorgusunda kendisi de eksiksiz bir şekilde bulunmuş; her
türlü kanun dışılığını, gaddarlığı adamların üzerinde hunharca denmişti. Ama hala başta
geldikleri yerdeydiler. Doğru yerde olduklarını biliyordu ama yok oğlu yok! En küçük bir ipucu
bulamıyorlardı, tüm çalışanlar üç maymunu oynuyordu.
Ortak anlatım; birçoğu uçak kazasında ölen yedi SBF çalışanını plazada görmüşler,
laboratuvar çalışanları ve teknik ekip olduklarını ve onların bulunduğu arge laboratuvarlarına
giriş izinlerinin olmadığını belirtmişlerdi. Şefler ile bölüm müdürleri bile aynı anlatımda,
ifadede ısrar etmişlerdi. Noa ve ekibi bildiği her yöntemi denemişti ve denemeye de devam
ediyorlardı. Yeni yeni gelen şirket çalışanlarına da aynı sorgu yöntemlerini acımadan
uyguluyorlardı. Laboratuvardan gelen bir haber Noa Hanım’ı heyecanlandırdı, akla gelmedik
bir delil, olmadık yerden karşılarına çıkmıştı. Noa, yanında yardımcıları ile beraber hemen
eksi ikideki laboratuvara giden asansöre yöneldi. Bir dakika geçmeden laboratuvara ulaştılar.
–Müdürüm, bakın bir kablo parçası.
Adam sandalyeyi ters çevirmişti, burun pisliğine yapışmış bir kablo vardı.
–Burun bokuna yani, nasıl bir kabloymuş bu?
Bilişimci polis, “Müdürüm daha önce rastlamadığımız kadar incelikte ve farklı bir kablo.” diye
cevap verdi.
–İyi de kardeşim, bu neyi kanıtlar? Bokun içinde minnacık bir şey…
–Efendim bu bambaşka, ileri bir teknoloji ve bunun aynısını Türklerin kapısında
kestikleri bilgisayarın içinde görmüştük. Bakın ekrana, deyip cep telefonundan bir fotoğrafı
büyüterek Noa’ya gösterdi ve sözüne kaldığı yerden devam etti.
–Müdürüm kablonun inceliğine, rengine bakın. Böyle bir kablo normal bilgisayarlarda
kullanılmaz, bu çok ileri bir teknoloji ile elde edilmiş özel bir kablo.
–Yani siz diyorsunuz ki şu minnacık şey, bir delil hem de herifin birisinin burun
bokunun içinde.
–Müdürüm aynen dediğiniz gibi, böyle bir teknolojiyi ilk kez görüyoruz. Adamlar
burada öylesine titiz bir iş yürütmüşler ki sonrasında da en küçük bir delil bırakmamışlar ama
birinin insani bir hatası kendilerini ele verdi. Türklerden bir parça kablo ile karşılaştıralım,
birebir aynı çıkacaktır, emin olun.
–Şu bir bilgisayarcı başkomiser vardı, adı neydi? Onu bir arayalım. Dur ben de
numarası vardı, deyip telefonunu kontrol etti. Arama tuşunu bastı.
–Buyurun İstanbul Emniyeti Bilişim Büro, diye açan Gülten’e Noa Hanım
başkomiserleriyle görüşmek istediğini söyledi.
Fazla geçmeden iyi İngilizcesi ile başkomiser kendisini telefonda karşıladı.
–Buyurun Noa Hanım, size nasıl yardımcı olabilirim?
–Merhaba başkomiser, size bir şey danışacaktık.
–Elimizden bir şey gelirse buyurun.
–Burada, SBF’nin laboratuvarında bizimkiler farklı bir kablo parçası buldular. Bu
parçanın sizin kapıdaki kablolarla benzerlik gösterip göstermediğini soracaktım.
–Tabii, bana bulduğunuzun bir fotoğrafını atın.
–Telefon numaranızı verirseniz hemen attırıyorum. Ha, kablo parçası bir sandalyenin
altına yapıştırılmış, burun pisliğine yapışmış, bilesiniz.
Rıza Başkomiser “Burun boku ha! Ha ha ha!” diye gülmekten kendini alamadı. Noa
Hanım otoriter sesi ile “Başkomiser, telefon numarasını verecektiniz.” deyince “Tamam
tamam, çift sıfır doksan…” diye birden ciddileşti.
–Tamam başkomiser, lütfen fotoğrafı bir inceleyin.
Telefonu megafona alıp kendi gelen iletideki görüntüyü incelemeye başladı. İncelemesi uzun
sürmedi, her şey bariz belliydi.
–Evet Noa Hanım, arkadaşlar yanılmamış. Bu kablo ile bizim kapıdaki bilgisayardaki
kablo aynı. Çok ileri bir teknoloji bence. Bu tüm dünyanın aradığı delil bir burun bokuna
yapışmış, sandalye altında ha! Ha ha ha! Pardon, gülmemek elde değil, deyince Noa’nın da
güldüğünü duydu
–Başkomiserim, isminiz neydi ? Unuttum, kusura bakmayın.
–Rıza, Noa Hanım.
–Rıza Bey, size teşekkür etmek istiyorum.
–Yok, ne yaptım ki?
–Yok yok, delili biz bulduk ama yönlendiren sizdiniz, Sezar’ın hakkı, Sezar’a ama
ortak yayında bundan bahsetmeyeceğim tabii.
–Yok Noa Hanım, bunu dillendirmeniz yeter, ne demek…
–Rıza Bey, hakikaten dediğiniz gibi. Delil nereden çıktı ya? Ha Ha Ha! Hadi kalın
sağlıcakla, deyip telefonu kapattı.
İki dakika geçmeden ortak yayında delilin SBF’nin arge laboratuvarında bulunduğunun
haberi çıktı.
Noa, doğrudan SBF plazanın lobisinde ters kelepçe vurularak bekletilen altmış yetmiş kişilik
gruba seslendi.
–Bana bakın orospu çocukları! Şu an aradığımız delili bulduk. Kapılarda asılı olan
mekanizmaların içindeki bilgisayarlar, burada, sizin arge laboratuvarında, yani bu bina içinde
yapılmış. Hala üç maymunu oynamaya devam edebileceğinizi mi zannediyorsunuz? Bu konu
ile şu fotoğrafta gördüğünüz o, diye başladı ama herhalde adamların öldüğü aklına gelince
küfür etmekten vazgeçerek az bir duraksayıp kaldığı yerden devam etti.
–Bu fotoğrafta gördüğünüz adamlardan farklı bir sonunuz olmasını istemiyorsanız
bildiğiniz her şeyi söyleyeceksiniz. Hiçbir şey gizli kalmaz, eninde sonunda bu olay
aydınlatılacak. Ama size söz veriyorum; her kim ki bu olayın aydınlatılmasında bir nebze
olsun katkıda bulunursa en küçük ceza almadan evinde sabah kahvaltısını çoluğu çocuğu ile
yer, tersini yapanın foyası ortaya çıktığında da emin olun, gökyüzünü gördüğü son an,
cezaevine gidişindeki an olacaktır. Hadi, size diyorum! Çalıştırın saksılarınızı, bu adamlar
hakkında veya konuyu aydınlatmamıza katkıda bulunabilecek aklınıza gelebilecek her ne var
ise anlatın, anlatın yoksa son pişmanlık fayda etmez, bok yoluna gidersiniz.
Polisler çil yavrusu gibi dağılıp lobide ters kelepçe bekleyen SBF çalışanlarından birer tane
alıp sorguya başladılar. Zaten bir kısmının sorgusu halihazırda devam ediyordu. Noa
zıplayarak resepsiyon deskinin üstüne oturdu.
–Bana şöyle okkalı, sade bir Türk kahvesi bulun, diye yardımcılarına seslendi.
9 Nisan 2023 İstanbul 18.55
İstanbul emniyet müdürlüğünde asayişten sorumlu müdür yardımcısı Tarkan, İstanbul
Emniyet Müdürü İsmet Müdür ile telefon konuşmasını bitirir bitirmez kapıya koşup odaya
gelmeleri için dışarıda telefon görüşmesinin bitmesini bekleyen başkomiser ve diğer
rütbelilere seslendi, dışardakiler içeriye girip koltuklara oturmak için yöneldiklerinde hepsinin
yolunu kesti.
–Beyler, oturacak zaman değil. İsmet Müdür barut gibiydi, herif ağzıma sıçtı, haksız
da değil. Beş tane adam gelip hayalet gibi şehrin göbeğine bomba bırakıp gidiyor, kaç saattir
biz yalnızca hayalet kovalıyoruz. Adamlar nerede kaldılar, ne yediler, ne içtiler, neyle
seyahat ettiler, bir iz düşümü bulamadık. Bir yerlerde hata yapıyoruz. Kudüs’te düzeneği
hazırladığı yeri buldular da araştırıyorlar, bizde sonuç sıfır.
Şimdi yeni bir taktik deniyoruz; derhal tüm medyaya adamların fotoğrafını dağıtın derhal!
Programları kesip yayınlanması konusunda gerekli uyarıları yapın, tüm polislerin
Whatsapp’ına, karakollara, muhbirlerinize bu fotoğrafları geçin. Bu adamlar hayalet
değillerse mutlaka birileri görmüştür. Tüm emniyet bunun üzerine düşmeli, artık zaman
kalmadı. Derhal bilip bilmediğiniz her türlü yöntemi deneyin, bu adamların izini mutlaka
bulmamız lazım. Yoksa herkes kendine haritadan bir yer bakmaya başlasın.
–Ya müdürüm İstanbul burası, başka kentlere benzemiyor ki.
–Mahmut galiba sen beni hala anlamadın, bu adamların izini bulmamız lazım
diyorum. Bahane istemiyorum, hadi daha ne duruyorsunuz?
Beş dakika sonra haber kanallarında beş yabancının fotoğrafı yayınlanmaya başladı.
Aslında ülkedeki herkes olayları çok yakından takip ediyordu ve konunun ne kadar ciddi
olduğu herkes tarafından çoktan kavranılmıştı. Hiçbir medya kuruluşu polise zorluk
çıkarmadı. Beş İngiliz’in fotoğrafı, teamüller bile beklenmeden tüm kanalların ekranlarını
süsledi ve 155 polis ihbar hattına telefonlar yağmaya başladı. Emir açıktı; her ihbar, mutlaka
en yakın birim tarafından değerlendirilecek ve mutlak sonuca bağlanacaktı. Hiçbir ihbara
kayıtsız kalınmayacaktı, konu birinci öncelikli sıradaydı. İstanbul’da görevli binlerce polis,
bunca olağanüstü karmaşanın arasında işi gücü bırakmış cep telefonlarındaki fotoğrafları
kendi bölgelerindekilere göndermekle meşguldü. Adamları görüp görmediklerini
sorguluyorlardı.
Yüzlerce ihbar geldi ve her birine polis yönlendirildi. Her yarım saatte bir, adamların
fotoğrafları televizyon kanallarında yayınlanmaya başladı. Mükemmel plan yoktur,
mükemmel olduğu düşünülen plan vardır, eninde sonunda mutlaka bu adamları gören birileri
olacaktı. Tek sorun zaman yoktu, bu kadar dar bir zaman sınırında samanlıktaki iğneyi
bulmak zordu ama imkansız değildi. Beklemek ise en zoruydu.
9 Nisan 2023 Londra 19.00
Londra’nın en pahalı semtlerinden biri olan Knightsbridge Mahallesi’ndeki Moonlight
binasının önü, siren sesleriyle yankılandı. Lüks semtin sakinleri daha ne olduğunu bile
anlamadan her taraf polis arabaları ile doluverdi. İngilizlerin pek görmeye alışkın olmadıkları
silahlı ve otomatik silahlı polisler, bir anda binanın dört bir tarafını kuşattı. Sokakta bulunan
herkesin hangi binada konakladığını sorgulamaya ve kimliklerini talep etmeye başlamışlardı.
İki sivil arabadan inen iyi giyimli polisler, her şeyi bilmelerine karşın Moonlight apartmanının
lobi görevlileri ve güvenlikçilerine Albert Simon’un dairesine gitmek istediklerini söylediler.
Güvenlikçiler bir anda lobiyi dolduran polisleri görünce hele hele polislerin ne kadar sert
davrandıklarına da şahit olunca onlarla iş birliği yapmaktan başka çarelerinin olmadığını
anladılar.
Albert Simon, lüks binanın en güzel ve en büyük dairesinde oturuyordu. Binanın çatı
katındaki iki dubleks daire birleştirilmiş, Londra için devasa bir daire ortaya çıkarılmıştı ama
Mr. Simon her zaman burada kalmıyordu. Adamın bir sürü gayrimenkulü vardı. Polislerin
ısrarlı sorularına karşın Mr. Simon’un evinde olup olmadığını bilmediklerini anlata anlata 52
numaralı dairenin önüne geldiler. Polis, aralıksız zili çaldı. Üniformasından hizmetli olduğu
belli olan genç bir kızın kapıyı açması ile polisler, önlerinden su bendi kaldırılmış azgın bir
nehir gibi içeriye dağıldılar. Dairedekilerin ne oluyor sorularını kimse duymuyordu bile, tek
dedikleri, “Londra polisi!” idi. Daha sonra polislerin başındaki şef sordu.
–Mr. Simon evde yok mu?
–Hayır sabah evden ayrıldı, henüz dönmedi .
–Size nereye gittiği veya ne zaman geleceği ile ilgili bir şey söyledi mi?
–Hayır efendim.
–Peki, ona ulaşabileceğimiz telefonu var mı?
–Evet ama size veremeyiz.
–Bir dene bakalım, becerebilecek misin?
–Hem arama izniniz var mı? Evin her yerine adamlarınız dağıldı.
–Sen kimsin, Mr. Simon’un nesi oluyorsun?
–Ben Mr. Simon’un yardımcılarından biriyim.
–O zaman yardımcı, lafı geveleme! Hemen Simon denen adama ulaşabileceğimiz
tüm telefonları getir yoksa seni o Simon bile kurtaramaz. Hadi lan çabuk.
Polis şefinin bir şeyler gevelemeye çalışan adama attığı iki tokat, nasıl bir belayla karşı
karşıya olduğunu anlamasını sağladı. “Ulan sen ne mankafa bir herif çıktın, sen laf
anlamıyor musun? Derhal ara şu Simon’u diyorum sana, yoksa sen de mi onun suç
ortağısın?” diye bağırınca adam cebinden çıkardığı telefondan bir numarayı aradı, cevap
veren olmadı.
–Cevap vermiyor.
–Tekrar ara!
Adam tekrar aradı ama sonuç değişmedi
–Sen Albert Simon’u direkt arayacak kadar yakın mısın?
“Yakınım ama ben yardımcısını aradım.” deyince polis bir tokat daha attı.
Adam hayatı boyunca yemediği tokatı iki dakikada yemişti hem de bir polisten. Sanki üçüncü
dünya ülkelerinden birinde yaşıyormuşçasına, dünyanın en pahalı semtlerinden birinde ve
dünyanın en güçlü adamlarından birinin himayesi altındayken bunu hazmetmesi mümkün
değildi.
–Bakın memur bey, bana böyle davranamazsınız, yarın avukatlarımız size bunun
hesabını sorar.
–Bana bak lavuk! Senin için yarın diye bir şey yok! İyisi mi sen bugüne bak, ne
soruyorsam cevabını ver bana derhal! Albert Simon’un nerede olduğunu söylemen
gerekiyor.
–Memur bey, Mr. Simon sabah evden ayrıldı ama nerede olduğunu ben de
bilmiyorum, özel sekreteri ile görüşmüş müydünüz?
–Kimse o dediğin, ara arkadaşım, hemen ara! O Albert’in nerede olduğunu
bilebilecek herkesi ara hadi. Evin her yerine dağılan polis ve Mossad ajanları, Albert
Simon’un evde olmadığından kesin emin olduktan sonra şeflerinin etrafında toplanmaya
başladılar.
–Şefim yok, adam evde değil, her yere baktık.
–Binanın güvenlik odasına gidenler ne yapmışlar, ara bakalım onlarda bir şey var
mı? Hadi kardeşim, sen ne inat bir herif çıktın ya! Bak seni merkeze aldıracağım az daha
böyle yaparsan.
–Efendim Mr. Simon’a ulaşabileceğim herkesi arıyorum ama kendisinin nerede
olduğunu bilen yok.
–Sen aramaya devam et! Frederik sen de şu herifin aradığı numaraları ve adamların
listesini al. Evet, ne oldu güvenlik odası kamera kayıtlarında?
–Şefim Albert Simon sabah dokuz on ikide binadan çıkıp taksi ile buradan ayrılmış.
–Taksi ile mi? Yanında kimse var mıymış?
–Yok efendim, yalnızmış.
–Bana hemen o taksiyi bulun. Adama bak, aşağı garajda kaç tane arabası var taksi
ile gidiyor.
Sonra evdeki kahyaya döndü ve “Bu Simon öyle kimseye haber vermeden bir yere gider mi
hem de taksiyle?” diye sordu.
–Efendim biz ne yaptığını bilemeyiz, kendisi özgürlüğüne düşkün bir adamdır.
Elinden geldiğince kimseyi özeline karıştırmaz.
–Onu bir bulalım, bakalım karıştırıyor mu karıştırmıyor mu? Bu herifin sevgilisi var
mı?
–Eşinden boşanmıştı. Denizci misali her limanda bir bekleyeni vardır.
–Gani diyorsun yani.
–Evet, Mr. Simon hanımlara düşkün birisidir.
–İyi ya kardeşim, devamlı görüşüp buluştuğu belli birisi yok mu?
–Buraya sevgililerini hiç getirmez, prensip sahibidir.
–Onun prensibine sıçayım, derken bir başka polis de “Efendim Londra dışındaki bir
sayfiye yerinden Albert Simon’un kullandığı telefonun sinyal aldığı tespit edildi.” diyerek
araya girdi.
–Nerede bu yer?
–Londra’nın yaklaşık on dokuz kilometre dışında.
–Şu lüks malikanelerin olduğu yerde.
–Evet efendim.
–Derhal şu taksiciyi bulun, bu herifi nereye bırakmış öğrenin. Siz ikiniz burada
kalıyorsunuz, bunları sorguya çekip ifadelerini alın. Dışarıdan gelen her telefonu dinleyin, her
şeyi kayıt altına alın. Adam buradaymış, olay yeri inceleme ve bileşimden gelsinler Albert
Simon’un bilgisayarını, evi incelesinler.
Talimatlarını verdikten sonra son olarak da kahyaya, “Bana bak çok bilmiş, ne ile
karşı karşıya olduğunu bilmiyorsun. O kibirli kafanda azıcık beyin varsa efendine ulaşmak
için bize yardımcı olursun yoksa kendisine İngiliz hapishanesinin en ücra hücresinde uşaklık
edersin ona göre.” diye de gözdağı verdi.
9 Nisan 2023 19.00 Dünya
Kudüs’teki çılgın karışıklık artan tempoda devam etmekteydi. İnsanlar artık düşünce ve edep
sınırlarını çoktan geçmiş, şehrin altını üstünü getirmeye başlamışlardı. Ne durdan ne de
çüşten anlıyorlardı.
İstanbul’daki birçok meydanda toplanan kalabalıklar ve Arap Müslüman dünyası, özellikle
Kudüs’te bulunan Filistinliler lehine tezahüratlar yapıyorlardı. Hatta cihat çağrıları yapanlar
bile vardı. İsrail Konsolosluğunun önünde taşkınlık yapmaya çalışanlara karşın polis en üst
düzey önlemleri almıştı.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi dünyadaki gelişmeler ile ilgili oturumunu aralıksız devam
sürdürüyordu. Salondan çıkan yetkililer de az önce konuşulanlar ile ilgili medya kuruluşlarına
yorumlarını yapıyorlardı.
Arap Birliği de aynı şekilde en üst yetkililerin katılımları ile toplantılarını aralıksız devam
ettiriyordu. Medyaya yansıyan son haberlere göre devriye görevli hava kuvvetleri, her ülkede
iki hatta üç katına çıkarılmıştı. Radarlarda savaş uçaklarının iz düşümleri kelebek etkisini
anlatan frontal çizimlere dönmüşlerdi. Aradaki fark, uçaklar genelde aynı iz düşümünü takip
ediyorlardı. Özellikle İsrail ile direkt veya yakın komşu durumunda olan ülkelerin birçoğunda
ordu alarm durumuna geçirilmişti ve acil müdahale taburlarında hareketlilik izleniyordu.
İsrail zaten devlet olarak çoktan kırmızı alarm vermişti. İzinli veya herhangi bir sebeple
birliklerinden ayrı olan tüm askerler dönebilmek için çoktan yola koyulmuştu. Yollar,
kamuflajlı, silahları sırtlarında çapraz, namlusu yere bakar otostop yapan askerlerle doluydu.
Küçücük ülkede iki savaş uçağı ile hava kuvvetleri, tam yüklü on iki tane savaş uçağı ile üç
koldan ülkenin dört yanında devriye uçuşlarındaydı. Her an her şeye hazırlıklıydılar.
Suriye henüz iç savaşın yorgunluğunu üzerinden atamamışken hemen yanı başındaki
hareketlilikten çok rahatsız olmuştu. Yıllardır iç savaştan yılmış insanlar, ne pahasına olursa
olsun aynı günlerin geri gelmesini istemiyordu. Birçok kentte savaş karşıtı gösteriler vardı,
hükümetin bir oldubitti ile maceraya atılmasını istemiyorlardı. Savaşın nasıl lanet bir şey
olduğuna bizzat yaşayarak şahit olmuşlardı ve her ne kadar İsrail’den nefret etseler, Golan
tepelerinin serinliğine hasret olsalar da yeni bir savaşı kaldıracak durumları yoktu.
NATO her şekilde tüm ülkeleri itidale davet ediyordu, onlar da Doğu Akdeniz’de bulunan
müttefik savaş gemilerini çoktan güneye doğru kaydırmaya başlamışlardı. Hiçbir oldubittiye
izin verilmeyeceğini ısrarla söylüyorlardı. Hatta NATO toplantısından İsrail destekli bir
kararın çıkmasına Türkiye’nin veto etmesi ile engel olunduğunu fark etmiş, her ne kadar
kamuoyu ile paylaşılmasa da Türkiye’nin bu çatlak sesini bir yere kaydetmişlerdi.
Yunanistan’daki limanlarından ayrılan savaş gemileri, Güney Akdeniz’e doğru dümen
kırmışlardı.
Rusya da Suriye limanlarında bulunan savaş gemilerini aynı bölgede konuşlandırmıştı.
Güney Akdeniz şu an savaş gemisi cenneti gibiydi, tabii bunlar denizin üzerinde
görünenler… Denizin altında da nükleer denizaltılar cirit atıyordu.
Çin ise savaş gemilerine aşağıdan, Umman denizine doğru yön vermişti. Düşman kardeşler
Pakistan ve Hindistan da birbirleriyle karşı karşıya gelmeden deniz kuvvetlerini, Umman
Körfezi’ne doğru bulundurmaya çalışıyorlardı.
Suudi Arabistan ve İran, Basra Körfezi’nde en iyi konumlanma için yarış halindeydiler.
Kızıldeniz ve Basra Körfezi de aynı şekilde bölge ülkelerinin deniz kuvvetlerinin gövde
gösterisi yaptıkları bir alana dönüşmüştü.
Uçaklar genelde ikili üçlü kollar halinde havada, savaş gemileri üstten, denizaltılar alttan
denizde, bölge ülkesinin kara kuvvetleri de karada hummalı bir hazırlık halindeydiler.
Gaza kaçakları yeni yeni katılımlarla daha da çoğalarak ihtiyar, kadın ve çocukların fire
vermelerine aldırmadan Kudüs’e doğru yürüyüşlerine devam ediyorlardı. İlahiler eşliğindeki
yürüyüş, medyanın da takibinde idi.
İstanbul polisi, kentte eylem yapan beş İngiliz’in izini bulup işin İstanbul ayağını çözmeye
çalışıyorlardı.
İngiltere de SBF firmasının sahibi Albert Simon’un saklandığı deliği bulmak için kendisine ait
ne kadar mülkü var ise baskın yapıp her yeri didik didik aradı, SBF ile bağlantısı olan herkesi
gaddarca sorguya çekti.
Dünya medyası tamamen bu olaya kilitlenmişti. Herkes olayları yorumlayabilmenin, en yeni
gelişmeleri televizyon karşısında aç kurt gibi bekleyen izleyicilere en önce sunabilmenin
gayreti içindeydi.
Hemen her ülkedeki televizyonların normal akışları kesilmiş, olayı en iyi şekilde
yorumlayabilecek ilahiyatçı, tarihçi, güvenlik uzmanı, teolog, asker emeklileri ve
akademisyenler gibi konusunun uzmanı kişileri konuk eden programlara dönmüşlerdi. Bir
forum bitiyor, diğeri başlıyordu. Neredeyse tüm dünya, daha şimdiden SBF firmasını ve on
iki İngiliz’i tanımaya başlamıştı. Adamlar düşen uçak kazasında çoktan ölmüş olsalar bile
kimse arkalarından rahmet okumayıp böyle bir belayı dünyanın kucağına bırakıp gittikleri için
lanetler yağdırıyordu. Batı borsalarında gün kapanasıya kadar, SBF şimdiden yüzde kırka
yakın değer kaybetmişti. Milyarlarca mali değeri bulunan firma, bir günde neredeyse yarı yarı
erimiş, yatırımcılara büyük zararlar ettirmişti.
Türkiye’de Muğla Ortacalı Mehmet Ağa, tarlasında geçen kıştan önce kestiği menengiç
ağacının kökünü akşama kadar uğraşarak odun haline getirmiş, odunun iki katarını Düldül
adlı beygirine sarıp yorgun argın köyüne doğru ilerlemiş; kapı önlerindeki mahalle karılarının
“Kıyamet bugün kopacakmış.” muştuluklarını ala ala evinin yolunu tutmuştu. Evine
geldiğinde ise karısı, “Bey, sorma bugün neler oldu neler…” diye kendisini kapıda karşılayıp
da günü bir solukta özetleyince “Hay cibilliyetlerini siktiklerim.” diyerek üstünü başını
değişmeden, odunları katar etmeden bile televizyona koşmuştu.
Afrika’daki Boşiman kabilesinin genç üyesi Nigi de bugün, kötü ruhların tanrısı Goab’ın
kendisini, bir türlü yenemediği sağlık problemlerinden azat etmesi için sol elinin en küçük
parmağını kestirmişti. Nagi tarafından kesilen ve kanı akıtılan parmağın acısından canı ne
kadar yanıyor olsa da yine de erkekliğe bok sürdürmemeye ve Goab’ı güldürmemeye
çalışmıştı.
Bir dişinin arasına, annesinin akşam yemeği olarak verdiği közde pişirilmiş yaban pancarının
liflerinden biri girmişti, onu çıkartmak için uğraşıyordu. İşin zor tarafı bitti, artık bir iki haftaya
bir şeyim kalmaz, diye düşündü. İyileştikten, sağlığını kazandıktan sonra sevdiği kız Lili ile
yeniden burunlarını birbirlerine sürtebilirlerdi.
Antalya eski sanayide, tornacıda çırak olarak çalışan 14 yaşındaki Nedim, ara sıra ustasının
telefonda karısı ile konuştuklarına ve parça yaptırmak için gelen birkaç müşterinin
söylediklerine kulak misafiri olmuştu. Sonra öğle yemeği paydosunda pek adeti olmadığı
halde İbrahim Usta’nın verdiği az para ile ekmek arası köfte ve ayran yerken seyyar
köftecinin etrafındaki insanların İstanbul, Kudüs ve kıyamet temalı konuşmalarına denk geldi.
Yemek dönüşünde en uygun an diye düşündüğü bir boşlukta, “İbrahim Usta bugün kıyamet
mi kopacakmış? Herkes bir şeyler konuşuyor.” diye sordu. İbrahim Usta, istediği biçime
getirmeye çalıştığı yağlı araba parçasını sağ eline alıp, kafasını torna makinesinden kaldırıp
kaşlarını çatarak Nedim’e baktı.
–Kopacak kopacak, eğer sen sallanıp o parçaları toplamazsan kıyamet birazdan
kopacak, diye boş eliyle sabah süpürüp temizlemesini istediği metal parçalarını gösteriyordu.
Sonra da elini beşlik yapıp havaya kaldırarak son noktayı koydu.
Çalışan, üreten herkes işinde gücünde idi. Dünyanın bir yerinde büyük bir gürültüyle çığ
düşüyordu. Çığın içindeki kar taneleri bu birikintiyi kendilerinin oluşturduğundan habersiz, kar
taneleri ile birlikte önlerine geleni kendilerine katıp amansızca yamaç aşağıya doğru
kayarlarken dağın diğer yamaçlarındaki karlar da güneşte erimemeye çalışıyordu.
Dünyanın bir yarısı sabahtan beri Kudüs, İstanbul, Mesih ve kıyamet haberleri ile çalkalanıp,
yazılımlarında, inançlarında bulunan ve aldıkları yarım yamalak öğretilerle bilgisinin yalnızca
Tanrı’da olduğundan habersiz, kendilerinin neden oldukları kıyameti yaşarlarken diğer yarısı
da günlük geçim telaşlarında ve ekmeklerinin derdindeydi.
9 Nisan 2023 İstanbul 19.05
İsmet Müdür, kriz yönetim odasında yardımcıları ile beraber hararetli konuşmalar eşliğinde
son gelişmeleri değerlendiriyordu. Asayişten sorumlu müdür yardımcısı Tarkan Bey’e
dönerek “Anlat hele Tarkan, bu pezevenkler nasıl İstanbul’da kar üstünde yürüyüp izlerini
belli etmemişler?” diye sorunca o da duvardaki büyük İstanbul haritasının önüne geçip bir iki
öksürüp boğazını temizleyerek bilgilendirmesine başladı.
–Arz edeyim müdürüm, biz adamların fotoğraflarını medyaya verince 155’e asıllı
asılsız bir sürü ihbar geldi ama biz her ihbarı değerlendirdik ve Samatya Girit Mahallesi’nden
bir emlakçının ihbarı bizi faillere götürdü. Emlakçı bu İngilizlerden birine iki ay önce Girit
Mahallesi’nde eşyalı bir ev kiralamış. Ev Almanya’da yaşayan bir gurbetçininmiş, doğma
büyüme mahalleli olan emlakçı iki gün önce evin önünden geçerken bu adamların vip bir
arabadan indiklerini görmüş. Ve tabii evi kiraladığı adamı tanımış. Adam evi tutarken yalnız
kalacağım, demiş, onu böyle kalabalık bir grupla birlikte binaya girerken görünce kendisini
kandırdığını düşünerek çok kızmış. “Mal sahibi çok titiz, beş adam hayatta kabul etmez.”
diyor. Ertesi günü tekrar binaya gitmiş, kapıcıyla konuşmuş. Ama giren çıkan yok, tek kalıyor
cevabını alınca rahatlamış. Az ileride bulunan siyah minibüs yine dikkatini çekmiş, biz
fotoğrafları televizyonlara verince kiraya verdiği adamı hemen tanımış. Şu toplu olan, Alen
Zırtford, o kiralamış. Hemen sizi aradım, diyor.
–Doğru, yani adamları bulduk.
–Hem de her şeyi ile müdürüm. Olay yeri şu anda ev ve minibüste delil arıyor.
Mahalle abluka altında, bilen bilmeyen herkesin ifadesi alınıyor.
–Minibüsü de buldunuz yani.
–Şans eseri. Binada park sorunu var, kapıcı sık sık yanlış park eden arabalardan
yaşadığı sıkıntıya çözüm olarak bir deftere bina sakinlerinin arabalarının model, renk ve
plakalarını yazmış. İşte bu vip minibüsü de on dört numaralı dairenin diye not almış.
–Helal hırboya.
–Minibüs Florya’da bir rent a cara ait çıktı. Bugün sabah teslim edilmiş, adam arabayı
yıkamaya vermiş. Şu an araba ve yıkamacıda olay yeri incelemesi yapılıyor.
–Adamlar arabayı teslim ettiklerinde beraberler miymiş?
–Evet, beş tane yabancı diye ifade vermiş rent a car’cı. Sonra yoldan bir taksi çevirip
gitmişler.
–Olay yeri incelemeden herhangi bir haber var mı?
–Müdürüm mutlaka bir şeyler bulacaklar ama henüz çok taze, zaman vermeniz
lazım.
–Olsa canıma minnet ama yok işte, o dediğin bende yok! Üç saatten az vaktimiz
kaldı. Şimdi Tarkan, her şey ortada. Bu işi yapan pezevenkler, tövbe tövbe ölü adamların
ardından şimdi bu işi kendileri mi yoksa içeriden birilerinden yardım alarak mı yaptılar,
odaklanmamız ve cevabını bulmamız gereken soru bu.
–Aynen müdürüm bizim de yoğunluğumuz bu yönde. Şimdi ilk etapta herhangi
yardım aldılar mı bunu bulmaya çalışıyoruz. Aracın plakası tüm mobeselere bildirildi, şimdi iz
düşümünü çözmeye çalışıyoruz. Araç beş gün önce kiralanmış, beş gündür nerelerde
gezmiş, ona odaklandık. Yalnızca mobeseleri değil, zaman çelişkisi yaşanan yerleri,
dükkanları, binaları, yani lokal kameraları dahi kontrol ediyoruz. Zamandan sıkıntımız
olmasa tüm hareket çizimini çıkartırız da zaman işte, zaman…
–Neyse Tarkan, aynen devam, bak çok kısa sürede çorap söküğü gibi bir sürü şey
öğrenip baya yol aldık. Allah büyük, sen adamlarına ver coşkuyu.
–Aynen müdürüm, olayı tam detayı ile ileriki zamanda aydınlatırız, ondan şüphe yok.
Şimdi bunlara içeriden yardım yataklık eden birileri var mı? Varsa bu işin ne kadar
içerisindeler? Önceliğimiz bu.
–Aferin, aynen. Hasan şu ana kadar bulduklarımızı medyaya verelim, belki haber
kanallarında izleyenlerden birileri daha ihbarda bulunur. Hadi bakalım.
–Emredersiniz müdürüm.
–İngiltere’den hala bir haber çıkmadı. Albert denilen adamı yakalayamamışlar. Herif
zengin, güçlü bağlantıları vardır haliyle… Nereye kadar kaçabilecekse zırtapoz.
–Müdürüm bu işin arkasında baştan beri tahmin ettiğimiz gibi çok güçlü birileri var, bu
öyle alelade birilerinin yapabileceğinin çok üstünde.
–Orası öyle de Hasan vakit vakit! Tüm dünya el birlik çözmeye çalışıyor lakin zaman
o kadar kısıtlı ki aklıma geldikçe nefesim daralıyor, afakanlar basıyor. Tahliye planı hazır mı?
–Hazır sayılır müdürüm, AFAD acil kurtarma, bizimkiler ve askerler hep birlikte son
şeklini verdiler de…
–De’si ne Hasan?
–De’si müdürüm, bu en berbatı. Onca insanı ne yapacağız bilemiyorum, kriz
toplanma alanları oluşturuldu, Kızılay çadır kent kuracak.
–Ya dur, çadır kent falan en kötüsünden başlamışsınız.
–Ne yapacağız müdürüm onca insanı? Allah’tan Atatürk Havalimanı bize yakın ve
bizi orası kurtaracak, şimdiden orada hazırlıklar başladı. Sağ olsunlar askeri, belediyesi el
birlik hazırlığa başlandı. Yollarda tahliye için gerekli önlemler alınmaya başlandı. Halkın
çoğu, evlerinde kalmaları için yapılan anonslara ve uyarılara uyuyor, pazar olması da
avantajımıza. İşte, bir tek radikaller dikbaşlılık yapıyor biliyorsunuz, öğleden beri bir sürü
olaya karıştılar.
–Hasan zaman geçse, dünya değişse de hani derler ya, değişmeyen tek şey
evriminin gerçekliğidir. Çok şey değişse de bazı şeyler değişmiyor; değişime direniyor. Her
ne kadar direnseler de eninde sonunda bu devinimi kabul etmek zorunda kalacaklar, sanki
başka seçenekleri varmış gibi…
–Müdürüm dediğinizden pek bir şey anlamadım
–Anlamadığını anladım. Askerler, halk, belediye, Atatürk ve radikaller diyorsun, bu
siyah beyaz dama tablasında kim neredeyse oraya koy.
–Şimdi anladım müdürüm.
9 Nisan 2023 İsrail Kiryat Gat 19.20
Ariel, anne ve babası ile birlikte neredeyse iki saattir karşıda, ana yolda askerlerin gelecek
olan insan seline karşı bir bent oluşturma çalışmalarını seyrediyordu. İçerideki televizyonu
verandanın penceresinden görülecek şekilde ayarlamışlardı hem hiç durmadan kanaldan
kanala dolaşıp en taze haberleri, üzerlerindeki çiğ damlaları kurumadan öğrenmeye
çalışıyorlar hem de bir askerlerin bağırış çağırış içindeki set oluşturma çalışmalarını uzaktan
takip ediyorlardı. Artık otobandaki trafik tamamen durmuştu. Askeri ve resmi araçların
haricinde iki taraftan da hiçbir araç gelip geçmiyordu. Hatta otobanın arabalardan gelen
kendine özgü o lastik seslerine o kadar alışmışlar ki şu andaki sessizlik onlara çok garip
geliyordu. Fırtına öncesi sessizlik gibiydi. Normalde karşıdan gelen araçlar önce kendisi
görünür, bir süre sonra da lastik ve havayı yarmadan oluşan garip bir ses gelmeye başlardı.
Ses artar artar, çok geçmeden de bir vınlama ile gitgide azalarak uzaklaşır ve en sonunda
da ses yok olurdu. Tabii sonra da araba son tümsekten inişe geçerken karınca kadar kalarak
yok olurdu. Kudüs tarafına gidenler, sağa, rampaya doğru döndüklerinde kendileri gözden
kaybolur, sesleri hala duyulurdu. Şu an ise ne bir araç ne de ses vardı. Bu yüzden de
içerideki televizyonun sesini çok rahat duyuyorlardı.
Durumdan en çok Ariel’in annesi endişeliydi. Ne zaman herhangi bir kanalda Gaza
kaçaklarını gösterse ki neredeyse her kanaldaydılar “Ya bu insanlara nasıl müdahale Böyle
saçma birşey olamaz, kimseye bir zararları yok hem burası özgür bir ülke değil mi? Şu an o
gruptakilerin çoğu İsrail vatandaşı, Gaza’dan çıkan Filistinliler neredeyse azınlıkta kaldılar.
Saçmalık bu!” dedikçe 74 Savaşı’na katılan babası da “Ya hatun, asker ne yapsın? Durdur
derlerse durduracaklar, bunun başka bir yolu yok, emir demiri keser.” diye yanıt veriyordu.
–İyi de karşında gelenler demir, çelik değil; insan insan… Çoğu çoluk çocuk, kadın,
en önemlisi hepsi sivil. Sen adamların karşısına tankla, tüfekle çıkıyorsun, bu olacak şey mi
Allah aşkına?
–Vallahi orasını ben bilmem, genelkurmay karar verir ama durdur derlerse durdurmak
zorundalar.
–E, sonra ne olacak, durdurunca başları göğe mi erecek? Ya durmazlarsa…
–Zor kullanacaklar.
–Ne yani, ateş mi edecekler?
–Gerekirse evet.
–Nah ederler! Aha, şuraya yazıyorum; öyle bir şey yapsınlar bunun ceremesi çok ağır
olur. Bu ülke onun altından kalkamaz, deyip parmağını ağzına sokup sehpanın üzerini çizdi.
–Sen öyle zannet, bu ülke nelerin altından kalktı, bu cıbıldaklarla mı baş
edemeyecek?
–Edemeyecek işte, o cıbıldaklarla edemeyecek! Şuna bak ya, sen kimden yanasın?
–Kimden yana olacağım, elbetteki ülkemden yanayım, ben bu ülke için savaştım,
kurşun attım.
–Ama boşa atmışsın. Bir kere o dediğin ile bu farklı, onda karşınızda silahlı kuvvetler
vardı. Şimdi ise kendi halkın, siviller var, bunlara nasıl kurşun sıkılır?
–Ya hanım, sen de vur deyince öldürüyorsun. Onlara kim kurşun sıkıyor ki hem en
kötüsünü soruyorsun, sonra da aldığın cevaptan adamın üstüne üstüne geliyorsun.
–Sen demedin mi gerekirse zorla durduracaklar diye?
–Zorla durdurmanın bin çeşit yolu vardır, öldürecekler demedim yani.
–Sen demedin de bak kaç tane tank mevzilendi.
Ariel o zaman ilk kez annesi ile babasının tartışmasına dahil oldu.
–Ben sekiz tane saydım, üç bir tarafta, üç diğer tarafta, iki de yolda var.
–Bak sekiz tane, gördün mü? Sergiye, pikniğe mi geldi bu tanklar? Başka koca koca
araçlar da var.
–Zırhlı onlar.
–Her ne boksa. Sanki karşıdan ordu geliyor.
Ariel karşıdan ilk grubun gözüktüğünü fark etti. “Vallahi geliyorlar.” diye bağırınca annesi
oğluna dönerek “Sen de mi baban gibi düşünüyorsun da ordu geliyor diyorsun?” diye sordu.
–Yok anne, ben senden yanayım ama bak Kumru Tepesi’nin oraya ne demek
istediğimi anlayacaksın, deyip eliyle otoyolun en ilerisini gösterince annesi gözlerini kısarak
verandanın ön ucuna doğru gitti.
–Hakikaten geliyorlar, ben de gördüm, deyince babası oturduğu ahşap koltuktan
doğrularak hanımının yanına gitti.
–Şenlik başlıyor.
–Bana bak, sen çok oluyorsun ama şenlik başlıyormuş… Çok meraklıysan içeriden al
tüfeğini de sen de katıl.
“Ya ne alaka?” diye annesini yatıştırmaya çalışsa da kadın alevlenmişti bir kere, yatıştırmak
ne mümkün?
–Sen askerlere katıl, bilesin ki ben de aha şimdi soyunup o mavi zambak çarşafa
büründüğüm gibi karşı tarafa geçiyorum. Vurmaya başlayacaksan benden başla, e mi?
Vicdan sahibi kadın neredeyse ağladı ağlayacaktı. Adam, karısına sarılıp “Ay gülüm, o nasıl
söz öyle? Allah benden alsın sana versin ömrümü.” falan dese de annesi algılarını çoktan
kapatmıştı, dinlemiyordu bile.
–Bak gördün mü? Başkasının annesini, karısını, çocuğunu durdurmak, zor
kullanmak, ateş etmek kolay ama kendi karını karşında düşündün mü benden alsın sana
versin… Bu ikiyüzlülük, empati yapamamak, vicdansızlık…
–Ya hanım konuyu nerden aldın nereye getirdin? Dur zaten canım sıkkın, üç kuruşluk
bir enerjim var onu da sen emip bitirme. Tamam, kabul ediyorum sen haklısın, yeter Allasen
yeter. Zaten ben de senin anladığın şekilde zor kullanacaklarına inanmıyorum. Tüm
dünyanın, medyanın önünde öyle bir şey, kendi ayağına sıkmak gibi olur.
–Yani şimdi sen şunu söyle; medya, dünya görür diye mi yapmazlar diyorsun yoksa
inandığın için mi?
–Bak hanım, yeter dedim, daha da gelme üstüme, inandığım için tamam mı?
İnandığım için.
–Ama öyle olduğuna ben inanmıyorum, deyince Ariel artık kayıtsız kalamayacağını
anlamıştı.
–Tamam anne, işte adam inandığım için diyor, daha da uzatma sen de.
–Hadi ordan, hepiniz aynısınız. Erkek değil misiniz, alayınız aynı! İnanıyormuş,
külahıma anlat sen onu.
–Kız vallahi öyle düşündüğüm için söyledim, sana yalan borcum mu var? Bak
göreceksin, bir şey olmayacak. Askerler iyi önlem aldılar, aşamayacaklarını anlayınca el
mahkum biraz bekleyip geri dönecekler.
Anne artık çok gerilmişti, “Dönmeyecekler, dönemezler. Hele bir dönsünler, kaldıkları yerden
ben devam ederim.” diye katıla katıla ağlamaya başladı.
Ariel de babası da bir anlam veremediler, önce bugünün bir sinir boşalması olduğunu
düşündüler ama kendi kendine mırıldanarak ağlayan kadının hiç de öyle düşündükleri gibi bir
durum içinde olmadığını anladılar. O süklüm püklüm, kendi halindeki kadın gitmiş, içinden bir
Zeyna, bir amozon savaşcısı çıkıvermişti adeta. Ariel ile babasının, annesini sakinleştirmek
ve yatıştırmak için yaptıkları girişim, annesinin sertçe kalkan eliyle yarıda kesilmişti.
Sehpanın üzerindeki, yağda kızartılmış yenmiş biftek parçalarını bir tabakta kediler için
ayıran ve çilingir sofrasını hışımla toplayan kadını seyretmekten başka ellerinden bir şey
gelmiyordu. Kadın burnunu çeke çeke içeriye, mutfağa gitti. Ariel, “Baba huyunu bilmiyormuş
gibi fazla üstelemiyor musun?” diye sordu.
–Ne dedim ki? O sordu, ben cevap verdim, sonra da heyheylendi.
–Baba sence ne olacak şimdi? Baksana karşı karşıya geldiler. Karşı taraf habire
çoğalıyor, sence dururlar mı?
–Onların durmasından çok, benim endişem bu taraf işi nereye kadar götürecek?
Yaptıkları hazırlığa bakarsan her ne pahasına olursa olsun durdurmakta kararlılar. Askerler
resmen savaş pozisyonu aldılar.
–Baba öyle bir şey katliama neden olur.
–Bence de.
Beş dakika geçmemişti ki askerlerin kapattığı yolun karşısında oluşan insan seli otoyolu,
şarampolü ve tarlaları kaplamaya başlamıştı. İşin garibi, bulundukları yerleşim yerinden
gruba katılmak için hazırlık yapıp bekleyenler, televizyonlarda askerlerin yürüyüşü
durdurduklarını görünce otoyolun bu tarafından da tıpkı onlar gibi rengarenk çarşaflara sarılı
bir şekilde yürümeye başladılar. İki grubun arasında kalan askerlerin şaşkınlıkları,
koşuşturmaları ta buradan gözüküyordu. Televizyonlar asker ile grubun karşı karşıya
gelmelerini, komutanlar ile grubun liderleri arasındaki konuşmaların çekebildikleri kadarını
izleyicilerine naklen duyurmaya çalışıyorlardı. Askerler her ne kadar savaş pozisyonu almış
olsalar da grubun liderleriyle nazikçe ve adeta yalvaran tarzda geri dönmelerini, geçişlerine
kesinlikle izin vermeyeceklerini anlatıp onları razı etmeye çalışıyorlardı.
–Ariel, git anneni çağır da bir şey olmadığını, kimseye zarar verilmediğini kendi
gözleriyle seyretsin.
–Anne anne! Gelsene, bırak bulaşıkları, verandaya gel, diye seslendi bir iki seslenip
bekledikten sonra içeri, mutfağa yöneldi
–Anne, kız anne, gel bak…
Fazla geçmeden geri geldi ve babasına, annesinin mutfakta olmadığını söyledi.
–Baba, annem yok.
–Ne demek yok?
–Yok vallahi, her yere bakıp seslendim ama hiçbir yerde yok.
–Oğlum nerede olacak? Banyoda ya da tuvalettedir.
–Baba oralara da baktım, yok annem gitmiş.
–Oğlum nereye gidecek, bir yere gidilecek gün mü bugün?
Baba ile oğul bir anda göz göze geldiler, dilin söyleyemediklerini gözler söylemişti.
–Yok artık, o kadar da değil, sakın gitmiş olmasın!
–Galiba baba, deyince her ikisi de askerlerin o tarafa bakmaya, o kadar mesafeden
tam belli olmasa da kendisini aramaya başladılar.
Kalabalıkta kim, kim pek belli olmuyordu. Nedense mor çarşaflı birisi Ariel’in gözüne takıldı.
Bir askerle abartılı el kol hareketleri ile konuşan mor çarşafa bürünmüş birisi annesine
benziyordu.
–Baba bak, cipin yanında askerle konuşan mor renkli kadın, o annem olabilir mi?
Adam, endişeli ve sabırsız bir ses tonuyla kalabalıktan gözünü ayırmadan “Hangisi Ariel?”
diye sordu.
–Bak şu sağdaki cipin, uzun antenli olan var ya, oradaki morlu.
–Oğlum benim gözler seninki kadar seçici değil. Git de çekmeceden dürbünümü
getir, hadi çabuk.
Ulan kadın, eğer o cehenneme gittiysen ölümlerden ölüm beğen, diye kendi kendine
söylenmeye, içeriden geçirdiği sinir krizini dışa vurmaya başlamıştı. Ariel dürbünü babasına
vermeden önce şüphelendiği mor çarşaflıya baktı.
–Hay ananı sikeyim, diye bir küfür bastı. Babasının gözüne bakarak dürbünü ona
uzattı. Oğlunun tavrından biraz sonra göreceği şeyi anlamıştı.
“Orada, değil mi?” diye sordu, dürbünü almak da bakmak da istemiyordu. Ariel babasına
herhangi bir cevap vermedi, dürbünü alması için yukarı doğru bir iki kaldırıp uzattı. Adam
dürbünü alıp baktığında görmek istemediği şeyi, tam da iki yuvarlağın içerisinde görüyordu.
Bacaklarının titrediğini hissetti. Karısı, karşısındaki askere hararetle bir şeyler anlatıyordu.
Şu anda o askere acıyordu. Kendi tecrübelerinden biliyordu, askerin hiçbir şansı yoktu ve
tahmin ettiği gibi de oldu. Asker seninle mi uğraşacağım der gibi bir el hareketiyle karısının
yanından çekip gidince, evlerinin olduğu yere doğru dönen kadın ile göz göze geldiler. Tüm
tüyleri diken diken olmuştu, bir an nefesi kesildi. Karısı da kendisini verandadan dürbünle
izlediğini anlamış olsa gerek ki merceğinde göz göze geldiler. Karısı gülüyordu. Bir göz
kırpıp, öpücük gönderip, arkasına döndü ve biraz önce yanından ayrılan askerin gittiği tarafa
doğru koşmaya başladı. O koşarken zambak çiçeklerinin karısının o narin bedenini nasıl
sarmaladıklarını görüp kıskandı. Biraz önce aralarındaki konuşma aklına gelince içi yandı
Değil zambak çiçeklerinden vurmak, o çiçekleri koklamaya kıyamazdı. Seni seviyorum
kadın…” diye rüzgara fısıldadı, belki rüzgar aldığı emaneti sahibine ulaştırır umuduyla.
9 Nisan 2023 İstanbul 19.20
İstanbul Belediyesinin Kriz Koordinasyon Merkezi Akom’da tarifi zor bir gün yaşanmaktaydı.
Akom’un salonunda Genelkurmay Başkanı, İstanbul İl Alay Komutanı, Büyükşehir Belediye
Başkanı, İstanbul Valisi, İl emniyet müdür yardımcılarından en az ikisi, itfaiye daire başkanı,
Afad İstanbul Başkanı ile kentin en üst yetkilileri hazır bulunmaktaydı. Akom personeli duvar
kenarına dizilmiş olan sandalyelere oturmuştu. En kötü durumlarda bile görmeye alışkın
olmadıkları bu kadar üst düzey yetkiliyle aynı havayı solumaktan dolayı tedirgin
gözüküyorlardı. Eskiden en üst yetkili olarak büyükşehir belediye başkanının oturduğu
salona en hakim konumdaki koltuğa bugün Cumhurbaşkanı yardımcısı oturmuş, toplantıyı
başlatıyordu.
–Arkadaşlar, son hazırlıkların üzerinden geçerek tahliye planını uygulamaya
koyacağım. Allah’ın izniyle en kötü senaryo bile gerçekleşse hiçbir vatandaşımızın
burnu bile kanamadan bu badireyi atlatacağız. Şimdi tüm yetkililere soruyorum,
planda olup da kendi görev ve sorumluluklarında eksikliklerden veya herhangi bir
sebepten dolayı gerçekleştirilemeyecek, aksayacak bir durumu olan var mı?
Salona bakarak kimsenin el kaldırıp söz istemediğini görünce devam etti.
–Ala. Şimdi son hazırlıkların kalem kalem bir üzerinden geçelim, sonra gözümüzden
kaçan bir şey kalmasın. Start verildi mi tahliye planı süratle gerçekleşmeli. Öncelikle
trafik, buyurun müdür bey diye İstanbul İl Emniyet Müdür Yardımcısına söz verdi.
–Efendim tahliye planının hazırlanması ile birlikte biz Yedikule Zindanları ile asıl
toplanma yeri Atatürk Havalimanı arasındaki yaklaşık 15 kilometrelik ana arterin
tamamını boşalttık. Tahliye süreci başladığında şu andan itibaren tüm yollar tahliye
araçlarına tahsisi edilecektir. Ulaşımda herhangi bir zorluk yaşanmayacaktır.
İçişleri Bakanı söz aldı.
–Bombanın etki alanı üç kilometre olmasına rağmen biz bunu beş kilometre çap
olarak belirledik. Altın Kapı’yı merkez noktası olarak düşünürsek beş kilometrelik
alandaki herkesi tahliye edeceğiz. Şu anda mahalle mahalle, semt semt, kapı ve
sokak numaralarına kadar belirledik. Bu hatta görevli kolluk kuvvetleri, hazır
durumdadır, startın verilmesini beklemektedirler.
İstanbul Belediye Başkanı söz aldı.
–Büyükşehir belediyesi olarak tüm alt birimlerimiz alarm durumundadır. Tahliyeyi
yapacak acil ulaşım eylem planına uygun İETT, özel halk otobüsleri ve İstanbul Ulaşım A.Ş
bünyesindeki araçlarımız, bölgeye en yakın yerlerde konumlandırılmış durumdadır. 70’e
yakın helikopter, tam kadro görev yerlerindedir. Denizden yapılacak tahliye için İstanbul
Şehir Hatları vapurları Yenikapı’da hazır durumdadır. Şehrin belirli yüksek yerlerine
yerleştirilmiş olan afet kameralarının tamamı Yedikule Hisarı’nı çevrelemiş durumdalar,
ekrandan da görebilirsiniz, diye karşı duvarın tamamını kapsayan ekranları gösterdi.
–Gerek İgdaş gerekse İski olarak bombanın tesir edeceği beş kilometrelik alanı bir
kanser gibi işaretleyip o bölgeyi tüm alt yapıdan soyutlamak için planlamalar yapıyoruz.
Bombanın patlamasından on beş dakika önce tüm elektrik, su ve doğalgazı, kısaca tüm
enerji hatlarını keseceğiz, kör nokta haline getireceğiz. Şehrin en az zayiatla bu olaydan
çıkması için ekiplerimiz canla başla çalışıyor. Ana tahliyenin yapılacağı Atatürk
Havalimanı’na şimdiden Halk Ekmek’ten ve Hamidiye A.Ş’den gelen desteklerle yığınaklar
yapılmaya başlandı. Tahliye gerçekleştiğinde vatandaşlarmız için en azami ihtiyaç olan gıda
malzemeleri stoklanıyor. Herhangi bir ihtiyaca cevap verebilecek sağlık personeli de
şimdiden eski havalimanına gitmiş, gerekli hazırlıklara başlamış durumdadır. Tahliye kriz
koordinasyon merkezi AKOM, yani bu salon için telsiz ve iletişimde ihtiyaç duyulabilecek her
türlü ekipman için hazırlık yapılmaktadır. Patlamanın sonrasını arama kurtarma hizmetleri
müdürümüz size sunacaktır, deyip sözü itfaiye daire başkanına bıraktı. İstanbul’da bulunan
125 itfaiye istasyonundan bölgeye en yakın olanlardan 200 civarında aracı hazır tutuyoruz,
bunlardan yaklaşık yarısı bir saate kadar en yakın konuma hareket edeceklerdir. İki yangın
söndürme uçağı ve yedi tane helikopter de hızlıca bölgeye intikal edebilecek en yakın
merkezlerde konumlanmış olacaktır. Personelin tamamına radyoaktif korumalı özel kıyafetler
dağıtılmıştır. Teçhizat olarak herhangi bir ihtiyacımız yok, eksikliklerimizi tedarik etmiş
bulunuyoruz.
Afad Başkanı:
–Efendim biz de özel kıyafetlerimiz ve araçlarımızla tam kadro, bölgeye en yakın
yerde konumlanmış olacağız, herhangi bir ihtiyaçta çok hızlı bir şekilde intikalimizi
yapabileceğiz.
İstanbul Alay Komutanı:
–Bizde de gerekli görevlendirmeler yapılmış ve görev emirleri ilgili bölüklere verilmiş
durumdadır. Komutanlarımız görevlendirildikleri bölgelerde tahliye işlemine yardım ve
koruma sağlayacaklardır. Kışlalarda tüm hazırlıklar bitti, intikale hazır durumdalar. Deniz
kuvvetleri çoktan yerini aldı. Bölgeye acil eylem planına dahil olmayan hiçbir deniz aracı
yaklaşamamaktadır. Patlamadan yarım saat önce tüm boğazda deniz trafiği durdurulacak
şekilde önlem alınmıştır.
Oturumu yöneten Cumhurbaşkanı Yardımcısı “Peki patlama gerçekleşirse radyoaktif
serpinti ile ilgili neler yapabileceğimiz hakkında bir planımız var mı?” diye yanında oturan
genelkurmay başkanına sordu.
–Uzmanlarımız ne tür bir radyoaktif bir serpinti ile karşı karşıya olduğumuzu
hesapladılar ama bununla baş edebilmek, etkiyi sıfıra indirebilmek için tam bir yol yok. NATO
müttefiklerimizden uzmanlar ile görüş alışverişi devam ediyor, onun için size tam bir şey
diyemem ama kötünün iyisi var. Meteorolojinin tahmini, rüzgarın kuzeyden eseceği yönünde,
radyoaktif serpinti İstanbul’a değil; güneye, deniz tarafına gideceğini ümit ediyoruz.
–Bu güzel işte, koca yirmi milyonluk şehir. Arkadaşlar başka bir şey ekleyecek yoksa
oturumu burada bitiriyorum. Tahliye emrini, Sayın Cumhurbaşkanı bizzat kendisi verecek,
herkese kolaylıklar dilerim. Gazamız mübarek. Allah yardımcımız olsun.
Salona söz almak isteyen var mı diye bir bakıp bekledi, el kaldıran olmayınca “Teşekkürler.”
deyip oturumu bitirdi.
Herkes görev yerlerine gitmek için ayağa kalkarken karşısında farklı farklı ekranlara
yansıyan bölgeye baktı. En büyük iki ekranda Altın Kapı’da asılı olan altın tozuna batırılmış
meftaylara bakarak bu belayı başlarına saranlara lanetler okudu. Dile kolay yarım milyona
yakın kişi durduk yerde tahliye edilecekti. Allah’tan Yedikule Hisarı’nın etrafında İstanbul’un o
korkunç keşmekeş şehirleşmesi yoktu. İstanbul’da yeşilliği en bol alanlardan biriydi yoksa bu
rakam baş edilemez bir hal alabilirdi. Tabii bu tahliyenin mega kentteki yansımaları olacaktı,
bunu yatıştırmak Cumhurbaşkanı’nın halka hitaben konuşmasında saklıydı. Konuşmayı
İstanbul’daki gelişmelere göre yayınlamayı planlamışlardı ama gerekli görmeleri halinde öne
çekebilirlerdi.
Tahliye planı kademe kademe en ince ayrıntıları dahi kapsıyordu. Yeşilden başlayıp
kırmızıya doğru renk alan bir zamanlamayla gidiyordu. Her ne kadar detaylı bir şekilde
planlansa da onca insanın tahliyesinde birtakım aksilikler, aksaklıklar olabilirdi ve plan bu tür
aksaklıklara karşı anca anında müdahale ile giderilme yolu seçeneği sunuyordu. Yoksa bir B
planı hazırlamaya ne zaman ne de enerji vardı. Sonuçta küçük de olsa şehrin göbeğinde
patlayan bombanın artçıları mutlaka olacaktı, teknik uzmanlar şimdiden bu artçıları belirleyip
önlem almaya çalışıyorlardı. Zor saatler kendilerini bekliyordu. En çok korkulan da
patlamadan sonraki gelişmelerdi, düşündükce tüyleri diken diken oluyor, tansiyonu çıkıyordu.
Mega kent İstanbul’un göbeğinde nükleer bir bomba nasıl çıkmasın? Artık top
Cumhurbaşkanı’ndaydı. “Başlayın!” dediği anda şehrin görüp göreceği en büyük kitle
tahliyesi o dar zamanda yapılacaktı.
9 Nisan 2023 İsrail 19.30
Gaza kaçakları ve İsrail’in her kesiminden onlarla birlikte yürüyen insanlar, yorulan
vücutlarını ve şıpıdık terlik içinde isyan eden ayaklarını bile hissetmeden barış ve kardeşlik
içinde ilerlemelerini sürdürüyorlardı. Hüseyin, bu kalabalığa yaklaştıkça insanların
ilerlemesine engel olan bu birikintinin nedenini anlayıverdi.
Bu her zamanki baş belaları, kamuflajlı, tam teçhizatlı askerler de nereden çıkıvermişti?
Annesi de kendisi de iyi dirayet göstermişti. Yürüyüşü bırakmak zorunda kalan ve kendilerini
yol kenarlarına bitkinlikle atıveren insanları görmüşlerdi. Kendileri ön gruba yakındılar, arka
grupta ise daha çok yaşlı, çoluk çocuk ve kadınlar vardı. Oralarda kopma daha fazla
olmuştur, demişti annesi. Ama ön grupa yeni katılan bir sürü insana da şahit olmuşlardı. İşin
güzeli, yürüyüşe yeni dahil olanlar da günlük kıyafetleri ile değil, aynen kendileri gibi çarşaflı
ve bornozlu şekilde yürüyüşe katılıyorlardı. Kim, kimdir belli olmuyordu ve her yeni katılan
daha bir enerjik, neşeli oluyordu. Herkes efsunlanmış gibiydi, yüzler gülüyordu.
Bugün, kendilerine en büyük acıları yaşatan ülkenin vatandaşları olarak gördükleri hatta
içten içe nefret ettikleri İsrailliler, ayna misali unutmuş oldukları gülümsemeleri ve
tebessümleri yansıtıyorlardı.
Gülücüğe karşı tebessüm tam yansıma olmasa da başlangıç olarak bu da iyi bir ilerlemeydi.
Hatta kendi kendisini sorgular bile olmuştu acaba bu insanlardan öyle nefret etmekle hata mı
ediyoruz diye. Geçen her bir dakika ve karşılıklı gelişen her iletişim, toplumları birbirine
yaklaştırıyordu. Ta ki yine o kamuflajlar içerisindeki tanıdık İsrail askerlerini görünceye
kadar… Onların oluşturduğu hat boyunca grubun geriden itmesi ile yürüyüş sağa sola doğru
genişlemiş ve karşılıklı iki hat yüz yüze gelmişti. Yürüyüş liderleri, komutanlar ile hararetli
konuşmalar yapıyor, grubun geçmesine izin vermelerini istiyorlardı. Hüseyin, annesi “Dur!”
dese de konuşmaları iyi duyabilmek için öne doğru hamle yapıyor; sağa sola kayarak
önünde bulunanların kafalarının arasından parmak uçlarının üstüne dikilerek konuşulanları
duyup görmeye çalışıyordu. İlerlemek istiyordu ama ne mümkün? Yine de taraflar bağıra
bağıra konuştukları ve herkesin sessiz kalmaya gayret etmesinden dolayı konuşmaları
duyabiliyordu. Önde, askerlerle İbranice konuşan lideri duyunca yürüyüşün liderlerinin
değişmiş olabileceğini düşündü. Hüseyin konuşmaların çoğunu anlasa da Arapça gibi tam
vakıf olmadığından anlamadığı kısımları da mantığı ile doldurmaya çalışıyordu.
–Komutan burası özgür bir ülke ve ben İsrail vatandaşıyım, istediğim yere gidebilirim,
bize engel olamazsınız.
–Gidemezsiniz efendim, ben de İsrail askeriyim ve bana verilen emir, bu grubun
karşıya geçmelerine engel olmamız.
–Bakın komutan, ben avukatım ve bu yaptığınız kanunlara aykırı, yarın sizi dava
ederim.
–Beyefendi istediğinizi yapmakta serbestsiniz ama karşıya geçemezsiniz.
–Ne demek karşıya geçemem? Kanunlara aykırı hiçbir şey yapılmıyor burada.
–Bu yürüyüşün tamamı kanunsuz. Toplantı ve yürüyüş ya da eylem izniniz var mı?
–Böyle bir izin alma zorunluluğu yok, buradaki hiç kimse kanunsuz bir şey yapmıyor.
–Beyefendi nasıl yapmıyor? Grubun yarısı Gaza’dan kaçtı. Pasaportsuz, başka bir
ülkenin vatandaşı…
–Komutan sen yokken o insanlar buradaydı, bu toprağın insanları. Hem barışçıl bir
amaçla Kudüs’e gidiyorlar, hiçbir taşkınlığa, kriminal bir olaya mahal vermiyorlar. Asıl sizin
yaptığınız onları kışkırtmak.
–Beyefendi ben emir kuluyum, askerim. Bunun kararını ben vermeyeceğim, gidin
üstlerimle konuşun, benim elimden bir şey gelmez.
Bu arada askerlerin arka tarafındaki kalabalık da her geçen dakika artıyordu ve onlar bizim
taraftakilerden çok daha enerjik ve ateşlilerdi. Komutana karşı tarafa geçmek istediklerini
söylüyorlardı ama buna kendileri bile inanmıyor gibiydi. Görünüşleri hiç inandırıcı değildi zira.
Evet, köprünün karşı tarafındaydılar ama onlar da aynen kendilerine benziyordu. Üzerlerinde
renkli, farklı farklı desenli, baskılı çarşaflar… Kimisinin ayaklarında terlik, kimisinin de spor
ayakkabılar…
–Kardeşim bıraksana, biz karşıya geçmek istiyoruz. Deminden beri karşı tarafa, bu
tarafa geçmek yok demiyor musun? Al işte, biz karşıya geçeceğiz, açın yolu. Bize niye engel
oluyorsunuz?
–Hanımfendi geçiş yok, niye anlamıyorsunuz?
–Demin geçiş yok demiyordun, bu tarafa geçemezsiniz diyordun. Şimdi niye ağız
değiştiriyorsun? Biz karşıya geçeriz. Sana verilen emir, insanları bu tarafa bırakmamaman
üzerine değil mi?
–Bak karşıya geçersen bu tarafa geçemezsin sonra.
–Sen şu zırhlıları bir kaldır, biz bir karşıya geçelim, sonrasını düşünürüz. Komutan iki
taraftan ablukaya alınmıştı, söz yetiştirmeye çalışmaktan eli yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Vücudunun her yeri alev alev yanıyordu, köprünün altından geçen nehir bile kendisini
serinletmeye yetmiyordu. Hatta son on dakikadır öylesine bunalmıştı ki kendini serin sulara
atmak istiyordu. Aldığı emir kesin ve netti: Kimse nehrin karşı tarafına bırakılmayacak.
Söylemesi kolaydı ama yapması hiç de kolay değildi. Hatta imkansız olduğunu düşünmeye
başlamıştı bile çoktan. Askerdi, üstelik zor bir ülkenin askeriydi. Ülkesinin güç konumundan
dolayı İsrailli her kız iki, oğlanlar da üç yıl zorunlu askerlik yapıyorlardı. Üstelik kendisi
subaydı hem de birçok zorlu eğitimden geçmiş, tecrübeli bir subay. Ama almış olduğu
eğitimleri şu anki durum ile karşılaştırıldığında pek de bir benzerlik bulamıyordu hatta ilk kez
böyle bir duruma şahit oluyordu. İsrailliler ve Filistinliler yek olmuş, karşılarında duruyordu.
Toplumun her dininden, mezhebinden, kesiminden, kısaca her zümreden insan vardı. Hiçbir
taşkınlık yapmıyorlardı, toplu hipnotize edilmiş gibilerdi. Değil kaba kuvvet, taşkınlık bile
yapmıyorlardı. Yalnızca karşıya geçip yürüyüşlerine devam etmek istiyorlardı. İşin kötüsü o
kadar da medya canlı yayın yapıyordu. Öndekiler telefonlarını döndürdüğünde kendini cep
telefonunun ekranlarında görmüştü, sinirle bağırıp çağıran tek kişi, kendisiydi. Grubun
yapacağı her şeye karşı hazırlıklıydı, her farklı duruma karşı bir planı vardı ama bu kadar da
koyun sürüsü gibi uysal bir kalabalık olunursa askerler ne yapabilirdi ki? Üstelik çevreleri, iki
taraftan da sarılmıştı, kasabadan bir sürü yeni katılımcı da gitgide genişleyen bir çizgi
halinde çayın bu tarafına yayılıyordu. Hemen zırhlının içine gidip komutanını aradı.
–Komutanım grubun önünü kapattık ama engel olabilmemiz mümkün gözükmüyor.
Üstelik kasabadan da bir sürü gelen var, yeni emirlerinizi bekliyorum, deyip topu komutanına
attı.
Gözünü kısıp, zırhlının camından mahşeri kalabalığın hareketlerini izleyerek komutanından
gelecek fırçaya hazırlandı.
–Binbaşı her şeyin farkındayız, bir sürü kanal oradan canlı yayın yapıyor. Sende
önce genelkurmaydan beni aradılar. Sen bir şey yapma, bırak geçsinler, yapacak bir şey
yok. Ne cehenneme giderlerse gitsinler.
Binbaşı komutanından duyduğu bu emire oldukça sevindi, sesini kontrol ederek
“Emredersiniz komutanım.” deyip zırhlıdan çıktı. Kalabalık hala kendini sıkıştırmaya
çalışıyordu ama o onları yara yara köprüdeki zırhlının üstüne çıktı ve yürüyüş grubunun
liderlerine seslendi.
–Arkadaşlar tamam, çekiliyoruz. Yürüyüşünüze devam edebilirsiniz ama lütfen
araçların manevra alanını boşaltın, ters bir durum olmasın sonra. Sakince köprüden
geçebilirsiniz, deyince o sessiz gruptan kendilerinden beklenmeyecek korkunç bir “Oley!”
sesi yükseldi. Beş dakika sonra açılan ve genişten başlayarak daralan köprüdeki ilerleme,
droneların çektiği rengarenk bir ağacın görüntüsünden itibaren kaldığı yerden devam etti.
9 Nisan İngiltere Londra 19.40
Polis Şefi Robert, iki saattir adamın Londra’daki mülklerini ve bulunabileceği tüm yerleri
basmalarına karşın hala Albert Simon’u bulamamalarına deli oluyordu. Onu sabah evinin
önünden alan taksi şoförüne ulaşmışlardı ama kendisi, Mr. Simon’u binanın önünden
aldıktan sonra Londra’nın çıkışına kadar götürdüğünü, karşılığında elli pound verdiğini ve
kendisini görmediğini tembih ettiğini söylüyordu. İyi para aldığından dolayı, saati de tam
hatırlıyordu. Simon’u bıraktığı yerdeki tüm mobeseler ve sokakta bulunan dükkanların
kameraları taranmaya başlamıştı ama gel de bunu emniyet müdürüne anlat! Adam delirmiş
gibiydi, her on dakikada bir kendisini arıyor ve sonucu soruyordu. “Nerede bu adam?”
Londra’daki tüm polisler ve diğer kolluk kuvvetleri, işlerini güçlerini bırakmış Albert Simon’u
arıyordu. Adam sanki yer yarılmıştı da içine girmişti. Yok yok yok! En sonunda beklediği
haber geldi: Albert Simon taksiden indikten sonra yoldan geçen bir başka taksiye binmiş, bu
görüntü de bir mobese kamerasına takılmıştı. Taksi plakası da yolun devamındaki kavşaktabulunan mobeseden tespit edilmişti. Şoförünü bulup Albert Simon’u sorduklarında adam
önce kem küm etse de polislerin tavrından nasıl bir işin içinde olduğunu anlamıştı. Kendisini
Londra’nın en pahalı sayfiye yerlerinden biri olan ve hemen herkesçe bilinen Sir Frank
Stewart’ın malikanesine bıraktığını söylemişti. Adam ona yüz pound verip diğer taksiciye de
söylediği gibi kendisini görmediğini tembihlemişti. Polis şefi, Sir Frank Stewart’ı duyunca
hemen emniyet müdürünü aradı.
–Efendim Albert Simon’un son bindiği taksiyi bulup şoförünün ifadesini aldık. Şoför
adamı, Sir Frank Stewart’ın malikanesine bıraktığını söylüyor.
–Sir Frank Stewart’ın malikanesine mi?
–Evet efendim. Hemen herkesin bildiği gibi Sir Frank Stewart, İngiltere’de avam
kamarasında görev yapmış çok ünlü bir siyasetçidir. Kraliyet ailesiyle sıkı bağları olan çok
güçlü bir kişidir.
Acaba o malikanede ne bok yiyordu? Yoksa Sir Frank Stewart da mı bu işin
içindeydi? Emniyet Müdürü Canroy, ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi. Telefonda emrini
bekleyen Şef Robert’a dönüp “Şimdi kapat Robert, ben seni birazdan arayacağım.” dedi ve
odada bulunan yardımcılarına baktı. ”Ne boktan bir iş bu ya, ne yapacağız? O malikaneye
sirenleri çalarak gidemeyiz, ne yapsak?” diye iç sesini dışa verdi. Yardımcıları ile kısa bir
durum değerlendirmesi yapıp en iyisi on numarayı aramak sonucuna vardılar.
–Alo başbakanım, Albert Simon’un izini bulduk.
–İyi ya işte, daha ne bekliyorsunuz? Alın hemen.
–Efendim taksici Albert Simon’u Sir Frank Stewart’ın malikanesine bırakmış.
–Ne? Sir Frank Stewart’ın malikanesi mi?
–Evet efendim, ne yapalım?
–Kapat, ben seni arayacağım.
İki dakika geçmişti ki Başbakan geri aradı.
–Müdür Bey, hemen herifi oradan alın ama sivil arabalarla ve sessiz sedasız.
Anlaşıldı mı? Bu olay dışarıya, hele hele medyaya kesinlikle yansımamalı.
–Emredersiniz efendim, azami dikkat gösterilecektir.
–Müdür, hata kabul etmem. Yansımayacak, o kadar!
–Emredersiniz Başbakan’ım.
On beş dakika sonra Sir Frank Stewart’ın otuz üç dönümlük arazideki on dördüncü yüzyıldan
kalma o zamanlar av köşkü, yazlık ve dinlenme şatosu olarak kullanılan yirmi beş odalı,
dillere destan malikanesinin önünde hızla gelen dört tane siyah sivil araba durdu.
Malikanenin kahyası, gelen siyah takım elbiseli resmi misafirleri karşılamak için merdivenin
başına çıktığında, gelenler de ikişer ikişer merdivenleri çıkarak ana boşluğa kapının önüne
geldiler.
–Size nasıl yardım edebilirim?
Polis bir adamın fotoğrafını göstererek “Albert Simon burada mı?” diye sordu
–Hayır efendim, Mr. Simon’u tanırım ama burada değil. Zaten Sir Stewart, bugün
malikanede değil. Bir iş gezisi için dün İrlanda’ya Dublin’e gitmişti.
–Evde kimler var?
–Hizmetliler ve Bayan Stewart efendim.
–Herkesi salonu toplayın, hemen! Kaç hizmetli var?
–Benimle beraber dört kişi, diğerleri izinli.
–Hadi kardeşim, herkes buraya.
Herkes, bir anda salonda toplandı. Polis, fotoğrafı gösterip “Bu adamı gören var mı?” diye
sorunca kimseden ses çıkmadı.
–Bakın Sir Stewart’ın hatrına odalara henüz dalmadık. Bu adamı bugün burada
gören var mı? Sonra başınız ciddi probleme girer, bilesiniz, deyince güvenlik elini kaldırdı
–Sabah taksi ile geldi, zannedersem Bayan Stewart’ın misafiri.
–Neredeler şimdi? Hadi oyalanmayın, neredeler?
Hizmetlilerden biri:
–Yukarıda, ikinci katta, en solda, pembe odadalar.
Polisler hızla merdivenlere yöneldiler, yukarı doğru koşar adımlarla çıkmak üzereyken
kahya, “Bir dakika, böyle giremezsiniz.” diye durdurmak istese de polisin kendisini itmesi ile
birlikte koltuğa düştü ve sesi boğazında kaldı.
Koridorda pembe odayı bulmakta zorluk çekmediler zira her kapının pastel tonlarda farklı bir
rengi vardı. Kapıyı açmak için kolu çevirdiklerinde içten kilitlendiğini fark eden polislerden en
iri kıyım olanı, gerilip kapıyı tekmeledi ve tek hamleyle de açmayı başardı. Kapı ardına kadar
açılınca içeriden bir çığlık sesi duyuldu. Klasik İngiliz ve rönesans dekoru ile donatılan suit
odanın içinden, tütsü ile karışık alkol ve parfüm kokusu geliyordu.
L şeklindeki odada karşıda üstü tüllerle süslü, sineklikli belki iki hatta üç yüz yıllık yatakta bir
çift çarşafın altında duruyordu; boyunlarına kadar çektikleri çarşaftan çıplak oldukları
anlaşılıyordu. Kadın “Siz kim oluyorsunuz da odama böyle girebiliyorsunuz?” diye bağırdı.
Etrafı inceleyen polisler, kadının sesi ile odanın muhteşem dekorundan ve yatağın sağ
tarafında ambiyansa uygun hale getirilmiş jakuziden gözlerini ayırdılar, kadın hala
bağırıyordu.
–Böyle nasıl odaya girersiniz? Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?
–Hanımfendi sizinle bir işimiz yok, biz Mr. Simon’u almaya geldik, deyince Albert’in
yüzü kıpkırmızı olmuştu. Hızlıca komodinin yanındaki telefonuna sarıldı ama telefonu
kapalıydı.
–Beni mi alacaksınız?
–Evet, hemen üstünüze bir şey giyin.
–Sizinle hiçbir yere gitmiyorum, tutuklama evrakını gösterin.
–Bakın Albert Bey, size hemen giyinin dedim.
–Memur Bey, anlamıyorsunuz herhalde. Siz kimlerin karşısında olduğunuzu
bilmiyorsunuz. Ben SBF’nin sahibiyim, yarın avukatlarım sizi perişan eder.
–Yarın SBF diye birşey kalmayacak Albert Bey, üstünüze bir şey giyin, hemen
gidiyoruz.
–Ne demek kalmayacak? Sen hala kiminle konuştuğunu anlamadın herhalde, sen
benim kim olduğumu biliyor musun?
–Evet biliyorum, sen evli bir kadınla yatakta yakaladığım orospu çocuğunun tekisin,
deyip adamın kolundan tuttuğu gibi çırılçıplak yatağın dışına çekti.
Yere savrulan adam, hızlıca kalkıp bir eli ile cinsel organını kapatıp diğer eli ile de kendine
bu muameleyi layık gören polise haddini bildirmek için boğazına doğru atağa geçti. Polis
usta bir manevrayla biraz yana çekilip ileri doğru giden adamı arkadan yakalayıp boğazına
elini doladı ve sıkmaya başladı. Adamın kulağına yaklaşarak “Bana bak bok kafa! Senin
yüzünden tüm dünya ayakta, sen ise elin karısı ile yatakta alem yapıyorsun. Eğer beni
dinlemez, direnmeye devam edersen seni arabanın arkasına böyle anadan doğma bağlar,
dal taşak sürükleye sürükleye merkeze götürürüm.” deyip adamı kendine çevirip okkalı bir
tokat attı. Bu tokatla duyduğu ve gördüğü muameleden dolayı şoka giren adamı kendine
getirdi.
–Hadi oyalanma, üstüne çabuk bir şeyler al. İki dakikaya çıkıyoruz.
Polis şefi Robert’in, Mr. Simon’a atmış olduğu okkalı tokat, Bayan Stewart’ta da yankı
bulmuştu. Odaya girdiklerinden beri bağırıp çağıran, forsunu bu davetsiz ve hadsiz
memurların üzerinde kullanıp, otorite kurmaya çalışan kadının bir anda sesini kesmişti. Şef
Robert, kadına dönerek “Bakın bayan, kiminle ne yaptığınız beni hiç ilgilendirmiyor, biz
buraya bu herifi almaya geldik. Konunun sizinle bir ilgisi yok, siz artık kocanıza ne
diyeceğinizi düşünseniz iyi olur. Yalnızca üç arkadaşımız burada kalıp ifadenizi alacak, siz
de üstünüze bir şeyler giyip salona geliniz. Memur arkadaşlarla iş birliği yapıp ifadenizi
veriniz, bu olay dışarıya taşmadan burada bitsin. Biz buraya gelmedik, ne siz bizi gördünüz
ne de biz sizi. Anladınız mı?” diye sorunca kadın da boğazına kadar çekmiş olduğu çarşafın
üstünde gözüken kafasını anladım der gibi salladı. Robert, kadının ne kadar genç ve güzel
olduğunu ilk kez o zaman fark etti. Sir Frank Stewart’ı fotoğraflardan tanıyordu, yetmiş küsur
yaşlarındaydı. Karısı ise taş çatlasın otuz küsurlarda gözüken ve çok güzel bir kadındı.
Köpoğlu, alırsan böyle yarı yaşında karıyı elin adamı takar boynuzu, diye geçirdi içinden.
Üç polis memuruna, “Siz burada kalıp hanımfendinin ve aşağıdaki herkesin ifadesini
alacaksınız, biz merkeze gidiyoruz. Hadi tamam mı?” diye emir verip kemerinin tokasını
takmaya çalışan Albert Simon’a seslendi. Adam hem kemerini takmaya çalışıyor hem de
şefe doğru gidiyordu.
–Takın şuna kelepçeyi.
–Tersten tersten, deyip kapıya yöneldi. Kalan polislere de “Bana bakın, aşağıdakilere
de tembihleyin bu olay burada kapanacak, dışarıya kesinlikle sızmayacak. Hadi, şunun
kafayı da bir poşet geçirin.” diye emir verdi.
Malikanenin önüne yıldırım gibi gelen üç arabadan ikisi geldiği gibi çıkışa yöneldi. Belli ki
aceleleri vardı.
9 Nisan 2023 İstanbul 20.00
İstanbul emniyeti kriz yönetim odasında sabahtan beri olan koşturmaca azalmadan, tersine
artarak devam ediyordu. Çalışan tüm memurlar saçı başı dağıtmışlardı. Bir yandan olayın
aydınlatılması için süreci takip edip, kovuşturmada karanlık bir taraf kalmaması için
mücadele ederken diğer taraftan da geri sayımı gösteren en üstte, sağdan ikinci ekrandaki
kırmızı dijital saatten gözlerinin kaymasına engel olamıyorlardı. Artık sona iki bile
kalmamıştı; bir saat elli beş dakika… Neredeyse herkesin kafasında aynı soru vardı, belli
periyotlarda akıllarına gelip gelip gidiyordu. Ya bomba patlarsa? Ki bu gidişle patlayacak gibi
gözüküyor, o zaman ne olacak? İsrailliler bombanın tesir alanını üç kilometrelik bir çap
olarak hesapladılar. Acaba hesapta bir yanlışlık yapmış olamazlar mıydı? Ya yaptılarsa…
Karşılarındaki alışagelmiş eylem yapan çapulcular değildi. Kapıya uygulamış oldukları
mekanizmanın bilgisayar olduğunu tesadüfen bulmasalar, haberleri bile olmayacaktı. Evde
olan çoluk çocukları, sevdikleri, yakınları… İnsan böyle uçurum kenarında olduğu zaman
aklına bir sürü şey geliyordu. Her ne kadar dikkatlerini işlerine vermiş olsalar da zaman
daraldıkça konsantrasyon da insani duyguların altında ezilmeye başlıyordu. Polislerden biri,
“SBF’nin patronunu İngilizler yakalamış!” diye nara atınca bir anda odadaki melankolik hava
dağılıverdi. Yakın masalarda bulunan polisler, oturdukları yerden kalkarak adamın etrafına
toplandılar.
–Bak, İngilizler yayında geçtiler Albert Simon’u yakalamışlar, sorgu için merkezlerine
götürüyorlarmış.
İsmet Müdür, dışardaki hareketliliği görünce ne olup bittiğini anlamak için odasındaki cam
bölmeden baktı. Personelin sevinç çığlığını da duyunca koşarak odadan çıkıp “Ne oldu? Ne
oldu?” diye bağırmaya başladı. Aynı polis memuru ayağa kalkarak “Müdürüm, Albert
Simon’u İngilizler, Londra’da yakalamışlar. Şimdi yayınladılar.
İsmet Müdür bu haberi duyar duymaz hemen masasına koşup ortak yayına baktı ve polisin
doğru söylediğini anladı. İşte bu iyi bir haberdi. En tepedeki adamı, maşaları tutan eli
yakalamışlardı. Her ne kadar süreleri az kalsa da bu belki bombanın mekanizmasını
kapattırabilmek için bir şanstı. İşte bu, dedi. Ah, şimdi burada olmalıydı o lavuk da ben
sorgulamalıydım, diye iç geçirip öfkesinin kabardığını hissetti. Meslek yaşamında içini
burkan, onu psikolojik olarak etkileyen kaç tane sorguya katılmıştı. O sorgularda uyguladığı
bazı kanunsuz davranışlar, içini soğutuyor, olayın kendisinde negatif tortu bırakmasına engel
oluyordu. Bir nevi, dinsizin hakkından imansız gelir mantığı ile sorgu yapıyor, çıktıktan sonra
da insanlık dışı şiddet uygulamasına karşın kendini çok daha iyi hissediyordu. Şimdi o Albert
denen lavuğu da ne çok sorgulamak isterdi… Kulaklarına kurşun kalem batırmayı… Yılların
polisiydi, pek çok olayın, soruşturmanın, sorgunun içinde bulunmuştu. Tecrübeliydi, faile en
küçük bir fiziksel zarar vermeden nasıl canını acıtıp , psikolojisini nasıl yerle bir edebileceğini
çok iyi bilirdi. Mesela kulak memesine bir kurşun kalem batırdı mı adamın iki gözünden yaş
gelecek şekilde canını yakardı. Kalemi çektin mi acı anında biter, en küçük iz bile kalmazdı.
İsmet Müdür adamın yakalandığını duyar duymaz daha şimdiden kendisiyle hesaplaşmaya
başladığını fark edince hafif bir tebessüm etti. Çapraz sandalyede oturan Müdür Yardımcısı
Hasan, bu tebessümü Albert Simon’un yakalanmasına yordu. Zaten asıl sebebin hayalen
bile olsa Albert Simon’un kulağına batırılan bir kurşun kalem olduğunu nereden bilebilirdi?
–Hasan hemen İçişleri Bakanı’nı bağla da haber verelim, Cumhurbaşkanı’nı
durumdan haberdar etsin. Malum, tahliyeyi her an başlatabilir.
–Sence konuşur mu müdürüm?
“Hele bir konuşmasın lavuk! Ah, o şimdi burada olacaktı ki bak ben ona…” deyip
konuşmasını yarıda bitirdi.
Aynı anda gelen haber, Rıza komiserlerin bilinç departmanında da sevinç etkisi yaratmıştı.
Eğer adamdan kapılardaki bilgisayarlara giriş şifrelerini alabilirlerse her iki ülkenin
kapılarındaki bombalara da müdahale edebilirlerdi. Umudun dijital bir geri sayım saati ile
dirhem dirhem yok olup törpülendiği bir anda gelen bu son havadis, kaybolan ümidi geri
çağırmıştı. Rıza Başkomiser Albert Simon’un fotoğrafının altına da çarpıyı koydu.
Rıza Başkomiser, SBF’nin hiyerarşik çizelgesini çıkarıp şirket merkezi üst yöneticileri ile
Kudüs ve İstanbul ayaklarının tamamını beyaz tahtaya yerleştirmişti. Şu ana kadar şirket
yönetiminin en üst yetkililerinin çoğu sorgulanmak üzere tutuklanmıştı. Tek istedikleri
bilgisayara giriş şifreleriydi, bunları aldıkları anda gerisi çorap söküğü gibi gelebilirdi. Şu ana
kadar gerek Londra’dan, gerek Kudüs’ten sorgulanan hiçbir personelin o bilgisayarlardan
haberleri yoktu. Herifler inanılmaz gizli ve profesyonel çalışmışlardı. Ama şimdi zirvedeki
adam ellerindeydi ve en tepeden nasıl dip yapılır, herkese göstermesini bekliyorlardı.
Rıza Başkomiser, çağrılması üzerine İsmet Müdür’ün binadaki makam odasına gitmişti.
Albert Simon’un sorgulanmasına gözetmen olarak eşlik edecekti. İsmet Müdür’ün odasının
önüne geldiğinde sekreterin aynı yerinde oturmuş, bilgisayardan bir şeyler araştırdığını
gördü. Yanına yaklaştığında kızın başını kaldırmasıyla kaşlarını çatması bir oldu.
–İyi akşamlar Leyla Hanım, zor bir gün. Mesaiye kaldınız herhalde.
–İyi bildiniz, zor bir gün. İtle kopukla uğraşıyoruz.
–Vay, siniriniz hala geçmemiş.
–Niye, oradan sinirli mi gözüküyorum?
–Yani it kopuk derken…
–Niye üstünüze alındınız ki?
–Yok canım, niye alınayım? Kişi kendinden bilir karşısındakini.
–Ne alaka şimdi bu dediğiniz?
–Bak, sizden özür diledim. Bizim için de zor bir gün oldu ve hala da devam ediyor
uzatmasak…
–Siz bu olaylar bitsin o zaman göreceksiniz uzatmayı.
Kız hala çok sinirliydi.
–Bak şöyle yapalım, sen de bana küfür et. Eşitliği sağlayalım, barışalım, olmaz mı?
–Ben kimseye küfür etmem, hele durduk yerde…
–Yani hiç küfür mü etmezsiniz? Yoksa durduk yerde mi küfür etmezsiniz? Hangisi?
–Her ikisi de Rıza Başkomiser.
Sekreter Leyla ile laf uzayacaktı ki İsmet Müdür’ün yardımcılarından biri, geç kalmanın
telaşesi ile tıslaya tıslaya masaya yaklaşıp “Rıza Başkomiser içeriye mi?” diye sorunca
“Evet, müdürüm.” deyip kızın yanından ayrıldı. Kapıya yönelen adamın ardından, iki elini
Hint fakirlerinin dua ederkenki haline getirip kıza ne olursun der gibi yapıp, dudaklarını
büzüştürerek kendisini affetmesini istedi. Daha sonra da müdürün ardından odaya, içeriye
daldı.
9 Nisan 2023 İngiltere 20.20
Günün kahramanı, Londra’nın Westminster semtinde bulunan New Scotland Yard olarak
anılan Metropolitan Polis Teşkilatı’nın merkez binasında alanında en uzman polisler
tarafından sorgulanıyordu. İçeride ikisi polis üç kişi bulunmasına rağmen sorgu odasını
gözetleyen aynalı oda her mevkiden polis memurları ile ağzına kadar doluydu. Sorgu, bir
dakikalık gecikme ile Kudüs ve İstanbul kriz merkezinden de naklen izlenebiliyordu. Her iki
ülke de online olarak sorgu gözetim odasına bağlanmıştı ve gerekli görmeleri halinde
sanığın ifadelerine göre soru yöneltebiliyorlardı. İsrail ve Türkiye’den gelen sorular, polislerin
kulaklarındaki telsiz vasıtası ile Albert Sİmon’a yöneltiliyordu. Sorgu başlayalı beş dakika
olmasına rağmen herkes şoka girmiş durumdaydı. Eksik parçaları doldurması beklenen
adam, her şeyden bihaber gözüküyordu. Adamın bugün olan bitenden haberi yoktu hatta
borsalar kapanasıya kadar iki saatte milyarlarca dolar kaybettiğini bile bilmiyordu.
–Mr. Simon, şimdi bugünü anlatın.
–Anlattım ya, her şeyi anlattım.
–Olsun, sen bir daha anlat.
–Sabah dokuz sularında evden çıkıp taksi ile Long Caddesi’ne kadar geldim. Sonra
başka bir taksi ile Stewartların malikanesine geldim. Bayan Stewart ile sözleşmiştim,
geleceğimden haberi vardı. Bana söylediği kapıdan malikaneye girip üst katta
kararlaştırdığımız odaya gittim. O zamandan beri Bayan Stewart ile beraberdik. Yemek yiyip
içki içtik, beraber hoş vakit geçirdik. Hepsi bu.
–Telefonunuz…
–Kapalıydı.
–Televizyon, radyo…
–Hepsi kapalıydı, Bayan Stewart’ın plak koleksiyonunu dinledik.
–Başka ne oldu?
–Bilirsiniz işte, hoş vakit geçirdik.
–Kimse odanıza gelip gitti mi?
–Hayır, bizim orada beraber olduğumuzdan kimsenin haberi yoktu.
–Hiç kimse gelip bugün televizyonda sıra dışı şeyler oluyor falan demedi mi?
–Hayır, bayan Stewart’ın hizmetlilere rahatsız edilmeme konusunda kesin talimatları
vardı. Kimse onu kızdırmak istemez.
–Yani bugün dünyada kıyamet kopsa haberiniz olmayacaktı.
–Aynen öyle, beni buraya neden getirdiniz, anlamışlığım yok. Sir Stewart ile bunu
erkek erkeğe çözümleyebiliriz, kimsenin müdahil olmasına gerek yok.
–Nasıl yani?
–Yani bu yasak aşk durumu, o burada değil mi?
–Kim?
–Sir Frank Stewart. Kesin aynanın arkasında, bugün Dublin’de olacaktı ama ava
giden avlanır, beni avladı.
Aynaya doğru dönüp “Sir Stewart, bunu karşılıklı halledebiliriz, bu hengameye gerek yok.”
diye bağırdı.
–İki tarafın da kazandığı bir çözüm üretebiliriz. Lütfen…
Müdür İsmet’in odasında tüm bu sorguyu online olarak seyreden herkesin yüzü asılmaya
başladı. İsmet, “Lan bu gavat doğru söylüyor, bu adamın hiçbir şeyden haberi yok. Adam
orada olmasını hala yasak et kestiği için zannediyor. Hay anasını avradını!
Hasan Müdür de aynı kanıdaydı. “Adam ya oscarlık oyuncu ya da doğru söylüyor.” dedi.
Sorgu polisi, sorularına devam etti.
–Kişisel bilgisayarınız var mı?
–Elbette.
–Nerede?
–Evimde, çalışma odamda.
–Şifresini söyleyin.
–O niye ki?
–Siz söyleyin.
–Niye bilgisayarımın şifresini söyleyeyim ki? Ben avukatımı arayacağım, onsuz daha
bir kelime bile konuşmam, deyince polis, aynadan gözetim odasına baktı.
Adam ne yapalım der gibi içeriyi seyrediyordu. Her şey gün gibi açıktı, bu adamın bugün
neler olup bittiğinden haberi yoktu. İsmet Müdür’ün odasından online olarak her şeyi izleyen
Rıza Başkomiser dayanamadı. “Müdürüm, bu adamın bir boktan haberi yok. Adam karının
koynunda, alemdeymiş. SBF şirketin Kudüs ayağını kim yönetiyor, yetkili kim diye sorsunlar.”
diyerek her zamanki patavatsızlığı ile ileri atıldı. İsmet, tam Rıza Başkomiser’e sinirle bir
şeyler söyleyecekti ki kendisi çoktan o mükemmel İngilizcesi ile mikrofondan konuşmaya
başladı. Öylesine akıcı konuşuyordu ki odadaki herkes ona takılıp kalmıştı.
–Bakın şirketin Kudüs plazasını kim yönetiyormuş, adama bunu sorun. Hatta bugün
neler olmuş, adama bir özet geçin. Kapılardaki cesetleri, bombaları, SBF’nin durumunu,
uçak kazasında ölen on iki personelini gösterin. Hatta borsada son iki saatte ne kadar değer
kaybettiğini gösterin. Hiçbir şey anlamazsa gerizekalı, yarın sıfırı tüketmiş biri olacağını
anlasın. Anlasın ki durumun vehametini kavrasın. Hadi beyler, burada vakit daralıyor; öldük
öleceğiz.
Rıza Başkomiser konuştukça karşı taraf sessizleşmişti. Ama İsrail tarafından Müdür Noa da
Rıza Başkomiser’e destek çıkınca İngilizler de görüntüsü bir şeye benzemeyen bu Türk
başkomisere hak vermişti. Sorgu odasına elinde laptop ile bir polis girdi. Odadaki masanın
üzerine laptopu açıp ekranı Albert tarafına çevirdi. Adama üç dört dakikada günün özetini
yaptı. Polisler bilgisayardaki görüntüler uyarınca Albert Simon’a bilgi verdikçe adamın beti
benzi attı. Canı, polis onu çırılçıplak yataktan çekip tokadı bastığında bile şu anki kadar
yanmamıştı. Bir anda o İngiliz kuruntusu toz olup gitti, kendi kendine konuşan, ah vah çeken
bir adam olup çıkıverdi. Elinin yüzünün kırmızılığı ekrandan bile belli oluyordu.
–Ya bunların hepsinin bir şaka olduğunu söyleyin, böyle bir şey nasıl mümkün
olabilir? Olamaz ya, olamaz!
–Beyefendi daha bunlar özeti, bu durumun dünyadaki yansımalarını size anlatmaya
zamanımız yok ama şunu söyleyebilirim ki üçüncü dünya savaşını çıkarmak üzeresiniz.
–Ben mi?
–Siz veya sizin şirketiniz, bu işin tam merkezinde.
–İnanın anlattıklarınız ve seyrettiklerim kamera şakası gibi. Böyle bir şey mümkün
olamaz.
–Bakın beyefendi, her şey gerçek ve bitmedi, hala da devam ediyor. Şimdi şirketiniz,
tarihin en büyük komplosunun sıfır noktasında olmasına rağmen şirketin sahibi olarak benim
hiçbir şeyden haberim yok diyor ve buna inanmamızı bekliyorsunuz, sizce bu mümkün mü?
–Öyle gözüküyor ama gerçek bu, inanın hiçbir şeyden haberim yok.
–Farz edelim öyle, şimdi size soruyorum, bu olayı aydınlatıp sorumluları
yakalayabilmek için bizimle iş birliği yapmaya hazır mısınız? Hatta iyi bir iş birliği ile belki
şirketinizin geri kalanını kurtarma şansınız da olabilir. Tabii eğer biz bu komplonun
sorumlularını zamanında bulabilirsek.
–Kesinlikle! Burada en büyük mağduriyet benimkisi. Yıllardır ne zorluklarla yarattığım
firmamın iki saatte yarısını kaybetmişim, burada en büyük kaybeden benim.
–Şirketinizin değeri ne kadardır?
–Ne kadar mı? Seksen milyar sterlinden fazlaydı. Ah, benden ne isterseniz yapmaya
razıyım.
–O zaman şirketinizi en iyi siz bilirsiniz, bunu yapabilecek kudretteki adamların
listesini yazmakla başlayabilirsiniz. Mesela önce Kudüs SBF plaza kimin sorumluluğundadır?
–Edward Brian’ın hatta şirketin neredeyse tüm argesi onun gözetimindedir, deyince
Rıza Başkomiser yakalananlar listesinde böyle bir ismin olmadığını hatırlayıp tekrar araya
girdi.
–Edward Brian’ın nerede olduğunu sor, onu nerede bulabiliriz? Hala yakalanmadı.
İsmet Müdür bu hippi kılıklı adama ne kadar kızsa da dediğini dinleyince ne kadar doğru
hamleler yaptığını anlıyordu. Fakat kendisi, bu Edward Brian ismini şimdi duyarken
başkomiser nasıl oluyordu da adamın yakalanıp yakalanmadığını dahi bilebiliyordu? Polis
soruyu sorunca şu cevabı aldı:
–Londra’daydı bu hafta, paskalya Kudüs’te çok kalabalık oluyor diye Londra’ya,
ailesinin yanına gelmişti. Zaten biraz sorunları vardı, onu başka bir yerde görevlendirmeyi
düşünüyorduk Amerika gibi.
–Ne gibi sorunları vardı ki?
–Yaklaşık altı yıldır Kudüs plazanın başında. Son zamanlarda Kudüs Sendromu
denilen psikolojik bir rahatsızlığın ibarelerinin kendisinde görüldüğüne dair bilgi alıyorduk.
Rıza Başkomiser:
–Evet ya, bu koduğumun herifi kendini kesin Deccal zannediyor pezevenk, diye
bağırdı.
“Bu! Aradığımız adam bu…” diye seslendi odadakiler. Rıza Başkomiser, “Nasıl
düşünemedim? Adam bu ya!” diye kendi kendine konuşurken İsmet Müdür araya girerek
“Başkomiser kendine gel! Ne oluyorsun be adam? Anlat da biz de anlayalım neyi
düşünemedin, neyi gözden kaçırdın?” diye otoriter sesi ile konuştu.
–Özür dilerim müdürüm, birden heyecanlandım.
–Anlat hele, neymiş o gözden kaçırdığın?
–Bu Edward Brian denilen adam şaşı müdürüm.
–E, ne var bunda? Şaşıysa ne olmuş yani, bu neyi kanıtlar?
–Bence bu lavuk kendini Deccal zannediyor.
–Ne alaka şimdi?
–Efendim, düşünün adam Kudüs plazanın en tepe yöneticisi, SBF’nin argesinin
başında. Ulaşamayacağı, giremeyeceği kapı yok; her şey emrinde, kesin bu.
–Lan oğlum bunu anlayabilirim de Deccal’i açıklamadın, o ne alaka?
–O da şöyle: Birçok hadis kitabı, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in kıyamet
alametlerinden bir olarak gelecek Deccal’in gözlerinin şaşı olacağından söz ettiğini belirtir.
Bu adam yaklaşık altı yıl Kudüs SBF plazanın en tepe yöneticisiymiş ve Albert Simon’un
adam için Kudüs Sendromu psikolojik belirtileri gösteriyor dediğini de eklersek eldeki en
güçlü aday, bence Edwart Brian. Benim fikrim, tüm gücümüzle bu adamın peşine düşmeliyiz.
İnanmış, hele de kutsal bir kişilik olduğuna inanmış bir kimsenin yapamayacağı şey yoktur.
İşte, bu adamımız Edward Brian. Onu derhal bulup almalıyız.
İsmet Müdür’ün nefesi daralmıştı, tekrardan başa dönmüşlerdi. Sanrıların peşinde bu kadar
koşup sonuca ulaştık derken eldeki kuşun işe yaramaz bir papağan olduğunu anlamışlardı.
Onlara yüksekten uçan kartal lazımdı ve gözü şaşı bile olsa o kartalı bulmaları gerekiyordu.
Başkomiser Rıza ya dönerek “Rıza sen senin öngörünü online yayına bildir bakalım, onlar ne
diyecekler?” dedi.
–Emredersiniz müdürüm, deyip mikrofonu önüne çekerek İsmet Müdür’ün koltuğuna
oturdu ve İngilizcesini konuşturmaya başladı. Koltuğunda kayıtsızca oturan bu zibidiyi
görünce İsmet Müdür’ün tüm tüyleri diken diken oldu. “Ulan şu iş bir bitsin, o koltuğu sana
yedirmez miyim?”
9 Nisan 2023 Ankara 20.35
Söğütözü’ndeki başkanlık sarayında toplanmış olan bakanlar kurulu, aslında buna pek
bakanlar kurulu da denilemezdi zira milli güvenlik kurulu, akil insanlar danışmanlar kurulu,
bakanlar kurulu ve askeri, sivili ile karmakarışık ülkenin en üst yetkili tüm insanları şu anda
aynı toplantı salonundalardı. Öğleden bu yana süren toplantı, İstanbul ve Kudüs’ü daha
doğrusu, tüm dünyadaki gelişmeleri anı anına takip etmiş, anlık kararlar da geciktirilmeden
alınıp uygulamaya konulmuştu. İş gelmiş gelmiş, en önemli karar aşamalarından birine
dayanmıştı. Zor bir karardı ama başka çare gözükmüyordu, her ne kadar vatandaşlar
yönetenleri birçok konuda eleştirip hatalı bulsalar da öğlenden bu yana üzerlerindeki
sorumlulukların baskısından hepsi perişan haldelerdi ve şu anki durumlarını halk görmüş
olsaydı eleştirmenin çok kolay, kararlar alıp onu uygulamaya koymanın hiç de o kadar basit
bir denklem olmadığını anlarlardı. Hele hele böyle ekstrem bir olayda kıçı yiyen varsa
gelsin…
Cumhurbaşkanı, “Arkadaşlar şu an bir buçuk saatten az bir zamanımız kaldı. Yapılmış olan
tahliye planında bu zaman dilimi artık acil koduna işaret ediyor. Daha da beklememiz,
tahliyenin sağlıklı şekilde yapılmasını ciddi anlamda riske atar ama böyle bir kararı oy birliği
ile almak isterim. Hiç olmadı oy çokluğu ile… Şimdi tahliyenin başlamasına herhangi bir
nedenden dolayı karşı olan var mı?” diye söze başladı. Salonda bir anda soluk sesleri dahi
kayboldu. Önemli bir soruydu. Kimseden karşı duruş sergilenmeyince Cumhurbaşkanı
sözlerine devam etti. “Teşekkür ederim. Sayın Bakan biz hazırız, siz de hazır mısınız?” diye
online toplantıya İstanbul’dan katılan İçişleri Bakanı’na sordu.
–Evet Sayın Başkan’ım, emrinizi bekliyoruz.
–Sayın bakan, emir verilmiştir. Halka hitap konuşmamızın bitmesi ile birlikte tahliye
başlasın; Allah yar ve yardımcımız olsun.
–Amin Başkan’ım.
Evet, halka hitap konuşması yayınlansın, tahliye süreci başlamıştır, diyerek son emri de
vermiş oldu.
Önceden hazırlanmış olan halka sesleniş konuşması, tüm ulusal kanallarda aynı anda
yayınlanmaya başladı.
Konuşmanın özeti ve günün kısa bir değerlendirmesi yapılarak İstanbul Yedikule
Zindanları’nın Altın Kapı’sında bir bombanın olduğu ve patlamanın tesir edeceği beş
kilometre çaptaki bir alanın tahliye edileceği, gerekli her türlü hazırlığın tamamlandığını ve
halkın sükunet içerisinde yetkililerin açıklamaları uyarınca davranması ve sakinliğini
koruması gerektiği, her türlü önlemin alınmış olduğu anlatılıyordu. Tahliye işleminde
kendilerine yardımcı olacak kolluk kuvvetlerinin talimatlarına katiyetle uymalarının tahliyenin
selameti açısından önemli olduğunu söylüyordu. Bombanın patlatılmadan etkisiz hale
getirilmesi için uzmanların çalışmalarına devam ettiklerini ama işi şansa bırakmayacaklarını,
bu tahliyenin bir önlem için yapıldığını anlatıyordu. Şehrin geri kalan sakinleri için herhangi
bir tehlike bulunmadığından herkesin sükunetle evlerinde oturmaları isteniyordu. Çok zorunlu
olmadıkça evden çıkmamaları, her türlü gelişmeyi medyadan izlemeleri gerektiği konusunda
salık veriliyordu. Tahliye bölgesinde yakınları bulunanların endişe etmemeleri, her türlü
yardımın yapılacağı söyleniyordu. Geride kimseyi bırakmayacağız, sözü ile Cumhurbaşkanı
konuşmasını bitirdi. Kısa konuşma biter bitmez şehrin gördüğü en büyük tahliye planı
devreye girdi, tahliye yapılacak bölgenin haritası ekranları kaplamaya başlamıştı.
Bölgeye en uygun yerde konumlanmış olan kolluk kuvvetleri ve belediye araçları, önceden
kendilerine verilmiş olan sokaklara doğru yola çıktı. Herkes ne yapacağını biliyordu; tahliye
sıfır noktasından dışa doğru dört koldan yapılacaktı. Zaten sabahtan beri Yedikule
Zindanları’nın bulunduğu mahallenin sakinleri, sabahtan beri yaşanan hareketlilikten ne
döndüğünün az çok farkındalardı. Belediye otobüsleri sokaklarda park etmeye başlayınca
askerler de görev bölgelerindeki binaları kapı kapı çalıp beş dakika içerisinde herkesin
apartman önüne gelmesini istemeye başladı.
Akom’un merkez binasında, şehrin en tepe noktalarına konumlandırılmış afet kameralarının
çoğu, tahliye bölgesine döndürülmüştü. Ayrıca tüm mobeselerden aynı şekilde gelen
görüntülerde de Akom’un duvardaki onlarca ekranında da şimdi yalnızca karıncalar gibi
hareket eden ve oraya buraya koşuşturan insanlar vardı. Ekranların neredeyse hepsinde
inanılmaz bir hareketlilik vardı ama en sağ üst köşedeki büyük ekranda duran, Altın Kapı’da
altın kaplı iki insanla asılı olan bombanın görüntüsünde bir değişiklik yoktu. Yalnızca o
kamera, sanki fotoğraf gibi duruyordu. Ancak araştırmaya devam eden bazı görevliler
kadraja girerlerse fotoğraf olmadığı anlaşılıyordu.
İlk on dakikada not edilecek herhangi bir aksilik çıkmadı. Altı tane otobüs çoktan Atatürk
Havalimanı’na doğru yola çıkmıştı bile. Aksilik sosyal medyada baş göstermeye başladı,
çokbilmiş klavye şövalyeleri yine iş başındaydı. Ne yorumlar, ne yorumlar… Bomba nükleer,
tüm İstanbul’u etkisi altına alacak gibi halkı huzursuz edecek bir sürü yorum, sosyal
medyada yankı bulmaya başlamıştı. Henüz onuncu dakikada iken tahliye edilen evlere
hırsızlarının dadandığına dair paylaşımlar yapılıyordu. Emniyetin bilişim departmanı, bu tür
şeyler alışkın olmasına rağmen bugün öyle sıradışı bir gündü ki ne psikolojik olarak ne de
bedenen böyle şeylerle uğraşacak durumda değillerdi. Desinler bakalım, nereye kadar
diyecekler.
İstanbul’daki tahliye süreci başlar başlamaz, tüm dünya medyasında son dakika haberi
olarak yankı buldu. Neredeyse çoğu yayın kuruluşu, normal yayın akışını keserek
İstanbul’daki tahliye görüntülerini yayınlamaya başladı. Yayındaki sunucular ve katılan birçok
yorumcu, Kudüs’ü sorguluyordu. Onlar ne yapacaktı? Şehir zaten çıldırmış insanlar
topluluğu ile akıl almaz bir gün yaşıyordu. Her şey çığrından çıkmış durumdaydı, otorite ve
kontrol diye bir şey kalmamıştı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi en büyük handikaplarından biri
de Kudüs’te iki tane bomba olmasıydı. Şekillerinden anlaşıldığı kadarıyla düz mantık
İstanbul’dakinin iki katı tesir gücüne sahipti bu. Eğer İstanbul beş kilometrelik çaplı bir alanı
tahliye ediyorsa bu Kudüs için neredeyse tüm şehrin boşaltılması demekti. Herkesin hemfikir
olduğu tek şey buydu ve şu an mümkün değildi. Hele bir de Kudüs’e doğru yürüyen binlerce
insan düşünülürse imkansızdı, imkansız… Bunun sonucu bir felaket, diyorlardı. Hükümeti
acizlikle suçlayanlardan tutun da radikalizmin dünya için nasıl bir felaket olduğuna kadar
açıyorlardı ağızlarını, yumuyorlardı gözlerini.
Medyadaki tartışmaların çok daha şiddetlisi İsrail parlamentosunda yaşanmaktaydı.
Başbakan ve tüm bakanlar, Kudüs’teki parlamento binasında, kurul salonundaydı ve bir sürü
parçalı muhalefet partileri ile birlikte bu krizi yönetmeye çalışıyorlardı. Başbakan her kesimin
desteğine ihtiyaçları olduğunu çok iyi bildiğinden bir günlüğüne olsun geçmişi, farklılıkları
geride bırakıp en azından bugünlük dondurup ülkelerini bu krizden el birliği ile çıkarmak için
her kesimin desteği ile yürütmeyi yapmaya çalışıyordu. Bu, ülkenin kuruluşundan bugüne
kadarki en büyük ulusal güvenlik meselesi, diye lanse ediyordu. Gerci herkes nasıl bir
cenderenin içerisinde olduklarının farkındaydı ve ona göre hareket etmeye çalışıyordu.
Fikirlerin farklılığı insanların vatanseverlik duygularını etkilemez; herkes vatanperver. Kimse,
kimseyi farklılığından dolayı yargılama hakkını kendinde bulamaz, bunun en güzel örneğini
bugün, bu meclis çatısı altında tüm parlamenterler vermişti. Geçmişin kuyruk acılarını bir
günlük bile olsa dondurmasını bilmişlerdi, her türlü karara katkıda bulunabilmek için
ellerinden geleni yapmışlardı. Böyle olunca her şey ne güzel şekilleniveriyordu. Zaten eğer
insanlık Ahmet ne der, Mehmet ne der diye kuruntu yapmayıp, harcadığı enerjiyi yapması
gereken işlere verip endişeden çok çözüme yoğunlaşırsa karşı taraf da eleştiriden, eksik ve
hata bulmaktan çok kendi farklı bakışının olaya katkısını düşünürse bu dünya emin olun,
şimdikinden çok daha farklı olurdu. Bugün tabiri caizse biraz da göt korkusundan bu mecliste
her şey, şu ana kadar mükemmel idare edilmişti. Alınan kararlara, muhalefet partileri de
iktidar ve koalisyon partileri de karınca kararınca katkıda bulunmuşlardı. Birlikten güç doğar,
felsefesinin bayrağını dikmişlerdi.
Başbakan, “Şu an gelen haberlere göre Türkler bombanın tesiri altında kalacak bölgeyi
tahliyeye başlamışlar. Onların bombası 21.55’te patlamaya ayarlanmış, bizden iki saat
öncesi ama biliyorsunuz onlarda bir, bizde iki tane bomba var. Ve ne yazık ki uzmanların
tespitine göre her ne kadar aynı anda patlayacak gibi gözükse de arada kısa bir süre bile
farklılık olması, endişe verici sonuçlara neden olabilir çünkü elde böyle yapılmış bir deneme
yok. Eğer biri, bir iki saniye sonra bile patlarsa iki bomba nasıl bir reaksiyon gösterir, sonucu
ne olur hepsi muamma. İki bomba aynı anda, yan yana patlarsa da ne olur, onu da
bilmiyoruz. Adamların tek bombasının üç kilometrelik bir etki alanı olacağı hesaplanmasına
karşın onlar beş kilometrelik çapta bir alanı boşaltıyorlar yani risk almıyorlar. Eğer bizdeki
belirsizlikleri düşünürsek bizim değil on kilometrelik bir çaptaki alanı neredeyse tüm Kudüs’ü
boşaltmamız lazım. Arkadaşlar hepiniz olaylara şahitsiniz, şu anda Kudüs’te değil tahliye
yapmak, devlet otoritemizi bile sağlayamıyoruz. Başı boşluk, hengame, kargaşa… Kısaca
tam anlamıyla bir kaos hüküm sürüyor. İnanın, ne yapacağımızı biz de bilmiyoruz. İnsanlar
efsunlanmış gibiler, inançlarını yaşıyormuş gibi gözükseler de yaptıkları tam anlamıyla bir
anarşi ya da çılgınlık, her ne derseniz deyin… Salondan farklı farklı sesler yükselmeye
başlamıştı. “Asalım, keselim, askerlere vur emri verelim…” Genelde tepkilerin hepsi
mantıktan çok, insani duyguların dışa vurumuydu. Başbakan, salonun gürültüsünün dinip
sessizliK oluşmasını beklerken kürsüde duran dolu bardaktan birkaç yudum su içti. Oturumu
yöneten başkanın, ikazları dahi salondaki uğultuyu dindirmemişti.
–Sayın vekiller, arkadaşlar, lütfen. Şiddet, şiddeti körüklüyor. Asker veya kolluk
kuvveti ile bir yere varamayacağız, karşımızdakiler bizim vatandaşımız, daha da kötüsü
dünyanın birçok yerinden gelen farklı kesimlerden hacı adayları… Diğerleri de Filistinliler…
Bu problemi çözmek en azından gelmiş olduğu şu aşamadan sonra çözmek mümkün
gözükmüyor, çoğu radikal derecesinde inançlı insanlar… Ölümden korkmayan, devlet
otoritesinden mi korkacak? Zaten kıyamet bugün kopacak diye düşünüyor, ne diyeyim?
Salonda farklı seslerden, demir yumruk göstermek gerektiğine dair fikirler yükseliyordu.
Başbakan, “Arkadaşlar, bugün sabahtan beri Kudüs’te kaç kişi öldü, sayısını bileniniz var
mı? En son bana gelen bilgiyi paylaşayım da ne demek istediğimi anlayın. Şu ana kadar üç
yüz seksen altı kişi. Duydunuz mu? Üç yüz seksen altı. Bunların neredeyse yarısı intihar etti
ve ölümler artarak gelmeye devam ediyor. Şu anda güvenlik güçlerinin yapmaya çalıştığı, üç
semavi dinin gruplarını birbirinden uzak tutmak. Tüm güçleri ile aralarına paravan olmaya
çalışıyorlar hem de ölmek pahasına. Şu ana kadar yirmi üç güvenlik mensubumuz şehit
oldu. Üstüne üstlük, dağ, taş, her yerden insanlar Kudüs’e yürüyorlar. Tam bir sivil itaatsizlik
yaşanıyor. Şimdi soruyorum size, bunca ölüme rağmen daha da mı öldürelim, en önemlisi
nasıl tahliye edelim? Her dinin, cemaatlerin liderleri ile görüştük, durumu anlatıp ikna etmeye
çalıştık ama hepsinden aldığımız cevap aynı. Her ne olursa olsun, öleceksek burada ölelim,
kesinlikle Kudüs’ü terk etmeyiz diyorlar. Karşımızda olanlar bunlar.
Sol partiden herkesçe seküler olduğu bilinen bir milletvekili ayağa kalkıp avazı çıktığınca
bağırdı.
–Kalan kalsın, keyifleri bilir. Biz halkı kurtaralım, herkes de o yobazlar gibi
düşünmüyordur herhalde!
Adamın çıplak sesi tüm salonda yankılandı.
–Evet, biz bakanlar kurulu olarak aynen böyle düşünme noktasına geldik.
Kurtarabildiğimizi kurtaracağız, zorlama yok. Gönüllülük esas. Son ana kadar güvenlik
güçlerimizi orada tutacağız ama onları da bir son hamle ile oradan çıkaracağız. Artık gerisi
ne yapar, kendilerinin bileceği iş, deyince tüm parlamento ana oturum salonunda buz gibi bir
hava esti.
Bazı şeyleri deneyimlemek için illaki yaşamak gerekmez. Hani derler ya zaten belliydi,
görüne görüne geldi… Şu an tüm parlamenterler Kudüs’e bir zaman kapsülünde gitmişlerdi.
Tahliye ortamını, Kudüs’ün şu anını, güvenlik güçleri çekildikten sonra paravan kaldırılınca
üç hasım kardeşin buluşmasını, hele bir de bombalar patladıktan sonraki Kudüs’ün, o canım
kutsal kentin halini, gözlerinde zaman kapsülünün içinde adeta ileri geri sarılan filmi tekrar
tekrar seyreder gibi canlandırıyorlardı. Salondan çıt çıkmıyordu. Bazen olayın olmasını
düşünmek bile olduğunu görmek gibidir ya, işte şu an bu yaşanıyordu. Başbakan ikinci kez
kürsüdeki bardaktan su yudumlamak istedi. Diğer küçük pet şişenin kapağını kıvırıp açtı.
Kudüs’ün üzerine bir bardak suyunu içti.
9 Nisan 2023 İstanbul 20.45
–Efendim Süleyman.
–Başkomiserim merhaba, galiba bir şey buldum.
–Ne buldun Süleyman? Hızlı geç.
–Şu Edward Brian hakkında. Adam kale gibi dijital koruma yapmış kendine, anca
oğlunun Facebook’undan bir giriş sağlayabildim ve soy ağacını buldum.
–Soy ağacı mı? Bu neyi kanıtlar Süleyman?
–Vallahi Rıza amirim, bulduğum soy ağacı öyle senin bildiklerinden değil. Bir görsen
dilini yutarsın, adamın soyu ta binli yıllara kadar gidiyor.
–Nasıl yani?
–Abi adam çok kalantor bir ailenin son kuşağı. Tabii çocuklarını saymazsan… Yani
sondan bir önceki kuşak. Ben on dakika inceledim, hayran oldum, hemen seni aradım.
–Süleyman şunu kesik kesik, taksit taksit anlatma. Adam gibi anlatsana kardeşim.
–Bak amirim, senin anlayacağın şekilde özetleyeyim: Soy ağacı 1130’dan başlıyor ve
bugüne kadar muazzam bir şekilde tutulmuş. Çoğu isim Fransızca, bilesin. İsimlerin,
yaşadığı tarihlerin pek önemi yok ama doğdukları veya gömüldükleri yer mi bilmiyorum
bence yazılan yerlerin önemi var. Zira gördüğüm kadarıyla adamlar dünyanın her yerinde
bulunmuşlar. Tabii bir tarihten sonra. İlk zamanlarda, mesela ilk ölen büyük dedelerinin
şövalye Lionel’in isminin yanında Kudüs yazıyor ve kütükteki ilk isim Lionel. Yani amirim
Lionel, 1132, Kudüs yazıyor. Lionel dededen sonra soy ağacı genişleyerek aşağıya doğru
yayvanlaşıyor, yazan isimlerin çoğu Fransızca ve Avrupa’dan; Hatay, Kıbrıs, Malta, Urfa,
Lübnan’a kadar birçok eski ve yeni şehir isimleri var. Adamlar Evliya Çelebi gibi her
yerdelermiş, soy ağacı da ona göre dallanıp budaklanmış. Bu on üçüncü yüzyılın başında ne
olduysa olmuş, ailenin neredeyse tüm üyeleri, daha doğrusu iki tanesi hariç hepsi 1305 ile
1315 yılları arasında içtima gibi yan yana dizilmişler. Ağaç birileri tarafından öyle bir
budanmış ki sormayın, jilet gibi kesilmiş. E, hadi komiserim, anlayın artık.
–Neyi anlayacağım Süleyman? Seni dinliyorum. Tutturdun bir ağaç, nereye
geleceksin, onu merak ediyorum.
–Anladım amirim, pek ilgi alanın değil gibi.
–Süleyman, manalı manalı konuşup durma. Açık söyle, ne söylemeye çalışıyorsan.
Ne anlatıyorsun, ne demeye çalışıyorsun, hiçbir şey anlamıyorum, bilesin.
–Tapınakçılar diyorum amirim, bu Edward denilen lavuk, yedi sülale hatta ondan bile
fazlası, ailece ilk tapınakçılardan bence.
–Bir komplo teorisyenimiz eksik kalmıştı, şimdi seninle tamamlandı.
–Abi bu komplo falan değil, zaten mevzu bahis Kudüs olur da tapınakçılar olmaz mı?
Senin pek bu tür taraklarda işin yok herhalde ama ben bunlara bayılırım, zaten az bir
merakın olsaydı anlattıklarımdan neyi anlatmaya çalıştığımı hemen anlardın.
–O zaman sen de anladığını bana adam gibi anlat ki ben de anlayayım. Ama Allah
aşkına özet olsun, soru falan da sorma olur mu?
–Tamam abi. 1099’da Kudüs’ü Haçlılar ele geçirdikten sonra 1118’de tapınakçılar
ortaya çıktı. Hugues de Payens adındaki bir Fransız soylusu, yanındaki dokuz şövalye ile
beraber Avrupa’dan Kudüs’e hac için gelen Hristiyanları korumak üzere bir grup kurdu.
Başlarda, aynı zamanda tamamı dindar keşiş olan bu gruba, “İsa’nın Yoksul Şövalyeleri”
denildi. Ne zaman ki zamanın Kudüs Kralı İkinci Baudouin, Süleyman tapınağındaki yeri terk
edip onlara bugünkü Mescid-i Aksa’yı karargah olarak verdi, adları “Tapınak Şövalyeleri”ne
dönüştü. On yıl sonra, dönemin papası onları tanıyıp ellerine de tüm ülke sınırlarından
serbestçe geçebilme, vergi ve papalık dışında hiçbir otoriteye hesap vermeme gibi birçok
imtiyaz tanıyınca tarikat, çok kısa zamanda inanılmaz derecede genişleyip korkunç bir güce
ulaştı. Kısa zamanda kazandıkları ayrıcalıkların yanında Haçlıların savaşlarına katkıları, yeni
üyelerin tarikata bağışları ve hac yolculuğundakiler için geliştirmiş oldukları ve her yerde
ihtiyaçlarını karşılayan ilk senet banka sistemi ile aldıkları komisyonlar, İsa’nın fakir
şövalyelerinin başarı öyküsüdür. Avrupa’da, Haçlıların hüküm sürdüğü her yerde, kendi
kalelerini kliselerini yapıp merkez üssünü Kıbrıs’a taşıdılar. Zenginleştiler, güçlendiler,
çoğaldılar ve dev bir organizeye dönüştüler. Artık krallara hükmedecek, kimin kral olacağına
karar verecek, savaşlar çıkarıp şavaşlar bitirecek kadar güçlülerdi. Dev arazi sahipleriydiler.
Tabii o fakir, keşiş, idealist şövalyeler zamanla değiştiler. Güç işte amirim, pantolon gibidir;
her götte tam durmaz. Zaman içindeki bu değişikliklerden sonra o fakir şövalyelere “Bir
tapınakçı kadar kibirli.” sözü bile yakıştırıldı. Ta ki 1307’de Fransa Kralı Güzel Philip,
tapınakçıların bu gücüne ve servetine göz dikene kadar… Philip, Papa Clement’e baskı
yaparak onların aforoz edilmesini sağladı, bir gecede tüm tarikat üyeleri tarumar edildi.
İşkencelerden geçirildiler ve kendilerine atılan suçlamaları yine bu işkenceler altında kabul
ettiler. Kaçabilenler kaçtı ama çok azı… Geri kalanların hepsi diri diri yakıldı, işkenceler ile
öldürüldü, kılıçtan geçirildi. Hani on üçüncü cuma denilir ya, aha, ta buradan gelir. Beş yıl
sonra son kalıntıları da silinip papalık fermanıyla tarihe gömüldü. Amirim, tapınakçılar
hakkında cilt cilt ansiklopedi yazsan bitiremezsin. İşte, bu anlattıklarımdan Edward’ın soy
ağacının nasıl bir anda 1305 ile 1315 yılları arasında unufak olduğunu anlamışsındır.
–Süleyman seviyorum lan seni.
–Ben de sizi başkomiserim. Siz bilmeseniz de gıyabınızda hep kendime en yakın
rakip sizi görmüşümdür, beni anca siz yakalardınız ve yakaladınız.
–Şımarma şımarma.
–Yok amirim ya, size saygım sonsuz.
–Ya Süleyman, sonra ne oldu peki? Onca adam bir gecede yok olmadı ya.
–Elbette olmadı amirim, kaçabilenler kurtardıkları ile beraber yer altına indiler. Hem
onca malı mülkü de elbette kaptırmadılar. Onlar öyle kuru lafa pabuç bırakacak tipler
değillerdi, her ne kadar beklenmedik yerden ihanet görseler de en kötüye bile hazırlıklı
olabilecek kadar organizelerdi. Kaçanların çoğu İskoçya’ya, İsviçre’ye, İngiltere’ye gittiler.
Bazıları Anadolu’ya, bazıları öncesinden tanıştıkları İsmailiye mezhebinden Haşhaşilerin
yanına ve farklı birçok yere dağılıp yer altına indiler.
O çağlarda masonlar, katedral yapıcıları ve duvar ustalarıydı. Onlara katılarak farmasonluğu
kurdular. Amirim hani kendin değil, dolaştığın yerler yol arkadaşlarını belirler derler ya, bu
tapınakçılar yer altında faaliyet gösteren her türlü tarikata girmişler. Hatta bir süreden sonra
da girdikleri örgütlerin yönetimlerini ele geçirip kendi hegemonyalarına almışlar. Gül ve haç
kardeşliği, kurukafa ve kemik ya da illüminati… Aklınıza ne geliyorsa. İşin garibi, gittikleri her
yerde toparlanmışlar ve başa güreşmişler. Amirim, dördüncü Philippe’ye ne oldu biliyor
musun? Yani konumuzla bir ilgisi olmasa da bir dizi aile içi dallasvari ilişkilerin ifşa olması ile
öldüğünde tüm çocukları katledilmişti, karısı da hapiste. Yani geriye bir varis bırakmadan
lanetli bir aile olarak yok olup gittiler.
Bizim Edward’ın soy kütüğüne baktığımda baştaki o kalabalık muntazamlık, sonradan ne
yazık ki devam etmiyor. İki koldan dedelerin biri İskoçya’ya diğeri Hatay’a gitmişler. Hatay’a
giden ikinci kuşak da ne olduysa yok olmuş. Kalmış bizimkiler tek dal. İskoçya İngiltere arası
devrialem yapmışlar, şu andaki görünüşe göre yaklaşık seksen kişilik bir aile soy ağacında
işaretli, çoğu da Londra’da.
Edward Brian’ın iki oğlu var; birinin adı Lionel, diğerininki Reynold. Sıkı dur amirim; Reynold,
Edward’ın dedesinin, dedesinin, dedesi. Soyağacında adı var, 1762 Konstantinopolis.
–Deme ya, İstanbul…
–Aynen öyle amirim, aradığımız adam kesinlikle bu, nasıl bir psikopatsa…
–Dur onu da ben sana söyleyeyim; biliyorsun Yedikule Osmanlı’da uzun süre
hapishane olarak kullanılmış. Mahkumlar da genelde kallavi, kalburüstü hatta çoğu da
ecnebi. Yani dede Reynold, burada misafir olmuş olabilir. Sakın bu Pagan olmasın?
–O da nereden çıktı şimdi Süleyman?
–Vallahi amirim, dedim ya ben bu tür gizemli konulara meraklıyımdır, Yedikule ile ilgili
bir efsane var ve Reynold eğer orada kaldıysa tarih de uyuşuyor.
–Neymiş o efsane?
–Şöyle amirim, Osmanlı’nın Yedikule Zindanları’nı hapishane olarak kullandığı son
yıllarında, kuzey ülkelerinin birinden ecnebi bir mahkum… İnat mı inat, acıya acayip
dayanıklı… Bu mahkum ile hapishane görevlileri arasında inatlaşma oluyor, adama her türlü
işkenceleri yapıyorlar ama adam gık demiyor. Onun için en akla gelmeyecek işkenceler
üretip üzerinde deniyorlar ama adama yeter dedirtemiyorlar. Sonunda bir gün adam Latince
bir şeyler bağırarak ölüyor, adamın haykırışını duyan diğer Latin mahkumlar bedduasının
tercümesini yapıyorlar. “Mesih gelip kıyamet kopana, o gün gelip hesaplarını sorasıya kadar
buradaki tüm ölenlerin ruhlarını hapsedip mühürlüyorum.” Adam Pagan’mış, vücudunu acıya
karşı alıştırmış. Tabii bizimkiler de bunu bilmedikleri için adama etmediklerini bırakmamışlar,
şimdiki nesil pek bilmese de o zamanlar bu efsane çok dillenmiş. Mahkum ruhların
haykırışları dilden dile konuşulur, insanlar gece değil önünden geçmek, yanına BİLE
yaklaşamazlarmış. Yedikule’nin 1800 yılında hapishane olarak kullanımının sonlandığı
düşünülürse kıyamet, Mesih ve Reynold’un Latince şablonu uyuyor, ne dersin amirim?
–Vallahi ne diyeyim Süleyman? Herifi yakalamamız lazım, sen şu soyağacını bir
bana atsan.
–Hemen amirim, size dedim. Adam kale gibi bu soyağacını küçük oğlu bir arkadaşına
atmış. Ergen atışması işte, benim babam senin babanı döver misali. Adamın oğluyla kesin
araları bozuk, o günden beri iletişim sıfır. Zaten hemen silmişler ama Allah’tan iletiyi
gönderdiği çocuk silmemiş, oradan buldum.
–Helal sana Sülo.
–Amirim, bu işlerde adım geçmezse sevinirim.
–Hayrola, o niye? Korkuyor musun yoksa?
–Hem de nasıl abi. Bu adamlar çok tehlikeli, sen komplo falan diyorsun da hiç öyle
senin söylediğin gibi değiller. Hani sen polissin, işini yapıyorsun. Sonra bana sen ne sikimdin
de bize bulaştın demesinler, bu adam yalnız olmayabilir. Süleyman daha endişelerine devam
edecekken Rıza Başkomiser araya girdi
–Süleyman saçmalıyorsun, kim ne yapabilir?
–Abi bak sen hala anlamıyorsun, eğer bu adam yalnız değilse de mensup olduğu
tarikat ardındaysa sen de korksan iyi edersin. Bu adamlar çok güçlü, dünya bunların
ellerinde ve kendilerine yapılanı hayatta unutmayacak kadar da kindarlar, bilesin.
–Yemişim onların kindarlığını, dedi Rıza Başkomiser.
–Midene oturmasın da.
–De bakalım, ne yapabilirler, nedir seni böyle korkutan?
–Bak abi, şimdi sen anlattıklarıma komplo teorisi deyip güleceksin ama iş öyle değil.
Bbence hepsi gerçek. Bu adamlar dünyayı yönetiyorlar. İlk olarak bankacılar ve tüm finans
bu adamların ellerinde. Biliyorsun, çağımızda para kimdeyse güç ondadır. Her türlü
tarikatların içindeler, mesela o kadar güçlüler ki neredeyse tüm Amerikan başkanları o
tarikattan kurukafa ve kemik kardeşliğinden çıkıyor. O kadar kindarlar ki aynı tarikatın
armasını korsan bayrağı yapıp denizlerde yıllarca Fransız gemilerine, donanmalarına kök
söktürüyorlar. Rothschild, İtalyan Mecidi ailelerini duymuşsundur. Adamların birinci ve ikinci
dünya savaşını finanse ettikleri söyleniyor. Bir yandan Hitler’e, diğer yandan da İsrail
devletini kurmak için Yahudilere finans sağlıyorlar. İngiliz Fransız savaşlarında her iki tarafın
da finansörleri bunlar. Hatta senin Osmanlı Bankasını kuran kurucu ortakları da günümüz
Türkiye’sindeki en büyük yatırım bankası da özelleştirmeden birçok dev şirket satışına kadar
hepsinin arkasında bunlar yani Rothschild ailesi var. Hani Abdülhamit dizisinde de işlediler,
Abdülhamit’e gelip Filistin karşılığında Osmanlı’nın tüm dış borcunun silinmesini teklif
ediyorlardı; aynı Rothschildler.
Türkiye’deki manevi cihazlanma cemiyeti adı altında, Teşvikiye’deki İzmir apartmanına,
Karaköy’deki dul kadın heykeline, İstanbul Bankalar Sokağı’ndaki eski Osmanlı bankası
binasındaki armalarına kadar bakabilirsin. Dur sana çok daha ilgincini söyleyeyim; bizim şu
kullandığımız internet dili ve şifrelemesi var ya, Notorican hesaplarından alınmıştır. Peki,
bunu kim icat edip kullanmış? Simya ile ilgilenen tapınakçıların kullandığı şifreleme sistemi
sigil.
“Ciddi mi diyorsun?” diye sordu Rıza Başkomiser.
–Yani amirim, bu adamlar ile ilgili bir şey öğrenen herkesin yaptığı gibi şaşırdınız.
Artık devir değişti amirim. Ülkeler öyle topla, tüfekle işgal edilmiyor. İşgal için silahlı adam
beslemeye gerek yok; bilenler bilmeyenleri yönetir. Güç, para kimde ise düdüğü çalar. Bu
kadar basit. Büyük Anadolu Filozofu Nasrettin Hoca boşuna dememiş. Yoksulluk, bekaret,
itaat… İki kişi, bir atta. O eskide kaldı. Şimdi yönetmenin, insanları yönlendirmenin bin çeşidi
var. Tüm medya onların ellerinde, GDO’lu genetiği oynanmış gıdalar, tüketim deryasında
kredi ve kredi kartları ile boğuşan toplumlar, subliminal mesajlar, algı yönetimi ve daha neler
neler… Hatta herkesi yönetmekle uğraşmaktansa herkesi yönetenleri yönetmek çok daha
kolay. Az baş ağrılı… Efendilik ederken dozajı iyi ayarla, kandırarak ve yönlendirerek
alabileceğini asla ve asla ezerek, güç kullanarak, zorla alma. Bu kadar basit. Toplumları
öylesine yönlendir ki isteyerek versinler, zorla değil. Kullandıkları taktikler; kendilerini hiç
göstermeden siber istihbaratlar, siber savaşlar, elektronik harp sistemleri, psikolojik savaşlar,
medya, etki ve nüfus ajanlığı, algı yönetimi, örtülü siyasi, askeri ve ekonomik operasyonlar,
daha neler neler… Şu anda yapılanlar bunlar amirim, gerisini sen düşün. Nihai amaç,
dünyayı yönetip vadedilen topraklarda büyük İsrail’i kurmak, bilesin. Bizim memleketin de
yaklaşık üçte biri o büyük İsrail haritasının içinde.
başkomiser araya girdi.
–Bak bunu iyi dedin Süleyman. Bence de onlar üçün birini alırlar ama anladığın
manada. Bak koçum, belli ki bu tür gizli tarikatlara, mistisizme baya merakın var ve iyi
araştırmışsın ama iş o noktaya gelince kanla alınan, para ile satılmaz, kanla verilir. Yerimiz
yurdumuz belli, götü yiyen gelsin. Ya dur, nereden başladık, nerelere geldik? Hem bu
tapınakçılar Haçlı Hristiyan değiller mi? Sen getirdin adamları İsrail’e bağladın.
–Amirim görünene aldanma. Adamların tüm armaları, kullandıkları semboller, hep
Tevrat’tandır. Zaten eski ahit, yeni ahit, amaç aynı. Bir de yıllarca her ikisi o kadar iç içe
olmuşlar ki artık birini diğerinden ayırabilmenin mümkünü yok. At izi, it izi misali. Echelon’la
dünyadaki tüm iletişim araçlarını dinleyip kontrol eden kim? Elon Musk, Starlink’i sen, ben
interneti daha iyi ve hızlı kullanalım diye mi yaptı?
–İyi de Süleyman, bak bugün olan olaylar düzen bu adamlarınsa tüm bu düzeni tehdit
etmiyor mu? Dünya neredeyse birbirine girecek, İstanbul’u geç, kaosun merkezinde Kudüs,
bir nevi İsrail var.
–Amirim ben de böyle düşünüyorum, bu adam müstakil bir manyak. Bence de
mevcut dünya düzenini tehdit ediyor.
–Aynı fikirde olduğumuza sevindim de sence ne yapabiliriz? Hani şu dünyayı
yönetenleri nasıl harekete geçirebiliriz? Madem kendilerinden bu yavşak, onlar adamı bizden
daha iyi tanıyorlardır. Bir yardımları dokunmaz mı?
–Mutlaka dokunur ve zaten onlar da kendi istihbarat şebekelerini çoktan harekete
geçirmişlerdir. Ama emin olmadıkları için saha taraması yapıyorlardır, bu konuştuğumuz
soyağacı meselesini onlara aktarabilirsen tüm dikkatlerini bu dallamanın üzerine verirler. O
adamın yerinde olmak istemezdim.
–Ya bunları İsmet Müdür’e nasıl anlatacağım?
–Onu da sen bul amirim.
–Süleyman dur kapatma, sen bu herifi araştırmaya devam et.
–Abi bunu söylemeye ne hacet? Seninle konuşurken bile herifin peşindeyim.
–Tamam haberleşiriz, deyip telefonu kapattığı gibi hızla kapıya yöneldi.
Üç dakika sonra İsmet Müdür’ün yanındaydı. Üç dakikada da ayrıntılara girmeden
telefonundaki soyağacına göre aradıkları adamın kesinlikle o olduğu konusunda İsmet
Müdür’ü ikna etmeyi başarmıştı. Ortak yayında failin Edward Brian olduğunu gösteren güçlü
deliller olduğunun notunu da düşmüşlerdi. Ofise dönerken keşke İsmet Müdür kriz odasında
değil de kendi odasında olsaydı diye içinden geçirdi, böylece Leyla’yı bir kere daha görme
şansı olurdu. Bir tarafı onu görmek için inanılmaz şekilde istek duyuyordu, diğer tarafı ise
oğlum git, o kız sana bakar mı diyordu. Aslında kızların yanında kendini hiç rahat
hissetmiyordu. Ama sanki Leyla diğerlerinden farklıydı; bir ışık, hayat enerjisi saçıyor gibiydi.
Sonra bunca hengamenin içinde İstanbul’un bir kesimi tahliye edilirken ve dünya gerilmiş her
an yaydan kopacak bir ok gibi dururken aşk meşk işlerini düşündüğü için kendi kendine sinir
oldu. Sırası mıydı şimdi? Tam asansörün açık kapısının önünden geçtiğini fark etti. Son kat,
Leyla oradaydı, ne kaybedebilirdi ki? Asansöre dalıp son katın düğmesine bastı.
Leyla yine sekreter masasında, bilgisayar ekranında bir şeyler ile meşgul oluyordu. Rıza
Başkomiser’in kendine doğru geldiğini görünce başını ekrandan kaldırıp kaşlarını çattı.
Müstakbel çatışma için gardını çoktan almıştı.
–Merhaba Leyla Hanım, dur tahmin edeyim, İsmet Müdür odada yok.
–Evet, nereden anladınız?
–Az önce aşağıda kendisiyle görüştüm de oradan.
–İsmet Müdür ile görüştüyseniz burada ne arıyorsunuz?
–Yani sizden tekrar af dilemek için geldim.
–Bakın başkomiser…
–Rıza.
–Biliyorum Rıza olduğunu.
–O zaman başkomiser demenizdense Rıza demenizi tercih ederim.
–Ben ise başkomiser demeyi.
–O zaman başkomiserim diyebilirsiniz.
–Başkomiser diyorum, ya sizin amacınız ne? Derdiniz ne?
–Yok öyle bir derdim falan, yalnızca kırdığım bir kalbi tamir etmeye çalışıyorum.
–O öyle olmaz, seninle mahkemede hesaplaşacağız.
–Niye kendi aramızda halledemez miyiz? Ne gerek var şimdi mahkemeye, avukata,
hakime. Kısasa kısas, sen de bana küfret, olsun bitsin. Elalemi karıştırmaya ne
hacet?
–Elalem derken yani şimdi bize…
–Vallahi ben öyle bir şey söylemedim, siz söylediniz ama bize tanımına hayır da
demem yani.
–Başkomiserim siz ne dediğinizin farkında mısınız? Bunca işin, koşuşturmanın içinde
düşündüğünüze bakın, kendinizden utanmalısınız.
–Bana başkomiserim, dediniz.
Leyla, bu ukala adamdan fena halde sıkılmıştı, hışımla ayağa kalkarak “Ya bakın, gidin
şuradan, sizinle uğraşamam, şimdi kendime engel olamayacağım ve fena olacak.” diye
bağırdı.
–Et bir küfür gideyim.
–Siktir git!
Rıza Başkomiser gülerek “İşte bu! Şimdi ödeştik!” deyip hızla geldiği yöne dönerek koşar
adım koridorda gelen asansörü yakalamaya çalıştı. Leyla arkadan bir şeyler söylüyordu ama
artık onu duymuyordu.
9 Nisan 2023 İstanbul 21.00
Bölgenin tahliyesi tüm hızı ile sürüyordu, daha doğrusu aksaksız yapılmaya çalışılıyordu.
Tüm görevliler canla başla çalışsalarda bunun pek öyle kağıt üzerinde planlanan gibi
olmayacağı daha ilk anlardan belli olmaya başlamıştı. Siz masa başında en iyi planı, projeyi
yapın ama sahaya indiğinizde kırk yıl düşünseniz bile aklınıza gelmeyecek handikaplar
sürüsüyle karşı karşıya kalıverirsiniz. Kolay değil insanların karşısına çıkıp da tüm
yaşanmışlıklarınızı, anılarınızı, cananızı, kısaca canınız hariç her şeyi geride bırakıp düşün
önümüze demek.
Deyim yerindeyse tahliye alanında kan gövdeyi götürüyordu, sinirler kopma noktasında
gerilmişti. Bağırış çağırış, dövüşenler, ayılanlar, bayılanlar, ağlaşanlar, neler neler…
Görevliler acele ettirdikçe insanlar daha da panik oluyorlardı. Aradıklarını bulamıyorlardı.
Bulduklarının da kırkayak değillerdi ki ikisini bacak, otuz sekizini kol yapıp taşısınlar
alabilecekleri küçük bir el çantasını geçmemesini istiyorlardı. Ama bu nasıl mümkün
olabilirdi? Tüm hayatları buradaydı, bunlara sahip olabilmek için neler çekmişlerdi? Taksidi
bitmemiş beyaz eşyalarını, oturma gruplarını, kısaca evde lazım olan her şeyi nasıl
bırakabilirlerdi? Aile fertlerinin duvarda asılı tek fotoğraflarını nasıl almayacaklardı? Seçim
yapmaları gerekiyordu, eledikleri her şeyden dolayı da kendilerini onlara ihanet etmiş gibi
hissediyorlardı. Tüm hayatları o küçücük el çantasına nasıl sığardı? Üstelik gidecekleri yerde
lazım olanlar ile geride bıraktıkları arasında inanılmaz tezatlık vardı. Aile albüm fotoğraflarını,
bir paltoya, battaniyeye tercih etmelerinden dolayı alamayacaklardı. Yıllardır gözleri gibi
baktıkları baba yadigarı bağlamalarını kaderine terk edeceklerdi. Kendilerinin olan yüzlerce
seçenekten iki çaput için vazgeçiyorlardı ve zaman dardı. Bu konuya iki üç gün kafa yorma
şansları yoktu, beş dakikaları vardı. Hacimde küçük, değerde büyük şeyleri almak
mantıklıydı ama nasıl?
Asıl tartışma verilen sürenin sonunda oluyordu. Az bir zaman daha, bir beş dakika daha…
Ama mümkün değildi. Birçoğu yine de kapılarını kilitlemeyi ihmal etmedi. Belki, diyorlardı…
Belki patlamaz veya etki alanı büyük olmaz diye dua ediyorlardı. Birden fakirleşmenin, evsiz
barksız kalmanın ağır yükü şimdiden omuzlarına binmişti. Neredeyse her görevlinin
ağzından papağan gibi çıkan “Cana geleceğine mala gelsin.” veya “Bu yalnızca bir önlem,
uzmanlar çalışıyor, patlamazsa sabaha buradasınız.” laflarını şimdi kendilerine avutmak için
söylüyorlardı. Dairesini kapatan buruk acı, tarifi mümkün olmayan hissiyatlar içerisinde
merdiven kullanarak aşağıya iniyordu, asansör kullanmak yasaktı.
Tahliye tam planlanan gibi olmasa da bağırış çağırışlar arasında öyle veya böyle
gerçekleşiyordu. E, ne de olsa can tatlı, mal bir şekilde kazanılır. Önce can, sonra canan.
Atatürk Havalimanı’na götürülmek üzere otobüslere bindirilen mahalleliler, görevliler
tarafından kayıt altına alınıyordu. Herkesin kimlik numaraları ile ve adı soyadı soruluyordu.
Otobüs havalimanına giriş yapınca da artık herkes son bir yoklamadan geçiriliyor ve sonra
da aracın kapısı açılıyordu. Ardından boş otobüs, tahliye alanına geriye dönüyordu. En
azından bu iş zamanında bitirilecek gibiydi. Bombanın merkezinden tahliye başlamış, ileriye
doğru gidiliyordu. Hiç olmazsa oluşan bir panik, toplumsal kalkışma veya hareketlilik yoktu.
Tahliye bölgesinden bol bol megafon sesleri geliyordu. Camilerden selalar verilmeye
başlanmıştı. İstanbul içlerinden bir bölgenin boşaltılmasına ve hemşerilerinin ızdıraplarına,
patlamasına bir saatten az kalmış bir nükleer bombanın gölgesinde şahit oluyor, onların
acılarını ta yüreklerinde hissediyorlardı. Herkesin duası, kimsenin burnunun bile
kanamaması yönündeydi. Sonrası zor da olsa el birliği ile bir şekilde kolaylaştırılırdı. Acından
kim ölmüş?
Aynı saatlerde İsrail de Kudüs’ün belirlenen bölgelerinin tahliyesi için düğmeye basmıştı
lakin onların işleri İstanbul’dakinden çok farklıydı. Asıl bombaların merkez üssü olan eski
Kudüs’te tahliye mümkün değildi. Özellikle üç semavi dinin radikalleri, eski Kudüs’ü
kurtarılmış bölgeler gibi işgal etmişlerdi ve delirmişçesine dualar ediyorlardı. Her biri,
diğerinin sesini bastırmaya çalıştığından artık sesleri de kısılmıştı ve yorulmuşlardı ama yine
de yapacaklarından geri kalmıyorlardı. Görevlileri asla dinlemiyorlardı. Hepsi inançları için
ölmeye kendilerini çoktan hazırlamışlardı. Kolluk kuvvetleri bombaların tesirinden, etki
alanından ve tahliyeden bahsetse de kendileri çalıp kendileri oynuyorlardı. Kimsenin onları
dinlediği yoktu. Onlar için en önemli şey, o gece orada bulunmaktı. Kendi kutsal alanlarını
koruyup gelecek olan Mesih’i en önden karşılamaktı. Yaşammış, bombaymış onlar için hiçbir
şey ifade etmiyordu. Helikopterden, şehir hoparlöründen, seyyar megafonlardan, her çeşit
iletişim aracından yapılan çağrının, sonucu aynı oluyordu. “Biz buradayız, hiçbir yere
gitmiyoruz.”
Tek tük, evlerini terk edenler oldu. Ebeveynler kalsa da küçükleri görevlilere teslim ederek
güvenli bölgelere tahliyeleri için yol açtılar. Eski Kudüs’ün dışındaki insanların tahliyesinde
pek bir sorun çıkmıyordu; aynı İstanbul’da yaşanan karmaşanın Yahudicesi… Onu mu
alsam, bunu mu alsam? İnsanların farklı coğrafyalarda yaşaması, farklı inançlarda,
kimliklerde olması bir şeyi değiştirmiyor; insan, her yerde insan. Aynı şartlarda, aynı
davranışları sergiliyorlar, neredeyse her şey birebir aynı.
İstanbul’da olsun, Kudüs’te olsun, o gün birçok insan tahliye esnasında empati yapma
ihtiyacı duydu. Her iki ülkenin komşusu olan Suriye’de yıllarca yaşanan dışa bağlı iç savaşta
milyonlarca insan evinden barkından hatta yakınlarının canından oldular. Akşamları haber
ajanslarında verilen, Youtube’daki savaş insanlarının bombalanmış, yakılmış, yıkılmış
görüntülerini, evlerini güvensizce terk ederken neler düşündüklerini bir nebze hissetmişlerdi.
Üstelik onları koruyup kollayan kolluk kuvvetleri de yoktu, gidecekleri yerde kendilerini ikram
edilecek bir tas sıcak çorba bile beklemiyordu. Onlar otobüsler ile görevlilerin gözetiminde
giderlerken o savaşın insanları, patlayan bombaların, atılan kurşunların altında çamur
içerisinde ve can havliyle kaçıyorlardı. Oysaki yıllarca süren o lanet savaştan her gün
haberleri olmuştu ama baktıklarını bir gün bile görmemişlerdi. Komşuları kanserdi,
kendilerinde ise sivilce çıkmıştı. Bu sivilceye bile dayanmak bu kadar zor iken komşularının
yıllardır süren feryadını bir gün olsun duymamışlardı. Çünkü damdan düşeni, en iyi damdan
düşen anlardı. Onların düştüğü damın yanında, kendilerininki olsa olsa bir basamak
merdivenden düşmek sayılırdı.
İki ülkenin de toplanma merkezlerinde her türlü acil hazırlık yapılmıştı. Aç olanlara kumanya,
su, süt tarzı hizmetler, gönüllüler ve görevliler tarafından sunuluyordu. Rahatsızlananlar
sağlık ekiplerince muayene ediliyor, gerekli görülenler hastanelere sevk ediliyordu. Tüm bu
karışıklığın içerisinde bir düzen sağlanılmaya çalışılıyordu. İki ülke de fena iş çıkarmasa da
İsrail açık ara önde gidiyordu. E, ona da denilecek bir şey yok; her şey imkan meselesi.
İsrail, eski Kudüs’te görevli tüm personeline gece 23.30 sularına kadar görev yerlerinde
kalmaları, eğer farklı bir gelişme olmaz ise her ne konumda veya ne görevde olurlarsa
olsunlar, 23.30 itibariyle görev yerlerini terk ederek bombaların etki alanının dışına çıkmaları
üzerine talimat vermişti. Asıl bombadan önce bir bombanın patlayacağı da bu şekilde ilan
edilmiş oldu. Zira üç farklı inanç grubunun arasındaki paravan şu an onlardı. Bu paravan
kalktığında, asıl dananın kuyruğu o zaman kopacaktı. Çılgınlıkta sınır tanımayan insanları
birbirlerinden ayıran bir engel kalmayacaktı, acaba o zaman ne olacaktı? Son yarım saat
deyip birbirleriyle öpüşüp helalleşecekler mi? Yoksa yılların birikmiş kini ile birbirlerine
saldırıp yirmi beş dakika sonra patlayacak bombanın işini biraz daha mı kolaylaştıracaklar?
Görünüşe bakıp karar verecek olursak ikinci şıkkın olma ihtimali çok yüksek, hele hele o an
orada olanlar dünya medyasında da görülürse işte, o zaman ayıkla pirincin taşını! Giderayak
kendilerinde yüzyıllardır birikmiş olan kin ve nefret tohumlarını geride bırakarak cehennemin
yolunu tutacaklardı. İnsan neresinden bakarsa baksın, istediği kadar ölçüp biçsin teori ile
pratiğin bu kadar zıt tecelli edebileceği başka bir alan bulamaz. Hepsi inançlı, koyu dindar,
hepsi aynı Tanrı’ya, aynı peygamberlere inanıyor. Kaynağı aynı, adı farklı kitaplardaki aynı
emirleri almalarına karşın, biri diğerinin kanına aşeriyor. Böyle bir tezatlık nasıl olabiliyor,
insanın aklı almıyor. Hatta kızıyor da “Yiyin birbirinizi, altta kalanın canı çıksın.” diyesi
geliyor.
9 Nisan 2023 İngiltere 21.05
Londra Scotland Yard İngiliz Polis Teşkilatı’nın kriz merkezinde inanılmaz hareketlilik devam
ediyordu. Edward Brian’ın Londra’da bulunan ailesinin tüm evlerine baskınlar düzenlenmiş
ve birçok kişi yaka paça alınarak merkeze getirilmişti. Her an, görevli yerel polis
merkezlerinden gözlem altına alınanların haberleri geliyordu. İskoçya’daki akrabalarını da
aynı son bekliyordu. En önemlisi iki oğlu da alınmış, merkeze doğru yola çıkarılmıştı. Emir
çok açıktı; her şey serbest… Edward Brian ile ilişkisi olan kim varsa sorgusuz sualsiz
alınacaktı. Buna kedisi, köpeği, hizmet eden uşağı, evinin çatısına konan karga bile dahildi.
Tüm yetki kolluktaydı. Zaman kısıtlıydı ve çok hızlı davranmaları gerekiyordu. Yılların polis
memurları ve şefleri, tüm meslek yaşantıları boyunca hiç böyle bir vakaya tanıklık
etmemişlerdi. Kişilik haklarıymış, kanunmuş, nizammış her şey rafa kaldırılmıştı. Hiyerarşinin
en tepesinden aşağıya doğru inanılmaz bir baskı yapılıyordu. “Alın herifleri; nasıl alırsanız
alın, kırın dökün, dövün, yalnızca öldürmeyin.”
Hala Edward Brian’dan ne bir iz ne de ses vardı. Tüm dünya istihbarat örgütleri, kolluk
kuvvetleri el birliği yapmışçasına bu adamı arıyordu ama şu ana kadar kimse adamın izine
bile rastlayamadı. Dünya alarmdaydı. Emir demiri keser, tarzında davranışlar sergileniyordu.
Tüm televizyon kuruluşlarının yayınlarının altında Edward Brian’ın fotoğrafı devamlı olarak
sergileniyordu. Kanal değiştirmek bir şey fark etmiyordu; herifin şaşı gözlü, hafif tebessümlü,
takım elbiseli ve jöleli saçlı fotoğrafı, sanki tüm dünya ile alay ediyordu. Yakalayın
yakalayabilirseniz… Herhalde dünya dünya olalı bir günde bu kadar tanınabilen başka biri
daha olmamıştır. Kaza ile herhangi bir köylü Mehmet Amca bile köşeyi dönerken adamla
karşılaşırsa “Birader nereden tanışıyoruz?” diye sormaz, “Ülen Edward lavuğu sen burada
ne geziyon?” derdi.
Olayların hem dışında hem de tam merkezinde olan hacker Süleyman, çok kısa zamanda
kaçak Edward’ın bu kadar vitrine konulabilmesini yeraltındaki düzenin sahiplerinin
müdahalesi olarak düşündü. Adamlar çoktan harekete geçmişlerdi. Zaten medya
ellerindeydi. Neredeyse her devletle en üst düzeyde ilişki içindeydiler ve kurdukları düzen
tehdit altındaydı. Bu tehdidin derhal durdurulup yok edilmesi gerekmekteydi. Bunun
yapılmasına katkı sağlayabilecek her mekanizmayı ivedilikle harekete geçirmişlerdi. Artık
gizli saklı, gizemli buluşmalara, konuşmalara bile gerek yoktu. İstekler doğrudan karşıya
iletilmeye başlandı. Toplantı halindeki bakanlar kurullarına, siyasi örgütlere, birleşmiş
milletler salonlarına kadar her yere emirler bildiriliyordu. Düzen elden gidiyordu ve buna izin
veremezlerdi. Yeraltı, yerüstü hepsi alarm durumuna geçmişlerdi. Rıza Başkomiser’in, İsmet
Müdür’e hacker Süleyman’ın tapınakçı öngörülerini anlatmasından mı yoksa ortak yayında
aranan adamın kesinlikle Edward dallaması olduğu yazıldığı için mi bilinmez, kendisi şimdi
dünyanın bir numaralı tanınan adamı olup çıkıvermişti.
Ve kaçak bulundu…
Londra polis kriz merkezine bir telefon geldi. Telefonun diğer ucunda Londra’nın köklü
zengin ailelerinden birinin oğlu vardı ve Edward Brian’ın arkadaşı olduğunu, uçağını
istediğini ve Londra’daki bir havaalanından özel jeti ile gittiğinin ihbarını yaptı. Nereye gittiğini
söylemediğini belirtti ancak jetinin modelini ve kuyruk numarasını polise vererek, kalkış
yaptığı Heathrow Havaalanı’ndan uçuş ve iniş bilgileri ile rotasını tespit edebileceklerini
söyledi.
Adamı beklemeye alan polis memuru, “Edward Brian’ın arkadaşı, Heathrow Havaalanı’ndaki
hangarından özel jetini verdiğini ve Londra’dan ayrıldığını söylüyor!” diye bağırdı. Polis
Müdür Yardımcısı Mike, ses gitmesin diye ahizenin önünü iki eliyle tutup bağıran polisin
yanına koştu.
–Kim karşıdaki?
–Adı adı… Söyledi de heyecandan not etmedim ama Sarah ailesindenmiş.
–Ver bakayım telefonu, dedi işini savsakladığını düşündüğü adama kızarak.
–Ben Scotland Yard’dan Müdür Yardımcısı Mike Kimble. Kiminle görüşüyorum?
–Adım Leone Sarah, Edward Brian’ın arkadaşıyım. Bugün benden acil jetimi istedi.
Televizyonda fotoğrafını görünce sizi aradım.
–Sizinle ne zaman bağlantı kurdu?
–Tam hatırlamıyorum ama öğleden sonraydı.
–Ne dedi?
–Kendi uçağında teknik bir problem olduğunu ve acil uçması gerektiğini söyledi,
bundan dolayı da jetimi istedi.
–E, siz ne yaptınız?
–Ne yapacağım? Verdim. Pilotu aradım, gerekli talimatları verdim, o kadar.
–Uçak neredeydi?
– Heathrow’da.
–Lütfen uçak bilgileriniz ile şu anda olduğunuz yeri memur arkadaşa bildiriniz ve
yerinizden ayrılmayınız, deyip telefonu deminki polise sinirle uzattı.
Normalde de hatayı affetmezdi ama hele bugün hiç kaldıramazdı.
–Arkadaşlar, Heathrow Havalimanı. Edward Brian oradan özel jetle ayrılmış, hemen
havalimanı trafik kontrolü bağlayın; uçağın rotası, kalkış, varış yerini, şu andaki
konumunu öğrenin çabuk.
Mike masasına dönüp internetten FlightAware’ı uçuş takipçisi bir site açıp baktığında
havadaki uçuşlar diye daire içine alınan bir bölümde 11936 rakamını gördü. Yani şu an
havada bu kadar uçak vardı ve tüm dünyanın aradığı kaçak, bunlardan yalnızca biriydi.
–Müdürüm, SE119 kuyruk kodlu uçak, 20.18 itibari ile kalkış yapmış. Rotalarını
İskoçya Dublin diye belirtmişler ama beş dakika kadar sonra Ürdün’e çevirmişler. Amman
havaalanına.
“Şu anki konumu ne?” diye sorunca başka bir polis, “Fransa hava sahasında koordinatlarını
bildirdiler ama Rennes şehrinin üzerinde.” diye yanıt verdi.
–Hemen emniyet müdürüne bağlayın.
Bu bağlanmalar silsile halinde Fransa Cumhurbaşkanı ile İngiltere Başbakanı’nın telefon
görüşmesine kadar gitti; hepsi dört dakika sürmüştü. Rennes’e en yakın devriye görevini
ihtiva eden Fransız hava kuvvetlerine bağlı iki rafale savaş jeti tüm hızları ile SE119 kuyruk
numaralı özel jetin bulunduğu koordinatlara doğru yöneldiler. Saatte 1900 km, maksimum
hızı test ediyorlardı, adeta gökleri yararak avlarının üzerine gidiyorlardı.
9 Nisan 2023 İsrail 21.10
Mahşeri kalabalıkta yürüyen Hüseyin’in şıpıdık terlikten ayaklarının kenarı su toplamaya
başlasa da o yorgunluktan ve su toplayan ayağının sızlamasından çok, annesinin halinden
endişe eder olmuştu. Saatler süren yürüyüşte enerjisinin gitgide azalıp bitmeye yüz
tuttuğunu anlayabiliyordu. Artık geridekiler, usul usul ileriye geçtikçe kendileri de gerideki
gruba doğru kalmaya başlamışlardı. Konuşmalardan anladığına göre daha önlerinde bayağı
bir yol vardı. Hüseyin için o kısacık yaşamının en hareketli, en sıradışı günü olduğundan
bugünden hiçbir şikayeti yoktu, yorgunluğunu bile hissetmiyordu. Karanlığın basmasından
bu yana gemici fenerleri ve seyyar el fenerleri ile devam eden grup, artık yürüyen
insanlardan çok, bazı ülkelerin ulusal bayram günlerinde akşamüzeri yaptıkları ve
televizyonlarda verilen fener alaylarına benziyorlardı. Ne kadar da muhteşem görünüyorlardı.
Özellikle yolun zirvelerine geldiklerinde önde gidenlere ve arkadan gelenlere geniş açıdan
bakıyor ve yürüdükleri yolun hem arkadan hem de önden göz alabildiğine ışıklar içinde
olduğunu görüyorlardı. Yalnızca kendisinin değil etrafındaki herkesin bu görüntüden etkilenip
güç aldığına şahit olmuştu. Yolun tüm kıvrımlarının ışıl ışıl aydınlanması, insanın içini ısıtan
nefis görüntüler ortaya çıkarıyordu.
–Anne bakar mısın, artık grubun ne en önü ne de arkası gözüküyor.
–Evet Hüseyin, aynen dediğin gibi.
–Sence kaç kişi vardır burada?
–Ne bileyim Hüseyin, baksana kaç kilometrelik alan. Her yer insan dolu, yolda bayağı
katılan da olmuş. Ama ben bittim, artık bacaklarımı hissetmiyorum oğlum.
–Dayan annem, pek fazla kalmamıştır herhalde. Unutma, Kudüs bizi bekliyor. Ben ilk
kez göreceğim için çok heyecanlıyım. Sen Kudüs’ü hiç gördün mü?
–Bir kez. Genç kızdım, dedem götürmüştü.
–Vallahi mi?
–Evet, sana hiç söylemedim mi?
–Yo.
–Bidenem, ben de unuttum ki. Senin yaşlarındaydım zannedersem, belki daha da
küçük, dedem götürmüştü.
–E, anlatsana nasıldı?
–Yani nasıl olacak? Bir Arap lokantasında yemek yemiştik; bol mezeli, çeşit çeşit…
Pamuk şeker almıştı dedem ve eski çarşıdan çok güzel bir eşarp, ha bir de eski çarşıda bir
sürü tatlı yemiştim, aklımda kalanlar genelde bunlar oldu.
–Anne ya, çok obursun. Ben sana Kudüs’ü soruyorum, sen bana yediğini, içtiğini
söylüyorsun.
–Küçüktüm diyorum, aklım ermiyordu ki o zamanlar.
–E, benim yaşlarımdaymışsın.
–Kuzum senden küçüktüm ve sen maşallah büyüyüp küçülenlerdensin. Hem o
zamanlar Kudüs’e ulaşmak böyle değildi, sen bakma ben bir kez gittim ama istediğin zaman
gidilebilirdi. Her zaman elinin altındaydı, insan kolay ulaşabildiği elindekilerin değerini ne
zaman kaybederse o zaman anlıyor. Anlasa da iş işten geçiyor. Önemli olan elindekinin
değerini elinden uçup gitmeden, onu kaybetmeden anlayıp kıymetini bilmek. Bizimkisi o
misal. Bak o zaman bir arabayla istediğimiz zaman gidebildiğimiz yere, bugün gidebilmek
için anadan doğma soyunup ölümü göze aldık. Ayaklarımı hissetmiyorum bile ama oraya
gideceğimi, Kudüs’ü görebileceğimi düşünmek bile tüm acılarımı katlanır kılıyor.
–Anne yine de çok kılmıyor herhalde, fark etmedim zannetme gitgide grubun gerisine
düşüyoruz.
–Hınzır, sen beni senin gibi on iki yaşında zannettin herhalde. Elimden geleni
yapıyorum.
–Takılıyorum be anne, kızma. E, sen bana neler ısmarlayacaksın Kudüs’te? Mesela
pamuk şeker alacak mısın?
–Alacam alacam, seni pamuktan şeker yapıp ben yiyecem, deyip Hüseyin’i
omuzundan tutup sertçe yanına çekti. Oğlunun saçlarını öperken gelen o tanıdık kokuyu,
kana içine çekti.
–Anne dur, dengemi zor tutuyorum zaten.
–Dengeni sevsinler senin.
–Anne, ne güzel ama değil mi? Işıktan oluşan bir sel, dağ, tepe ışıl ışıl Kudüs’e
akıyor. Sıra Müslümanlara geldi herhalde…
Onlar da ilahiye hem de Hüseyin’in çok sevdiği bir ilahiye başlayınca annesi ile olan
muhabbeti kesip bağıra bağıra, şevkle ilahiyi söylemeye başladı. Oğlunun bu sevinçli
halinden ziyadesi ile memnun olan kadın da ilahiye katıldı.
Hüseyin haklıydı, üç semavi dinin insanları ışıktan bir sel olmuşlardı. Yan yana, omuz
omuza, adı barış ve kardeşlik kenti olan ama tarihi boyunca ne yazık ki adıyla birçok
tezatlıkların yaşandığı kadim kent Kudüs’e gidiyorlardı. Belki ilk kez adına yaraşır şekilde,
içinde filizlenmek için can atan binlerce kardeşlik ve barış tohumu ile ağır ağır ve şuh içinde
emin adımlarla oraya doğru ilerliyorlardı. İçlerinde, yüreklerinde taşıdıkları kardeşlik ve barış
tohumları onlara ağırlık değil, dayanma gücü ve yaşam enerjisi veriyordu.
Bilinçlerinin tarif edemediği bir yerinde nasıl bir sorumluluklarının bulunduğunu, içinde
bulundukları bu ışık selinin zamanlar üzeri bir olgu olduğunu ve gelmiş geçmiş veya gelecek
anların mukayesesinde en önemli anlardan birini yaşadıklarını hissedebiliyorlardı.
Bu İsa Peygamber’in çarmıha gerilmesi, Adem ve Havva’nın yasak elmayı yemesi, Musa’nın
on emri alması gibi bir andı. Anlar vardır; o, an değildir, sürecin başıdır. Ama o sürecin
başlangıç noktası olması, o anın olup bittiği an değildir; o an bitmeyecek bir sürecin
başlangıç anıdır. Yani an, an değildir. Bir olay, bir olgu hiç bitmeyecek bir süreçtir. O anı, o
anda yaşayanlar hissetseler bile anlayamazlar, o anın yansımalarını o anı hiç yaşamayanlar
yaşadıkça o an, anlığını bulacaktır. İşte, bu ışık selindeki her bir fert, derinliklerinde bir şeyler
hissetseler de içinde bulundukları anın nasıl bir an olabileceğini kırk değil, seksen yıl bile
düşünseler mümkün değil bulamazlardı.
Şimdi bu gruptan birisini durdurup “Siz üç semavi dinin hepsinin de kabul edeceği ve
herkesin ışıklar içinde aynı kendileri gibi çiçekli böcekli nevresimler, bornozlar giyinmiş halde
ve ayaklarında şıpıdık terlikleriyle her yıl dünyanın birçok ülkesinden hacı olmak için gelecek
milyonların hac yollarını işaretliyorsunuz.” dese buna kim inanır? Sizlere, yüzyıllarca
birbirlerinin mensuplarına yapmadıklarını bırakmayan, yaşanmışlıklardan hala bugün
yaşananlara devam eden, birbirlerinin kanına aşeren üç semavi küskün kardeşi barıştırmak
için attığınız her adımda dipsiz ego kuyusuna çakıl taşı taşıdığınızı söyleseler inanır
mıydınız? İsa’nın havarileri, Musa’nın yoldaşları, Muhammed’in sahabeleri gibi yüzyıllarca
minnetle anılacağınızı söyleseler buna inanır mıydınız? Hadi, hiç birisine inanmadınız;
Gaza’dan Kudüs’e kadar bu yol üzerinde kaç tane cami, kilise ve sinagogun yan yana
dikileceğini, imam, haham ve papazların beraber çay simitle kahvaltı yapacağını, pesahda
imam ve papazın da simit yerine mayasız ekmek yiyeceğini söyleseler… Ramazanda da
akşam ezanından önce papazın, hahamın, orucunu açmak için evine giden imam kardeşine
getirmiş olduğu katığı vereceğini anlatsalar… Bari buna inanın ama inanamazsın çünkü ne
yaptığını, nasıl bir şey başardığını sen bile bilmiyorsun. İyisi mi sen yürü Hüseyin’im
Kudüs’e. O kırmış olduğun prangaların bir daha o şıpıdık terlikli su toplamış ayağına
takılmaması, yirmi birinci yüzyılda bir daha Gaze gibi bir açıkhava cezaevine kapanmamak
için yürü, Kudüs selam kenti, yüzyıllardır seni selamlamak için bekliyor.
9 Nisan 2023 Fransa 21.15
“SE119 kodlu uçak, burası Fransız hava kuvvetleri. Size son uyarımız, derhal koordinatlarını
vermiş olduğumuz Rennes Havalimanı’na yönelin, bu size son uyarımız.”
Kaptan, içeride bilgisayar başında bir şeyler kontrol eden adama seslendi.
–Mr. Brian, iki tane Fransız hava kuvvetlerine bağlı jet, derhal Rennes Havaalanı’na
acil iniş yapmamız için uyarıyor yoksa ateş açacağız diyorlar.
–Korkma, sen yoluna devam et. Bir şey yapamazlar.
–Efendim devam edemeyiz, şu an Fransız hava sahasındayız ve onların dediklerini
yapmak durumundayız.
–Kaptan devam et, tüm sorumluluk bende.
“SE119, size son uyarımız olduğunu söyledik, derhal Rennes Havalimanı’na acil iniş için
alçalmaya başlayın.”
–Mr. Brian kusura bakmayın ama ben bu emirleri dinlemek durumundayım, adamlar
tehlikeli manevralar yapıyorlar; üzerimizde baskı var ve uçuş güvenliğimiz tehlikede, bu
şekilde devam edemeyiz.
Adam bilgisayardan kafasını kaldırarak “Kaptan sana dediğimi yap, rotandan sapma.” diye
talimat verdi.
–Ama efendim, böyle devam edemeyiz.
–Sana ne diyorsam onu yap. Kızım sen de çekil git arkaya, kaybol gözümün
önünden, diye de uçağın penceresinden dışarıdaki savaş uçaklarının yaptığı manevraları
seyretmeye çalışan hostese bağırdı.
Sonra da koltuktan kalkarak hostesin çekildiği pencereye yönelip dışarıdaki rafale savaş
uçağının insanı ürperten yalpalamalarına, kokpitteki pilotun eliyle işaret ede ede kaptanla
konuşmasına baktı. Nasıl olmuştu da bu kadar kısa zamanda hem de yerden kilometrelerce
yukarıda kendisini bulabilmişlerdi, aklı almıyordu. Gökte ararken yerde bulmak deyiminin
tersi olmuştu; yerde aramaları gerekirken gökte kendisini buluvermişlerdi. Kesin Leon,
korkağı söylemiştir, diye geçirdi içinden.
Aynı anda kaptan da savaş pilotlarının ihtarlarından bunalmıştı, tabii bir de Edward Brian
denilen bu herifin Emma’ya bağırması içine oturmuştu. Tabii herif Emma’nın kendisinin
metresi olduğunu bilmiyordu. Acayip kinlenmişti. Bunca meslek yaşamında ilk kez böyle bir
olaya şahit oluyordu; iki savaş jeti kendisine ablukaya almıştı ve derhal inişe geçmesini
emrediyorlardı. İkileme düşmüştü, özel jetteydi tamam ama sonuçta bu jetin kaptanıydı ve
eski kraliçenin donanmasında yıllarca görev yapmış tecrübeli bir askerdi. Eğer verilen emre
uymazsa başına neler gelebileceğini çok iyi biliyordu. Artık değil uçmak, havalimanının
yanına bile yanaşamayabilirdi. Uçuş brövesini kaybetmesi işten bile değildi. Kaptan
kararsızlık içinde kıvranırken iki tane daha jet uçağının kendilerine yaklaştığını gördü.
–Mr. Brian jetler dörde çıktı, emirleri çok açık, inişe geçmemiz lazım.
–Kaptan size söyledim; tamamen blöf yapıyorlar, bize hiçbir şey yapamazlar. Sen
rotandan ayrılma, diye olduğu yerden bağırarak kokpite doğru yürümeye başladı. Olan biteni
daha yakından görmek istiyordu.
–Nerede yeni gelenler?
–Saat iki yönünde sağdan yanaşıyorlar.
–Gelsinler bakalım boka üşüşen sinekler gibi. Sen aynen devam et.
–Tamam Mr. Brian, tüm sorumluluk sizde.
–Aynen, deyip kaptanın yan koltuğuna oturup savaş jetlerinin manevralarını
seyretmeye başladı.
–Onlarla nasıl konuşabilirim?
–Sağınızdaki kulaklığı takın, deyince Edward kulaklığı alıp “Bunu mu?” diye kaptana
sordu.
–Evet efendim.
–Ben Edward Brian, İngiliz vatandaşıyım, ne diye bizi inişe zorluyorsunuz?
–Ben Fransız hava kuvvetlerinden Binbaşı Pascal Roux, Edward Brian size
emrediyorum derhal uçağı dediğimiz havaalanına iniş için yönlendirin.
–Bizi inişe zorlamak için bir nedeniniz yok, biz İngiliz vatandaşıyız.
–Şu an Fransız hava sahasındasınız ve sizi inişe zorlamıyor, derhal inmenizi
istiyoruz.
–İnmezsek…
–Ateş açacağız.
–Açın o zaman, deyip kulaklığı kaldırıp fırlattı. Kordonu gerilen kulaklık, kendisine
doğru gelince hızla söküp geriye fırlattı.
–Ateş açacaklarmış, kıçımın kenarı Fransızlar! Biz de yedik. Kaptan, sana ne
diyorsam onu yap; rotandan ayrılma, deyip sağdan kendilerine doğru yaklaşan ve yeni gelen
iki uçağa bakıp bilgisayarın olduğu masaya yöneldi.
Daha üç adım atmıştı ki kaptan kendisine seslendi.
–Mr. Brian bakar mısınız? Yeni gelen jetler füze gösteriyor.
“Ne füzesi?” diyerek kokpite geri döndü.
–Bakın bu taraftaki yalpalayarak uçan.
–Hangisi?
Cevabı beklemediği yerden geldi. Usulca koltuğundan kalkan kaptan, çoktan Edward’ın
kolunu döndürüp sarmalamış; diğer eli ile de boynunu dolamış halde uçağın koltuklarının
olduğu salona doğru sürüklüyordu. Herifçioğlu kendisini öylesine yakalamıştı ki değil ne
yapıyorsun demek, soluk bile alamıyordu. Nefesini kesmişti. Bir hamle yapmak istedi ama
kolu omuzunun oradan öylesine acıdı ki kımıldadığına pişman oldu. Kaptan boğazına daha
fazla baskı yapmaya başladı. Adamı hem içeriye doğru karga tulumba sürüklüyor hem de
“Emma, izole bantı getir.” diye hostese bağırıyordu.
–Getir getir, dola şunun ayaklarının etrafından. Sar, tamam.
Kız, Edward’ın bacaklarına bandı dolayınca kaptan da adamın boğazını bırakıp yere itti.
Ardından diğer elini de geriye döndürüp adamın iki elini birleştirdi ve kıza gözü ile işaret
ederek “Sar şimdi, iki eline de sıkı sar.” derken öksüre öksüre soluk almayı başaran Edward
kaptana, “Sen ne yapıyorsun? Bunu sana çok fena ödetirim.” diye tehditler yağdırıyordu.
Tam o anda kaptan tokadı yedi.
–Sus, sen yerde başına gelecekleri düşün, deyip tam adam bir şeyler söyleyecekken
bandı adamın ağzından geçirerek kafasının etrafında birkaç kez döndürdü. Şimdi yalnızca
“Mmmmm” diye bir şeyler anlatmaya, kocaman açmış olduğu gözleri ile işaretler yapmaya
çalışıyordu.
–Emma acıma, bandı bir iki daha döndür, tamam şimdi oldu, deyip yerdeki adamı en
arkadaki koltuğa sürükleyip oturtarak emniyet kemerini taktı.
–Edward Bey, şimdi uslu uslu burada otur, e mi?
Hemen koltuğuna gidip kulaklığını taktı.
–SE 119 kaptanı konuşuyor; iniş için sizden koordinat bildirmenizi istiyorum
Binbaşı’m; Edward Brian paketlendi, güvende
–Kaptan, Rennes değil, şimdi St. Nazaire Montoir Havalimanı’na iniş için alçalın
lütfen, ben size yol açacağım. Kaptan geç de olsa en doğru kararı verdiğinizi belirtmek
isterim.
Binbaşı, bir dakika önce Edward Brian’ın çok tehlikeli bir terörist olduğunu, bugün yaşanan
kargaşaya sebebiyet verdiğini ve kesinlikle bilgisayarından uzaklaştırarak etkisiz hale
getirilmesinin gerektiğini kaptana söyleyerek onu ikna etmeye çalışmıştı. İkilemler içinde
boğuşan kaptan, pilotlara özgü çok hızlı karar alma yeteneğinin de etkisiyle seçimini yapmış
ve Edward Brian’ı paketlemişti.
İnşallah öyledir, diye iç geçirdi kaptan. Yeni havaalanının koordinatlarını bilgisayara
yüklerken yanda kendisine eşlik eden dört savaş uçağı ile beraber sert inişe geçti.
9 Nisan 2023 Dünya 21.30
Ortak yayına Edward Brian’ın yakalanma haberi bomba gibi düştü, şu anda içinde bulunduğu
özel jet, Fransız hava kuvvetlerine bağlı savaş uçakları teşliğinde St. Nazaire Montoir
Havaalanı’na inmek üzereydi. Dünyanın pek çok ülkesinde kurulmuş kriz merkezlerindeki
personeller, bu haberi abartılı coşkularla dillendirdiler. Özellikle olayın merkez üssü İstanbul
ve Kudüs’teki merkezlerinde bulunan üst düzey yetkililer, ortak bir eylem planı geliştirebilmek
için birbirleriyle bağlantıya geçtiler. Zaman iyice daralmıştı, özellikle de İstanbul için son yirmi
beş dakika kalmıştı. Bunu düşünmek bile insanı dehşete düşürmeye yetiyordu.
Kriz yöneticileri, zaman olmamasından dolayı havaalanında müsait bir hangarda uçağın park
edilmesini ve kurulacak online bağlantılar ile Brian’ın sorgusunun orada yapılmasını uygun
buldular.
Edward’ın bulunduğu jetin kaptanından öğrendikleri kadarıyla Edward’ın bilgisayarının açık
olması onlara tünelin ucundaki ışık gibi gelmişti, her iki Altın Kapı’da kurulu olan
bilgisayarlara buradan erişim sağlaması kaçınılmazdı.
St. Nazaire Montoir Havaalanı Müdürü Erloy Beau’nun telefonu bilinmeyen bir numaradan
arandı. Müdür, cevap vermek için gayri ihtiyari telefonu açtığında Fransa
İçişleri Bakanı’nın kendisi ile görüşmek istediğini öğrendi. Adam oturduğu koltuktan hızla
kalkarak adeta hazır ola geçti bir eli ile telefonu tutarken diğer eliyle istemsizce çeketini
iliklemeye çalıştı. Karşıdaki ses çok keskindi: “Tüm inişleri durdur, gelen jeti bir hangara al,
online telekonferans sistemi kur, iki tane İngilizce tercüman hazırla, havaalanı güvenliğini
alarma geçir, en üst düzey koruma sağlansın, gelen uçakları Rennes Havaalanı’na
yönlendir, tüm bunları beş dakika içinde hazır et!” Telefonu kapatırken, ofisteki elemanı da
diğer telefondan Vali’nin havaalanına gitmek için yola çıktığının haberini veriyordu.
Erloy Beau henüz hangi emirden başlayacağına karar verememişken kule kendisini aradı ve
dört savaş uçağı eşliğinde bir İngiliz özel jetin piste teker koyduğunu bildirdi. Erloy Beau
uçağın 12 nolu hangara yönlendirmesini kule hava kontrole bildirdi. Telefonu kapatır
kapatmaz da havaalanı polisini arayarak on iki nolu hangara kırmızı alarm kodunun
uygulanmasının emrini verdi.
SE119 kuyruk numaralı özel jet, on iki nolu hangara giriş yaparken havaalanının tüm itfaiye
ve güvenlik güçleri de o bölgede kırmızı kod uygulamasını yapmak için yola çıkmıştı. Yanan
çakarlar, hangarı sanki bir Hollywood filminin aksiyon sahnesiymiş gibi gösteriyordu. Beau,
henüz motorunu durmamış ve merdivenini salmış olan uçağa yöneldi ve kapısında
Havalimanı Güvenlik Amir Yardımcısı Frank ile karşılaştı.
–Neler oluyor Frank, içeride kim var?
–Müdürüm Edward Brian adında bir İngiliz yolcu var.
–Kimmiş bu adam?
–Sizin haberiniz yok mu? Adam bugün olan şu İstanbul ve Kudüs’teki olaylar var ya
onun faaliymiş, ben de biraz önce merkezden öğrendim.
–Yapma ya, bu pezevengi indirecek başka havaalanı bulamamışlar mı? Bugün
sabahladık desene ya, tam da kızın doğum günüydü, şansa bak! İçeride mi?
–Evet müdürüm, kaptan herifi iyi paketlemiş. Koltukta paket bandajlarıyla sarılı
oturuyor.
Müdürün telefonu çaldı, az önceki bilinmeyen numaradan aranıyordu ama o şimdi kendisini
kimin aradığını biliyordu.
–Buyrun bakanım, diye telefonu açtı yüzü kıpkırmızı olmuştu.
–Evet bakanım. Şimdi hangarda. Ben de henüz geldim. Telekonferans için bilişimci
teknik ekibi bekliyoruz… Emredersiniz bakanım. Emredersiniz…
Adam konuştukça kızarıp bozarıyor, durduğu yerde hazır ola geçiyordu. Tombul yağlı
alnında damla damla çiğ tanesi gibi terler kendini göstermeye başlamıştı. En sonunda
telefonu kapatması ile beraber etrafta hıncını boşaltacak birini aradı. Frank’e dönerek
“İçişleri Bakanı hala sorguya niye başlamadınız diyor, herif barut gibi nerede bu
bilgisayarcılar? Anons geç Frank, çabuk gelsinler, uçsunlar, hadi çabuk!
Frank anons geçse de bilişim teknik ekip apronda olduklarını iki dakikaya işlerinin bitirip
geleceklerini söyleyince Frank’in elinden telsizi kapan müdür, “Bana bakın, ben Müdür Beau
eğer hemen buraya gelmez iseniz topunuzu sikerim. Nesini anlamıyorsunuz kardeşim? Acil
dedim, kırmızı alarm verdim, salak mısınız lan siz? Gelirken online telekonferans ekipmanını
unutmayın, çabuk!” diye bağıra çağıra telsizi geri uzattı. Uçağın içine girerken de dilinde
binbir küfür vardı.
–Evet Edward Bey, ben Havaalanı Müdürü Erloy Beau. Şimdi sizi sorgu için
hazırlayacağız, bize yardımcı olacağını ümit ederim, diyerek Frank ve yanındaki iki polise
dönerek “Şu adamı şu en baştaki koltuğa oturtup sabitleyin, yönünü bu tarafa çevirin ve
ağzındaki bandı açın.” diye direktif verdi.
İki polis, amirleri ve müdürün gözetiminde Edward Brian’ı müdürün dediği koltuğa götürmek
için kaldırdıklarında adam ayağa kalkar kalkmaz ani bir atak ile kendini ayakta tutmak için
destek olan polislere vücut ağırlığını vererek, masada açık olan bilgisayarı düşürmek için
bandajlı iki ayağı ile tekmeyi savurdu. Masa sabitti ama tekmenin şiddeti ile bilgisayar
masanın üzerinden yere düştü. Yerdeki halıdan dolayı bilgisayarın kırılmadığını gören tutsak
fail, bu sefer de zarar vermek için ileri atılmaya çalıştı. Polisler çok gafil avlanmışlardı ama
gürültüyü duyan ve uçağı kapatmak için bekleyen kaptan geride olan kargaşayı görünce
hızla yerinden doğruldu. Açık olan kokpit kapısının perdesinin önüne doğru savrulan
bilgisayara ikinci bir hamle için atağa geçen bandajlı bandite doğru içgüdüsel olarak hızla
yöneldi. Edward zıplayarak ileri doğru yanaşmaya çalışırken kaptan ondan önce bilgisayarla
Edward’ın arasına girmeyi başarmıştı. Mumya gibi bandajlı adamın şaşı gözleri, kocaman
açılmış, kaptana bakıyordu ki kaptan Osmanlı tokadını patlatınca adam, ardındaki polislerle
beraber uçağın içinde yere yuvarlandı. Tombul müdür eğer geri çekilmeseydi o da üç
adamın altında kalacaktı. Kaptan yerde yan yatmış bilgisayarı dikkatlice aldı ve masaya
koydu. Amir yardımcısı Frank, polislerin üzerindeki adamı tutmuş en yakın koltuğa
fırlatıyordu. Uçağın içindeki bağırış çağırışlar devam ederken polisler yerden kalktı ve biri,
hemen adamın dizine tekmeyi bastı. Müdür, “Sokacağım yapacağınız işe, dünya ayakta biz
avucumuzdaki adamı tutamıyoruz, bilgisayar çalışıyor mu?” diye sordu.
Kaptan:
–Galiba yok, ekranda bir şey yok.
–Yapma ya, bas bakayım tekrardan açılır mı? Beyler bu yaşadığımız aramızda
kalacak yoksa boku yeriz tamam mı? İnşallah açılır, açılıyor mu kaptan?
–Dur tarama yapıyor, evet açıldı ama şifre soruyor.
–İyi bu da bir şey, en azından bozulmamış. Nerede kaldı bu bileşimciler? Oturtun
şunu karşı koltuğa, deyince bu sefer polisler adamı silkeleyip karga tulumba koltuğa
oturttular.
–Bağlayın sıkıca, kaptan ip gibi bir şey var mı?
–Yok, dedi kaptan uçak bu hırdavat dükkanı sanki.
–Frank hangardan kablo mablo bir şeyler bulun sabitleyin bu adamı koltuğa.
İki polis adamı omzundan oturduğu koltuğa doğru bastırıyorlardı. Emma uçakta bazı şeyleri
sabitlemek için bulundurdukları elastik şeritlerle geldi
–Bunlar olur mu?
–Bakayım, olur olur. Sağlam şeyler alın, bunlarla bağlayın.
Adam bir dakika sonra koltuğa sabitlenmişti. Bilgisayarcılar uçağın merdiveninden kafalarını
uzattılar.
–Sonunda gelebildiniz, çabuk sistemi hemen şu adamın karşısına kurun.
İstanbul kriz merkezindeki ekip tam tekmil hazırdı, Fransa’nın iletişime geçmesini
bekliyorlardı. Müdür, “Nerede kaldı bunlar, şarap mı içiyorlar, kutlama mı yapıyorlar?”
deyince Hasan Müdür de onu yatıştırmak için birazdan başlayacağını söyledi.
–Birazı mı kaldı Hasan? Son onsekiz dakika baksana, diye en sağdan ikinci
ekrandaki kapıya çivilenmiş iki altın renkli insanın altında sallanan bombanın geriye doğru
işleyen kırmızı dijital saatini gösteriyordu.
Asıl hareketlilik diğer kameralardaydı, bölge tahliyesinin çoğu sağlanmış, artık güvenlik,
kolluk güçleri son toparlamaları yapıyordu. Onlar da bölgeyi terk edeceklerdi.
Altın Kapı’da asılı olan altın tozuna batırılmış kadın, kendine gelir gibi olmuştu. Yanaştırılan
platforma serumlar takılmış, gerekli yatıştırıcı ilaçlar da doktorlar tarafından verilmişti. Ama
onu oradan çıkarmanın bir yolu olmadığı için tekrardan uyutulmuştu. Şimdi on sekiz dakika
sonra başının bir metre kadar altındaki nükleer bomba patladığında hali ne olacaktı? İsmet
Müdür ekranlara baktığında bir bombanın dijital saatinden bir de baş aşağı sallanan dişi
dazlak kurbandan gözlerini alamıyordu.
Kudüs’teki kriz yönetim odasında da aynı görüntüler hakimdi, herkes tam kadro Fransa’daki
St. Nazaire Montoir Havaalanı’ndan gelecek bağlantıyı bekliyordu. Bu durum Nato, İngiltere,
Pentagon, CIA, MI6, Mossad, Moskova’da FSB, Avrupa Birliği’nde Interpol ve Arap
Birliği’nden bölge ülkelerine kadar tüm dünya, yayını bekliyordu. Yayını bekleyenler yalnızca
yer üstündekiler değildi elbette, bir de yer altında olan gizliler vardı. Herkes sabırsızdı zira
evet tünelin ucunda bir ışık belirmişti ama o ışığa ulaşmak için zaman yoktu. Koşmak değil,
uçmak lazımdı. Lakin Fransızlar değil uçmak sallanıyordu… Dikkatsizliklerinden dolayı
Edward’ın açık olan bilgisayarının kapandığını bir bilseler Fransızları getirip o bombaların
altına koyarlardı.
Derken bağlantı kuruldu ve görüntü geldi. Lüks bir koltuğa izole bantlarla, iki parmaklık
şeritler ile sabitlenmiş, yanağının bir yanı muhtemelen kaptandan yediği tokattan dolayı
kıpkırmızı olan, dudaklarının etrafından başlayıp tüm yüzünü kaplayan ne idüğü belirsiz iz
bulunan bir adam koltukta oturmuş, ekrana bakıyordu. Tüm farklı izlerin yanında en çok
dikkat çeken de adamın gözünün şaşılığıydı. Kadraja öyle bir bakıyordu ki sol tarafına
bakarsan ekrana, sağ tarafına bakarsan da kırk beş derecelik açıyla tavana bakıyor gibiydi.
İsmet Müdür adamın görüntüsü ekrana yansıyınca herkesin duyacağı şekilde “Orospu
çocuğu!é diye küfürü bastı. O an, sabahtan beri kendilerine cehennemi yaşatan adam ile
ekrandan bile olsa göz göze gelme anıydı.
–Şuna bak kalıbını siktiğim! Gözün bir anyaya, diğeri Konya’ya bakıyor. Ah!
İlk soru yine hadsiz Rıza Başkomiser’den ve İngilizce olarak geldi.
–Mr. Brian sizinle pazarlık yapabilmemiz için bir iyi niyet göstergesi olarak
İstanbul’daki bombanın geri sayımını durdurun veya ileri atın.
Adam Rıza Başkomiser’in talebine kafasını kadrajdan çevirerek cevap verdi.
–Bakın Mr. Brian son on yedi dakika, dönüşü telafisi mümkün olmayan bir aralıktayız
Cevap vermemekle bu işi çözemeyiz, geri sayımı durdurmak için bilgisayara iletişim izni
verin.
Adam bu sefer de cevabını gülerek verdi. Pis pis sırıttı. İsmet Müdür dayanamayıp araya
girdi. “Rıza söyle şuna geri sayımı durdursun, sonra ne istiyorsa müzakere edelim.” diye
bağırdı.
–Bakın Mr. Brian, elinizdeki en büyük kozdan birisi biraz sonra uçup gidecek. Beni
dinleyin, buna izin vermeyin, geri sayımı durdurun. Daha güçlü bir şekilde müzakerenizi
yaparsınız.
Adam yine sırıttı. Rıza Başkomiser pes etmedi ve tekrardan “Niçin anlamıyorsunuz elinizde
iki tane jokeriniz var, niye durduk yerde gereksiz bir şekilde birini ve yakıyor elinizi
zayıflatıyorsunuz? Geri sayımı durdurmanız tekrar başlatmayacağınız anlamına gelmez.
Bizden ne istiyorsunuz? Talebiniz ne?” diye sorunca adam ilk kez yanıt verdi.
–Sizden hiç bir şey istemiyorum, ben istediğimi biraz sonra alacağım.
–Olmaz öyle şey, mutlaka bir amacınızın, bir talebinizin olması gerek. Bunca
hazırlığı, çabayı bir bomba patlatmak için mi yaptınız?
–Evet, aynen öyle, patlatmak için.
–Yalnızca bomba patlatmaksa amacın, bunca hengameye ne gerek vardı? Koyaydın
bir bomba patlataydın, ne düşündün bilmiyorum ama al işte, şimdi altın tepside sana
sunuyoruz. Ne istiyorsun?
–Siz bana ne verebilirsiniz ki?
–Bilmem, onu sen bize söyleyeceksin.
–Topunuzun gebermesini istiyorum.
–O iş öyle düşündüğün gibi değil işte. Bombayı koyduğun yerden itibaren beş
kilometre çaplı tüm alanın tahliyesini yaptık. Orada kalsa kalsa bir iki sokak kedisi, köpeği
kalır. Yani senin anlayacağın bizden bir tane kimse yok, bilesin.
–O bombanın beş kilometre çaplı etki alanı olduğunu size kim söyledi? Ya tüm
İstanbul’u yok edecek kadar güçlüyse…
–Ne o bombanın kıçına bezirgan yağı mı sürdün?
–Sen ne diyorsun, ben bir şey anlamadım.
Yanında olsam ben anlatırdım sana orospu çocuğu, diye mırıldandı. Herifçioğlu aklına şüphe
düşürmüştü. Ya gerçekten de dediği gibi ise… Ya İsrailliler, NATO’cular yanılıyorsa… Tüm
İstanbul’u Allah esirgesin.
“Ne oldu efendi, soruların boğazına mı kaçtı?” dedi ekrandaki şaşı, kendisine özgü pis pis
sırıtmasıyla. Adamın kendinden emin ama bir o kadar da gıcık ve soğuk bir İngiliz olduğu her
halinden belli olan değişik bir mizacı vardı. Daha sonra Kudüs’ten Nao Hanım devreye girdi.
–Orospu çocuğu Edward! Adam sana müzakere için bir yol sunmaya çalışıyor,
karşılıklı konuşabiliriz diyor. Sen ise yakalanmış, paket olmuşsun hala adamla kelime
oyunları yapmaya çalışıyorsun. O bombaların tahrip gücünü biz çoktan çözdük, maksimum
tesir alanını biliyoruz. Ona göre de her iki ülkede önlemimizi aldık, niye zora koşuyorsun
sanki başka şansın varmış gibi?
Adam kadının konuşmasından Türk olmadığını çoktan anlamıştı ve bu kendisini Kudüs’ten
tanıyordu.
–Ne o Noa Hanım, İstanbul’u boşalttılar da siz Kudüs’ü boşaltabildiniz mi?
–Ulan lavuk! Oğlum at şuna bir tokat, kendine gelsin, diye ekrana bağırıyordu.
Resmen dakika bir, gol iki olmuştu. Kadınlara her şey yakışıyordu, küfür bile onlarda ayrı
duruyordu.
–Ne oldu Noa Hanım, bu ne şiddet ne celal? Ününüzü hak ediyorsunuz.
–Sen beni nerden tanıyorsun?
–Sizi Kudüs’te tanımayan mı var, kendinize haksızlık ediyorsunuz.
–O zaman beni tanıyorsan neler yapabileceğimi de bilirsin. Senin için son durak
olmasını istemiyorsan İstanbul’daki arkadaşın talebine cevap ver.
–Size ne İstanbul’dan? Siz kendiniz için, Kudüs için endişelenin bence. Kudüs’ü
tahliye edebildiniz mi veya şöyle sorayım, tahliye edebilecek misiniz?
–Sana ne lan Kudüs’ten, tahliyeden, hepimizi öldürmek istemiyor muydun? Sana ne
köpek?
Noa sinirlenip bağırdıkça adam da bağlı olduğu koltukta sanki Noa’nın sesi bir orkestraymış
ve kendisi de bu senfoni orkestrasını yönetiyormuşçasına kafasını sağa, sola, öne ve arkaya
sallayarak keyif aldığını gösteriyordu. Bu Noa’yı hepten delirtti. Orada da İsmet Müdür
devreye girdi.
–Bak kardeşim, sana yol sunuyoruz. İstanbul’daki bombanın geri sayımını durdur,
konuşalım.
–Sen kimsin? Anan, babamı nereden tanıyormuş?
İsmet Müdür önce bir şey anlamadı ama sonra kardeşim dediği için herifin ona laf soktuğunu
anladı.
–Anam, babanı tanımıyor; senin anan, benim babamı tanıyormuş, sen bilmiyor
musun?
İsmet Müdür golü yemişti, mikrofondan uzaklaşıp herife ana avrat küfür etmeye başladı.
Gözü on dört otuz altıyı görünce yerine geri döndü. Adam kendisinden emin bir şekilde
“Hadi,” diyordu, “yok mu soru soran, ben buradayım.”
–Size söylüyorum, bu işin pazarlığı yok.
Bum bum bum diye tempo tutarak ekranda onu seyreden herkesi deli edercesine hareketler
yapmaya başladı. Tam o anda ekranda nereden çıktığı belli olmayan bir adam belirdi ve
saçma sapan hareketler yapan adama bir iki tane patlatmaya başladı. Edward koltukta
hırslandıkça adam da tokadı basıyordu. İri kıyım, kır saçlı ve yaşlıca biri olsa da atletik bir
yapısı vardı, adama vururken beyaz kaptan üniformasının altından görünen kasları
kameraya yansıyordu. Edward deli gibi hareketleri yaptıkça kaptan acımadan adama bir tane
daha patlatıyordu. Psikopat herifi, boğazından tutup koltukla beraber salladı ve bu yaklaşık
bir dakika böylece devam etti. Ne zaman ki adam kendini acımasızca döven adama bir
şeyler söyleyip küfür etmeye başlayınca kaptan adama vurmaktan vazgeçip koltuğa güzelce
yerleştirdi. Gömleğini düzeltip yumruğu ile arkaya doğru ittiği suratını ekrana döndürdü. İlk
atlayan Kudüs’ten Noa oldu.
–Ellerine sağlık kaptan, ellerin dert görmesin. Ne oldu Edward efendi,zoruna mı gitti
dayak yemek? Sen bu anları mumla arayacaksın, başına geleceklerin yanında daha bu ne
ki?
–Elinizden geleni ardınıza koymayın. Topunuzun anasını sikeceğim, demesiyle
kaptanın eli, tekrardan adamın suratında patladı. Bu sefer sıra ondaydı.
–Ya adam gibi konuş ya da her saçmaladığında karşında beni bulursun.
–Sana bu yaptıklarını ödetmem mi zannediyorsun?
–Sen bir bok yapamazsın, sen bitik bir psikopatsın, o kadar.
Rıza Başkomiser tekrardan seslendi.
–Mr. Brian size söyledim, tek çıkar yolunuz bizimle anlaşmanız, karşılıklı müzakere
şansı yaratmamız için İstanbul’daki geri sayımı durdurmanız gerekiyor. İki medeni insan gibi
konuşabiliriz, siz taleplerinizi söyleyin, biz yapabileceklerimize bakalım. Ama karşılıklı
konuşmamız şart, böyle zartla zurtla bir netice alamayız.
–Netice almak isteyen kim?
–Elbette sizsiniz. Sonuçta bu oyunu kurgulayıp başlatan sizsiniz, durduk yerde dur
bugün iki yere altın yaldızlı insanlara asılı bomba koyayım da biraz dalgamızı geçelim mi
dediniz? Kimbilir kaç yıl bu eylem için hazırlandınız. Kabul ediyorum çok profesyonelce
hazırlanmış, mükemmel kurgulanmış bir eylem. Şimdiden yansımaları inanılmaz oldu ama
sizin bu yansımaları hesap ettiğinizi düşünmüyorum, mutlaka perde ardında bir amacınızın
olması gerekiyor. İşte biz de taleplerinizi almaya hazırız diyoruz.
–Sen kimsin, vasfın ne?
–Ben İstanbul emniyetinden bilişimci Rıza Başkomiser.
–Bak başkomiser, aklı başında birine benziyorsun. Bugün olanlar, olacakların
yanında solda sıfır kalır. Onun için soluğunu tüketme, o bomba patlayacak, İstanbul yok
olacak.
–Bakın beyefendi, Noa Hanım’ın size söylediği gibi böyle bir şeyin olmayacağını
hepimiz biliyoruz. Bizi salak yerine koymayın, eliniz güçlüyken kozunuzu iyi oynayın.
–Başkomiser siz kimden yanasınız?
–Bilmem ama sizden yana olmadığım kesin. Zaman tükeniyor, kararınızı vermeniz
lazım.
–Vallahi benim zamanla bir derdim yok, o sizin probleminiz.
–Çünkü eğer bu tavrınızı devam ettirirseniz sizin için zaman diye bir şeyin hakikaten
de önemi olmayacak. Size tavsiyem, kendinizi düşünmüyorsanız oğullarınızı, akrabalarınızı
düşünün.
–O ne demek başkomiser, onların bu konuyla ne ilgisi var?
–Ne yani? Siz şimdi canım İstanbul’da bir bölgeyi yok edeceksiniz, biz de bunu sizin
yanınıza bırakacağız öyle mi? Hıncımızı, kinimizi içimize gömeceğiz. Yok öyle şey Edward
efendi, bunun hıncı yalnızca sizden değil, sizin tüm tanıdıklarınızdan çıkacak, emin
olabilirsiniz. Eğer biz Türkleri biraz tanıyorsan ne demek istediğimi çok iyi anlarsın hem
korkma, biz hemen öyle senin gibi bom diye patlatıp öldürmeyiz. Bol bol zaman veririz ama o
zamanlar öylesine acılı ve hınç dolu olur ki biz zamanı verdikçe onlar şu senin iki dedenin
adını alan kuzucuklar “Yeter, zaman istemiyoruz.” deyip ölümü ararlar. Bilmem anlatabiliyor
muyum?
–Vay başkomiser, sakin sakin konuşurken demediğin, etmediğin tehdit kalmadı.
–Siz dediklerimden bunların tehdit mi olduğunu anladınız? Bakın size hiç de
yabancısı olmadığınız bir fotoğraf göstereyim. Bu fotoğraftaki soyağacının değil kökü, külü
bile kalmayacağına emin olabilirsin, deyip Süleyman’ın Whatsapp’tan atmış olduğu
soyağacını kameraya tuttu.
–Gördün mü Edward Bey? Size teklifim hala geçerli, bu iş artık yalnızca sizi değil,
herkesi ilgilendiriyor. Biz de bir laf vardır; kurunun yanında yaş da yanar diye. Şu anda bu
ağaçta ismi bulunanların çoğu gözlem altında, yarına tamamının olacağına emin olabilirsin.
–Onların bu işle bir ilgisi yok, onlardan ne istiyorsunuz?
–Biz onlardan bir şey istemiyoruz, onları sen ateşe atıyorsun, olacakların tek
sorumlusu sensin.
İsmet Müdür hemen araya girdi.
–Ne yani sen dünyayı birbirine katacaksın, senin sikinden çıkanları biz serbest mi
bırakacağız?
Biraz sonra ekranda Scotland Guard’dan bir görüntü vardı; iki tane genç delikanlı aynı
babaları gibi sandalyede elleri arkadan kelepçeli bir şekilde oturup ekrana bakıyorlardı.
“Tanıştırayım,” dedi Rıza Başkomiser, “Renold ve Lionel…”
Bu sefer endişelenme sırası ekranın karşısındakine geçmişti ve tepkisini hemen belli etti.
–Oğullarım. Bırakın onları, onların bu işle hiçbir ilgisi yok.
–Sen öyle zannet. Bu işi yapan bir kansız ve o kansızın kanını işte bu iki delikanlı
taşıyor. O kan daha damarda dolaşmaz, bilesin.
–Başkomiser dedim, onların bu işle bir ilgisi yok.
–Ben de size bunun bir şeyi değiştirmeyeceğini söyledim, diye ilk kez mikrofona
bağırdı.
–İstesem de müdahale edemem, geri sayımı durduramam.
–Bal gibi durdurursun, daha önce nasıl geriye aldıysan şimdi de ileri alabilirsin.
–Yazılımı ona göre.
–Değil, bunu biliyoruz sen kapılara koyduğun kameralardan bizi seyredip manuel
müdahale yaptın ama az daha bu tavrını devam ettirirsen evet, istesen de yapamayacaksın.
Bak, son on bir dakikan, ona göre. Bu işin geri dönüşü yok. Senden tek isteğimiz,
müzakereye zaman tanıman. Nesini anlamıyorsun be adam? İpler yine senin elinde olacak,
kaybedeceğin bir şey yok. Mesela Kudüs’teki sayım ile aynı olsun, saat 24.00’a al. Hepsi
topu topu iki saat… Sonra rahat rahat oturup konuşalım, bir yol bulalım.
—Size söyledim yapamam, istesem de yapamam.
—Yapabileceğini sen de ben de biliyoruz. Bak bu en iyi hamlen olacak yoksa kaybeden
sensin, biz bir şekilde yitirdiklerimizi telafi ederiz. Ama senin hiçbir zaman telafi şansın
olmayacak. Gel beni dinle, bak saat tekliye döndü. Daha seni çözecekler, bilgisayarını
açacaksın, iyi düşün.
—Ben düşüneceğim kadar düşündüm.
—Hayır düşünmemişsin, herkes her şeyi öngöremez. Akıllı adam, gelişmelere göre
gidişatına yön verir. Şu anda senin için en iyi çözüm bu. İki saat daha zaman istiyoruz; bunu
yalnızca kendimiz için değil, senin için de istiyoruz. Niçin iki ayağını bir pabuca sokuyorsun,
neden İstanbul gibi bir kozu bu kadar kolay harcıyorsun? Amacın İstanbul’u gösterip gözdağı
vermek ise buna gerek yok, herkes seninle müzakereye hazır. Bir şeyi deneyimlemek için
illaki o şeyi yaşamaya veya görmeye gerek yok. Zaten İstanbul’da bomba patlarsa Kudüs
için seninle görüşeceklerini pek zannetmiyorum. Zira bu işin ta başından beri İsraillilerle
uyum içinde çalışıyoruz. Sen iyi niyetini göster, bize bir adım yaklaş, biz de sana yirmi adım
yaklaşalım. Bu çılgınlığı bir şekilde bitirmek için bir yol bulalım. Eğer amacın insanlığa bir
gözdağı vermekse bunu çoktan başardığını bilmeni isterim. Herkes bugünden kendi
hesabına düşeni çıkardı. Bak Kudüs’e… Her dinden, her inançtan binlerce insan yana yana
yürüyor. Hepsi de kardeşlik ve barış içinde. Bizde bir söz vardır; bir musibet bin nasihattan
iyidir diye. Kimse böyle bir olayı hayal bile edemezdi ama bunu sağlayan sensin, gel beni
dinle, direnmekle yanlış yapıyorsun. Al bizim bombayı da saat 12’ye. Şu iki saatte birbirimizi
anlamaya, rahat rahat konuşmaya çalışalım. Benim daha da sana söyleyecek bir şeyim yok.
İki seçenek; ya seni ve tüm sülaleni bekleyen korkunç acılı bir son ya da müzakere. İki taraf
için de kazan kazan… Kendin karar ver, diyerek kadrajdan çıktı.
Rıza Başkomiser o kadar stres olmuştu ki bir sürü kodamanın arasında elleri titreyerek
çıkardığı sigarasını yaktı ve derin bir nefes çekti. Kameranın hemen arkasından ekrandaki
adamın suratına bakıyordu. Adam ise kafayı tavana kaldırmış, gözlerini kapatmış sanki
uyuyormuş gibi hareketsizce duruyordu. Online bağlanan hiçbir merkezden çıt çıkmıyordu.
Adam bir gözünü açıp kameraya bakınca herkes heyecanlandı. Ne yapacağı merakla
beklenirken herif açtığı gözünü tekrar kapattı.
Kriz merkezini bir homurtu sardı; herkes mırıldanarak adama küfrediyordu. Şimdiden yedi
sülalesi hallaç pamuğuna dönmüştü. Bir adamın olduğu ekrana, bir de geri sayım saatine
bakıyorlardı. Zaman geçtikçe saatin kırmızı dijital göstergesi sanki daha hızlı ilerliyor gibi
oldu. Her iki şehirde Altın Kapı’ya asılı halde duran ve altın suyuna batırılmış kurbanlar,
altlarında sallanan bombanın üzerinde hareketsizce duruyorlardı.
Edward tekrardan bir gözünü açıp kadraja baktı. Sanki kadraja değil de ekranın sağ üst
köşesine bakıyor gibiydi. Kafasını hafifçe sola çevirince gözü ekranın ortasına denk geldi.
Ama yine de bir tuhaflık vardı. Gözü ortaya bakıyordu ancak kafası ekranın soluna
doğruydu. Herkes tekrardan adamın ne yapacağını görmek için nefesini tuttu.
Herif tekrardan o iğrenç tebessümünü yaptı ve gözünü kapatıp koltuğa yerleşti. Kafası şimdi
direkt olarak ekrana dönüktü. Saat 08.47’yi gösteriyordu. Kriz odasında edilen küfürün bini
bir paraydı. En başta da İsmet Müdür… Elindeki telefonu büyük bir hışımla yere çarptı. Rıza
Başkomiser de merkezde patlak veren bu stresi kaldıramayıp kendini dışarı attı. Patlamayı
en iyi görebileceği yer olduğunu düşündüğü İsmet Müdür’ün odasına gitmek için
merdivenlere yöneldi. Böylelikle Leyla’yı da görecekti. Eğer herifçioğlunun dediği olursa ve
bomba tüm İstanbul’u etkilerse görmek istediği son kişinin Leyla olmasını diliyordu. Kriz
yönetim odası dördüncü kattaydı. Merdivenleri ikişer ikişer zıplayarak çıktı, yedinci kattaki
koridora çıktığında Leyla’yı masasının başında üniformalı bir kadın polis ile sohbet ederken
buldu. Leyla, Rıza Başkomiser’i görünce kıçını masanın köşesinden kaldırıp kaşlarını çattı,
kendine doğru gelen belaya karşı gardını aldı.
—Ne o başkomiser, İsmet Müdür’e mi geldiniz?
—Yok, onun yanından geliyorum. Odasından Yedikule Zindanları’na bakacağım.
—Buradan Yedikule gözükmez ki.
—Biliyorum ama biraz sonra Yedikule havalanacak, işte o zaman görebiliriz.
—Ya başkomiser, sabahtan beri sizin yaptığınız saçmalıklardan bunaldım. Şimdi de yeni
icadınız bu mu? Yedikule havalanacakmış!
—İnanmıyorsun değil mi? Gel odaya, birlikte bakalım. Fatma Hanım siz de buyurun.
Biraz eğilerek üniformalı kadın polisin yaka kartına bakmış ve adını görmüştü.
—Ya saçmalamayın lütfen, müdür beyin odasına sizi alamam.
—Vallahi engel olabiliyorsan ol, kendisinin haberi var. Yedikule patlayacak ve bunu en iyi
onun odasından görebilirim. Şimdi müsaadenle… Tahminimce son dört dakika kaldı, diyerek
kapıya yöneldi. Leyla’nın ihtarlarını duymuyordu bile.
—Ya bir dakika durun! Allah seni kahretsin, ne bela adammışsın! Dursana kardeşim! Fatma
Abla, Allah aşkına sen de benimle gel, bu deli ile beni yalnız bırakma.
İki kız Rıza Başkomiser’in peşi sıra İsmet Müdür’ün odasına girdiler. Leyla hala bağırıp
çağırıyor ve odayı terk etmesini söylüyordu. “Yarın bunların hesabını vereceksin.” diye tehdit
etmeyi de ihmal etmiyordu.
Rıza Başkomiser camın önünde durmuş, öylece bir İstanbul’a, bir de öfkeden kudurmuş
güzel Leyla’ya ve saatine bakıyordu.
—Bak başkomiser, hemen çıkmazsan İsmet Müdür’ü arıyorum! Sonrası senin için fena
olacak! İyi lan! Sen görürsün şimdi, arıyorum! Günah benden gitti, deyip telefonda hızlıca bir
numara bulup çevir tuşuna bastı.
—Alo Haldun Abi, burada Rıza Başkomiser var. İsmet Müdür’ün odasına zorla girdi, dışarıya
çıkaramıyorum. Evet abi… Bilişimden Rıza Başkomiser… Tamam abi… Benle Fatma Abla
var… Tamam.
—Al işte, göreceksin şimdi. Haldun Komiser’e söyledim, artık gerisini sen düşün. Haldun
Komiser, İsmet Müdür’ün baş korumasıydı.
—Çok korktum.
—Korksan iyi olur, sırıtma öyle pişmiş kelle gibi.
—Ayıp ediyorsun, yani hele bir de son iki dakika kala…
—Neye son iki kala?
—Yedikule’yi görmeye.
—Başkomiser ne dediğinden bir şey anlamıyorum ama lütfen odadan çıkın, derken Rıza
Başkomiser sağ taraftaki camlı kitaplığa doğru yürümeye başladı. Büfenin cam kapağını açtı,
içerideki XO marka oval konyak şişesini aldı. Kallavi bir bardak içki doldurdu.
Kendisine engel olmaya çalışan kadın polislere boş bir bardak uzatıp “İster misiniz? XO
harikadır, tam bu güne layık…” diye sordu. Olumsuz yanıt alınca da “Siz bilirsiniz, ne
kaçırdığınızı bilmiyorsunuz.” diye yanıt verdi. İçkisine eşlik etmesi için İsmet Müdür’ün
masasının üzerinde gümüş tabakla duran çikolatalardan da bir avuç aldı.
—Bari çikolata yiyin…
Artık bu adamın ne durdan ne de çüşten anlamadığını her ikisi de kavramıştı. Bir şey
demeden öylece ona bakıyorlardı. Rıza Başkomiser konyak bardağını şerefe der gibi havaya
kaldırarak iki yudum içti. Ardından da ağzına iki çikolata attı. Kendini seyreden kızlara son bir
kez bakıp camın önüne doğru yürüdü. Önce saatine, sonra da Leyla’ya baktı. Bir kadınlara
bir de şehre dönüp kadehini tekrar kaldırdı.
—Şerefine ey kadim İstanbul! Sıkı dur geliyor!
Kadehi fondip yapıp tekrar saatine baktı ve sonra saymaya başladı:
—On, dokuz, sekiz, yedi, altı, beş, dört, üç, iki, bir, hayda bre!
9 Nisan 2023 İngiltere 22.00
Edward Brian’ın bulunabilen akrabalarının tamamı gözlem altına alınmıştı. Şiddetin her
türlüsü kullanılarak bir şeylere ulaşılmaya çalışılıyordu. Zaman geçtikçe bu kişilerin gözlem
altında tutulan adamla akrabalık dışında bir bağlantısının olmadığı anlaşılsa da İngiliz polisi
vazgeçmiyor ve aynı soruları tekrar tekrar sorup bir açık ya da ipucu bulmaya çalışıyordu.
—Bana bak Renold efendi! Şimdi sen babanın ne halt yediğini bilmediğini mi söylüyorsun
bana? Adam kaç yıldır dünyanın anasını bellemek için sinsi sinsi çalışıyor, sen çoğu zaman
aynı evde kalıyorsun ve ben bilmiyorum diyorsun, öyle mi? Benim de bu safsataya inanmamı
bekliyorsun. Bak beni yorma, söyle bakalım baban kimlerle görüşüyordu?
—Memur bey size söyledim, babam genelde İsrail’de oluyordu. Kudüs’te SBF’nin plazasında
çalışıyordu. Ne zaman ki o İngiltere’ye gelirdi, o zaman beraber olurduk. Pek işten
bahsetmeyi sevmezdi; ne yapar ne eder anlatmazdı. Hani bizim teknoloji ya da cep
telefonları ile ilgili sorularımıza cevap verirdi, o da istemsizce.
—Yani aranız pek iyi değil miydi, onu mu söylüyorsun?
—Hayır, elbette değil. Babam bize düşkündü, iyi bir babaydı. Bazen Lionel ile sıkıntılar
yaşardı ama o da uzun sürmezdi.
—Lionel de babam benimle iyi, Renold ile pek geçinemez diyor, buna ne dersin?
—Halt etmiş! Ailenin en küçüğü ve en şımarığı kendisi olduğu için sık sık babamla
tartışıyorlardı, başı dertten pek eksik olmazdı.
—Yani Lionel sorunlu bir çocuk diyorsun.
—Öyle demiyorum, bana göre diyorum.
—Baban burada olduğunda evinize kimler gelip giderdi? Mesela son zamanlarda sıklıkla
konuştuğu kimseler var mıydı?
—Evde misafir ağırlamayı hiç sevmezdi, akrabaların dışında eve kimseyi getirmezdi.
—Babanın evde kaç bilgisayarı var?
—Yani her odada var ama çalışma odasında iki tane var.
—Biz bir bilgisayar alamazken sizin evde her odada, herkesin bilgisayarı mı var?
—Yani babamın işi bilgisayarlar.
—Bu bilgisayarların şifrelerini biliyor musun?
—Hayır.
—Nasıl bilmiyorsun? İnsan babasının bilgisayar şifresini bilmez mi? Hele bir de Z kuşağı…
—İnanın bilmiyorum, babam o konuda çok hassastı. Kimse onun bilgisayarlarını değil
kullanmak, dokunamazdı bile.
—Peki, kim bilir?
—Kimse bilmez.
—Bak Renold seninle insan gibi konuşuyorum, beni zor kullanmaya mecbur etme. O şifreleri
hemen istiyorum.
—Kaçtır söylüyorum, inanın bilmiyorum.
—Bilirsin bilirsin, insan hiç merak etmez mi? Adam zaten çoğu zaman evde olmuyor,
yakalanma korkusu da yok. Senin mesleğin ne?
—Ben üniversite öğrencisiyim, Oxford’ta iktisat birinci sınıf.
—Bilgisayarlarla aran nasıl?
—İyidir, baba mesleği.
—O zaman söyle, babanın şifresi ne?
—Bilmiyorum, deyince polis memuru boş bir A4 kağıdını çarparcasına masaya koydu ve
üzerine bir de kalem attı.
—Bak koçum, şimdi bu boş kağıda babanın şifre olarak neler kullanabileceğini satır satır
yazacaksın. Doğum günleri olur, sevdiği film, şehir, yemek veya sevgilileri… Aklına ne
gelirse… Senden tam elli adet tahmin yazmanı istiyorum. Eksik yazdığın kadar benden tokat
yersin, baştan söyleyeyim. Hadi sallanma, deyip gencin kafasını kağıda doğru itti ve sorgu
odasından çıktı.
Camekanın ardından sorguyu seyreden polislerin arasına daldı ve şefine, “Amirim bu lavuk
bir şey söylemiyor.” diye bilgi verdi.
—Gördüm.
Şef, dikkatini diğer sorgu odasında Lionel’i sorgulayan polise vermişti. Polis geride duran
arkadaşına yanaşıp usulca sordu:
—Diğer odadaki nasıl?
—Aynı seninki gibi ama Lionel denen biraz fazla hırçın ve dikbaşlı, Leo’yu bayağı kızdırdı.
Çocuğun suratına bakarsan anlarsın, deyip eliyle sorgu odasında masanın yanındaki
sandalyede oturan, on altı on yedilerinde gözüken genci gösterdi. Gencin suratı, özellikle de
yanakları kıpkırmızıydı, Leo’nun onu hırpaladığı belli oluyordu.
—Demek benimki doğru söylüyormuş, ailenin en şımarığı Lionel diyordu.
—Öyle gözüküyor.
—İyi polis yok mu, yalnızca Leo mu sorguladı çocuğu?
—Evet, çocuk berbat dik kafalı.
—Şefe söylesem iyi polis de ben olsam…
—Sinirlerin sağlamsa oda orada, dedi gülerek.
Sorgu yapan polis şefine yaklaşıp “Şefim istersen şunu bir de ben sorgulayayım, iyi polis
babında.” dedi.
—David iyi düşündün, ben de sana diyecektim gir bak bakalım bir şey bulabilecek misin
diye, okşa bakalım şunu bir şey çıkarabilir misin?
—Tamam şefim, denerim.
Bu arada Leo çocuğu hırpalamaya devam ediyordu. David sorgu odasına elinde bir kola
kutusu ile girdiğinde Leo da çocuğu önüne koymuş olduğu A4 kağıdına babasının şifresi
tahminlerini yazmaya ikna etmek için çabalıyordu ama sonuç aynıydı.
—Tamam Leo, sana telefon var, önemliymiş. Sen ona git, ben beklerim senin yerine.
—Boşver telefonu falan, işim var, sonra ben ararım arayanı.
—Önemliymiş ama…
—Tamam tamam, geliyorum. Ulan piç! Ben gelesiye bir şeyler yazma, bak ben sana neler
yapacağım, diye çocuğu son bir kez silkeledikten sonra kapıya yöneldi. O çıktıktan sonra
David, “Adı gibi sert adam değil mi? Ha, sen tabii adını bilmiyorsun. Adını söylemeyeyim
ama lakabı kemikkırandır. Yerinde olsam onunla ters düşmem.” dedi.
—Lakabının adamı değilmiş, daha bir kemiğimi kıramadı.
—Sen öyle zannet. Böyle dikbaşlılık yapmaya devam edersen bak bakalım kırıyor mu,
kırmıyor mu? Hele senin gibi bir tazeye neler yapmaz?
—Bunların hesabını yarın tek tek sorduracağım ona. Bak bakalım bir daha değil polislik
yapmak, polis merkezinin önünden geçebiliyor mu?
—Vay! Bu yaşta, bu ne özgüven böyle?
—Burası dağbaşı ya da üçüncü dünya ülkesi değil, Avrupa. İngiltere ve Londra medeniyetin
başkenti, benim kişisel haklarım var, bana sebepsiz yere böyle davranamazlar.
—Yani bu olanlar için sebepsiz diyorsun, öyle mi?
—Sebepli mi? Benim ne alakam var?
—Sen kaç yaşındasın?
—On altı.
—On altıda bu özgüven, bu bilgiçlik… Helal sana! Biz senin yaşında sokakta kız
arkadaşımızın elini tutamazdık.
—O sizmişsiniz, devir değişti. Şimdi böyle. Ben haklarımı biliyorum, avukat istiyorum.
—İstersin elbet, hakkın ama biz verir miyiz? Orası biraz muamma.
—Bunu vermek veya vermemek sizin inisiyatifinizde değil, benim kanuni hakkım.
—Tabii, sen biraz fazla Hollywood filmi seyretmişsin. Doğru, değil mi? Sever misin
Hollywood filmlerini?
—Konumuzla ne alakası var?
—Şu an her şey konumuzla alakalı. Akıllı çocuksun konuşmandan belli ama çok toysun,
dünya senin bildiğin dünya değil.
—Nasılmış benim bildiğim veya bilmediğim dünya, bir açıklar mısın? Söyle de ben de
öğreneyim.
—Tamam anlatayım, kulağını aç da iyi dinle. Şimdi senin bildiğin dünyada sen İngiltere’de,
medeniyetin beşiğinde, köklü zengin bir ailenin iyi yetişmiş bir evladısın. Kanunlar
kapsamında her İngiliz vatandaşı gibi kişisel haklarının olduğu muhakkaktır zira senin ülken,
medeni, büyük bir ülkedir, değil mi? Buraya kadar kafanın almadığı bir şey var mı?
Çocuk başını yok dercesine salladı.
—Peki bu medeni, büyük ülke nasıl bu hale geldi, onu biliyor musun? Veya nasıl bu şekilde
kalmaya devam ediyor, onu hiç düşündün mü? Hani o üçüncü dünya ülkeleri dediğin yerler
var ya, o yerlerin haritalarının çoğunu biz çizmişizdir. Hem öyle profesyonelce yapmışızdır ki
istediğimiz zaman oralara müdahale edebilmek ve geri gidebilmek için eski ülkelerin arasına
problemli tampon yerler bırakmışızdır. Örneğin Hindistan ile Pakistan arasındaki Keşmir gibi,
Irak’la İran arasındaki bataklık Şattülarap gibi. Adamlar o bataklık için otuz dokuz yıl
savaştılar. Hatta bu ülkelerin bayraklarını bile biz yapıp ellerine verdik. Bak Orta Doğu’ya,
tüm devletlerin bayrakları birbirine benzer. Hepsi aynı kumaştan, kesilmiş ters düz edilmiş
bayraklardır. Sen bunları biliyor musun? Oralardaki menfaatlerimizi korumamız gerektiği
zaman o kapanmayan yaraların üzerini bir kez kaşımamız yeter. İnan kaşımak da çok kolay
zira o sınırlar öyle çizilmiştir ki… Örneğin Şii nüfusunun fazla olduğu Irak’ta Sünni Baas
partisi, Sünnilerin fazla olduğu Suriye’de Şii Baas partisi ülkeyi yönetiyor. Bunun nasıl
mümkün olduğunu anlatırım ama ona vakit yok. Buna nüfus ve algı yönetimi deniyor. Mesela
bir Işidliyi kamera önünde bir Batılı gazetecinin kafasını keserken gösterirsin, bir hafta
ekranda gördüklerinin etkisinden çıkamazlar. Ama Batılı bir savaş pilotu o gece bombayı
yanlışlıkla düğün konvoyunun, cenaze konvoyunun üzerine bırakır; yüzlerce insanı, sivili
öldürür, insanlar o parçalanmış, vücut bütünlüğü bozulmuş çoluğu çocuğu görmediği için
bombanın patladığı yeri bilmez bile. İşte buna algı operasyonu derler. Şimdi kendi
menfaatleri için bunca düzen kurmuş, çaba sarf etmiş yüzyıllardan beri plan, proje yapmış ve
hala bunları takip ediyor olanlar, savaş çıkarıp savaş bitirenler, krallar çıkarıp krallar
indirenler, yaptıkları ile kurdukları tüm bu düzeni tehlikeye atan babanın sülalesine acırlar mı
zannediyorsun? Onlar için siz nesiniz ki? Piyon bile değilsiniz; kumsaldaki kum, atlarının
kıçına konmuş rahatsızlık veren sinek… Sizi öyle bir ezerler ki jiletle yerden kazıyamazlar.
İstanbul’da bugün olanları biliyor musun? Bilmiyorsun. Kudüs’te olanları, olacakları biliyor
musun? Bilmiyorsun. Sizi biz bile Türklerin, Mossad’ın elinden kurtaramayız. Onlar o kadar
kindarlar ki ölümü mumla ararsınız. Öyle avukat istiyorum, kişisel haklarım var falan sökmez.
Sizi liğme liğme yapar da iğne deliğinden geçirirler. Şimdi bu kadar tarih, genel kültür dersi
yeter. Zeki çocuksun, sen anladın ne demek istediğimi. Önünde iki tane seçenek var; ya
bizimle iş birliği yaparsın, babanın yaptığı bu çılgınlığa engel oluruz ya da babanla beraber
kırk satır mı kırk katır mı kararını verirsin. Baban bugün o medeniyet dediğin her şeyi yok
etmekle meşgul. Kendisi şu an elimizde, tüm akrabaları, eşi dostu gözetim altındalar ve
sorgulanıyorlar. Akıbetleri meçhul. İş birliği yapanlar bu işten fiske almadan sıyrılırlar, senin
gibi direnenlerin vay haline! Sonra, bu eylemin sonunda dünya birbirine girecek. Ölecek, acı
çekecek onca masum insanı düşün. Bak, senin yaşında oğlum var, sana da kanım ısındı.
Gel beni dinle, bizler doğru tarafız. Baban bile olsa yanlış tarafta olan o. Her şeyden önce
bizden çok babana, Renold’a, akrabalarına yardım edeceksin. İnan, bu işten kurtulmanın tek
yolu bu. Şimdi ne diyorsun? Bizimle iş birliği yapacak mısın?
Çocuk, kafası önünde dinlerken başını sorgu polisi David’e doğru kaldırdı. Ağlıyordu.
—İyi de ben bir şey bilmiyorum ki? Size nasıl yardım edebilirim?
—Senin bu işin içinde olmadığını bizde biliyoruz, istediklerimizi yaparsan bize yardımcı
olabilirsin. Mesela babanın bilgisayar şifresini biliyor musun?
—Hayır bilgisayarına dokunmamıza izin vermezdi.
—Hiç mi görmedin? Bilgisayarını açarken şahit olmadın mı?
—Oldum hatta ben de onu öğrenmek için çok çaba sarf ettim ama nafile.
—E, o zaman…
—Bir kez gördüm, dalgındı. Aklımda tuttum ama şifre İngilizce olarak anlamsızdı. Araştırınca
Latince olduğunu fark ettim. Sonra bir de başka bilgisayarını da açarken yakaladım ama
farklı bir dizilimdi, yine karmakarışık bir şeydi. Bir de babamın işi bilgisayar. Yani ben de fena
değilim ama on parmak hızlıdır, kendisi söylemezse mümkün değil göremezsiniz. Ben
şifresini kırmayı bile denedim ama ne mümkün?
—Peki son zamanlarda eve gelen giden farklı kişiler var mıydı?
—Babam akraba dışında eve kimseyi getirmezdi. Zaten çoğunlukla yurt dışındaydı, genelde
de Kudüs’te.
—Peki, aranız sık sık bozulurmuş, öyle duyum aldık. Bu doğru mu?
—Doğrudur. O, sevgi hariç her şeyi verince babalık görevini yaptığını zannedenlerdendi.
Ben ise babamı yanımda görmek, onunla konuşup dertleşmek isteyenlerdendim. Elim
kanadığında yara bandını onun sarmasını, düştüğümde onun kaldırmasını istiyordum. İlk kız
arkadaşımı ona anlatmak istiyordum ama o hiçbir zaman yanımızda yoktu. Ya seyahatte ya
Kudüs’teydi veyahut da her zaman acil bir işi vardı. Ayda yılda bir iki günlüğüne İngiltere’ye
yanımıza geldiğinde bile aynıydı. Biz annemizi kaybettiğimizde ben daha dokuz
yaşındaydım…
Derken başını masaya koyup ağlamaya başladı hem de ne ağlama! Katıla katıla… Sorgu
polisi David, duvardaki koca aynaya bakıp ne yapayım der gibi iki elini havaya kaldırdı.
Kendini kötü hissediyordu. Toy dediği asi çocuk, kendisine hayat dersi vermişti. Bir an oğlu
aklına geldi ve ona karşı inanılmaz bir özlem duydu. Gider gitmez ona sarılacak, öpecek
öpecekti… Sonra ben böyle babalardan değilim diye düşünüp içini az bir soğuttu. Eliyle
masada ağlayan çocuğun başını okşayıp sırtını sıvazladı, içi parçalanmıştı. Çocuk sırtındaki
eli hissedince irkilmiş gibi bir hareketle kendini doğrulttu.
—Bana acımanızı istemem, bir anlık sinir boşalması yaşadım, deyip burnunu çekmeye,
kelepçeli elleriyle yanağındaki gözyaşlarını temizlemeye çalıştı. Masadaki boş kağıt çocuğun
damla damla gözyaşları ile kıvrılmış, ıslak olan yerler de renk değiştirmeye başlamıştı.
—Sana acıdığım falan yok. Sen güçlü bir çocuksun, senin acınacak bir halin yok.
—Yani herkesin sıkça kullandığı insan isimleri, yer isimleri, doğum günleri ya da araba
plakaları gibi şeylerle babamın şifresini bulamazsınız, boşuna çaba olur.
—Peki sence ne yapalım? Her insanın zayıf bir yanı vardır, babanınki ne?
—Pek belli etmese de aile kavramını çok önemserdi. “Soy, kan insanın her şeyidir.” derdi.
Biz kendinden pek bir şey görmedik, dedikleri hep sözde kaldı… İşkolikti. Mesleği her ne
kadar teknoloji hatta ileri teknoloji bile olsa sanki günümüz dışında, geçmişte yaşayan
değişik bir adamdı. Adaleti, adil olmayı çok önemserdi. Bazen bana “Sen de bizdensin,
sende de şövalye ruhu var.” derdi. Tarihe, simyaya, teolojiye, özellikle de gizemli şeylere
karşı inanılmaz merakı vardı. Yani işin özü, inanılmaz değişik bir adamdı ama benim de
babamdı. Bu kadar sıra dışı bir babaya sahip olmak iyi bir şans mı yoksa şanssızlık mı hep
merak etmişimdir ama bugün merakımı giderdim.
—Sonuç ne?
—Keşke sıradan ama baba gibi bir babam olsaydı.
—E, oğlum kimse ailesini seçemiyor. Kimde ne var anca içine girdiğinde anlayabiliyorsun.
—Bakın benim babamdan öğrenmeyi başardığım şifre hafızamda, onu yazayım belki bir
işinize yarar.
—Hay aklınla bin yaşa! Yaz elbet.
Çocuk boş kağıda şifreyi yazdı: Por4ta3au3rea9
9 Nisan 2023 İstanbul 21.00
İsmet Müdür, ardında yardımcıları ve özel koruması ile beraber koşarak odasına girdi.
Lakabına yakışır bir kükreme ile “Ne oluyor burada, bu ne rezalet?” diye bağırdı. Odada
bulunan herkes nefesini tuttu. İsmet Müdür siniriyle ünlü biriydi ve ne zaman ne yapacağı
kestirilemezdi. Bunu değil teşkilattaki herkes, neredeyse tüm İstanbul bilirdi ve herkes
kendisinden çekinirdi.
İnsanın iliklerini titreten bir tonda, “Size ne oluyor burada diye sordum, bu ne rezalet?” diye
sorusunu tekrar edince Sekreter Leyla da “Efendim başkomisere engel olamadık, odanıza
izinsiz daldı. On dakikadır dışarı çıkarmaya çalışıyoruz Fatma Hanım ile beraber ama
dinlemiyor.” dedi.
—Niye, güvenliklere haber vermediniz mi?
—Verdim, Haldun Bey’e telefon edip bildirdim.
—İyi etmişsin, seni dinlemedi mi? Tutup kolundan atsaydın ya…
—Ben mi?
—İskeletor gibi adam, bir sıkımlık canı var. Fatma Hanım’la ikiniz bu zibidiyi dışarı
atamadınız mı?
Sekrete sataşması bitince sonra asıl suçluya, Komiser Rıza’ya döndü.
—Sen ne biçim adamsın? Emniyet müdürünün odasına böyle girilir mi? Sen hangi akademiyi
bitirdin, hiç mi yol yordam bilmiyorsun? Seni kim başkomiser yaptı, sen nasıl polissin? Şuna
bak Allah aşkına hiç polise benziyor musun?
Başkomisere doğru yürüyen emniyet müdürünü gören herkes, Rıza şimdi boku yedi diye
düşünüyordu, en başta da Leyla… İsmet Müdür’ün kendisine attığı fırçayı bile unutmuştu, şu
başkomisere iki patlatsa dünyalar onun olacaktı.
—Bana bak sakın o elindeki benim XO şişem deme seni pencereden atarım, diyerek elindeki
konyak kadehini gösterdi.
Başkomiser, “Patlamadı, bomba patlamadı.” diye sayıklarken bir yandan tek gözü ile saatini
kontrol ediyor, diğeri ile de kendisine kılıç mesafesi yaklaşmış olan adamın ne yapacağını
kestirmeye çalışıyordu. Fazla beklemesine de gerek kalmadı, adam iki elini yana açıp
“Patlamadı lan patlamadı zibidi!” deyip kendisine sarıldı ve alnından öptü.
—Patlamadı oruspu çocuğunu ikna etmeyi başardın, bize iki saat daha süre verdi. İsrailliler
bizden beş dakika öndeler, şimdi onlar düşünsün, deyip kahkahalarla güldü. Belli ki adamın
gün boyu yaşadıkları dışına vuruyordu ve sinir boşalması yaşıyordu.
—O elindekinin benim içkim olmadığını söyle, deyince bir şey demeye dili varmayan Rıza
Komiser, gülümseyerek o olduğunu bir nevi onayladı.
—Bak başkomiser bugün bir bitsin, seni kimse elimden alamayacak. Seni ta Şırnak’a
sürdürmezsem bana da Koç İsmet demesinler. Ulan senin… Hadi bize de doldur bakalım.
Biri içer, biri bakar, işte asıl o zaman kıyamet kopar, dedi gülerek.
—Leyla kızım bardak getir, isteyen herkese birer kadeh doldur. Devre arası… Asıl ikinci yarı
çok zorlu geçecek ama artık inanıyorum, biz bu maçı kazanacağız.
Hasan Müdür araya girip bakanın kendisiyle görüşmek istediğini ve telefonda olduğunu
bildirdi.
—Tuvalette de. On dakika mola, biz de insanız, kimseyi bağlamayın, deyip kendini en yakın
koltuğa attı.
“Oturun oturun. Ya, gördünüz değil mi az daha patlıyorduk salak Fransızlar!” deyince Hasan
da güldü.
—Ya sormayın müdürüm, o dakikalar öldüm öldüm dirildim. Allah’tan kaptan vardı yoksa
harbi patlamıştık.
Rıza Başkomiser ilk başta konuşmalara Fransız kalsa da sonradan neden bahsettiklerini
anladı. Olay şuydu:
Rıza Başkomiser, Edward Brian ile yapmış olduğu son konuşmadan sonra kriz yönetim
odasını terk edip yukarıya çıktı. Edward Brian onu ekrandan izleyen herkesi deli etmişti.
Gözünü açıp kapamaları ve pis sırıtmaları İstanbul’daki bombanın patlamasına beş dakika
kalana kadar devam etmişti. Hiçbir soruya cevap vermemiş, kendisini izleyenlerle adeta
dalga geçmişti. Ne zaman ki geri sayım beşten aşağıya indi, kendisiyle konuşan Türk
başkomiserle konuşmak istedi. Ama Rıza Başkomiser kriz odasında yoktu. Eski kurt İsmet
Müdür başkomiserin tuvalete gittiğini söyleyince adam talebinde ısrar etmeyip “Tamam,
çözün beni, size iki saat daha avans vereceğim.” demişti. Uçakta bulunan Fransızlar adamı
çözmeye çalışmışlar ama elleri ayaklarına dolandığından mı yoksa beceriksiz olmalarından
mı bilinmez, çözmeyi bir türlü başaramamışlardı. Uçakta kesici bir alet falan da yoktu ve
zaman ilerliyordu. O çok sakin görünen, herkesle dalga geçen Edward bile panik olmuştu
zira bilgisayarın açılması ve herifin siteye girip müdahalesi etmesi gerekiyordu. Olayı naklen
seyreden tüm merkezlerde nefesler tutulmuştu; adamı bir türlü serbest bırakamamışlardı.
Bağırış çağırışlar devam ederken olaya uçağın kaptanı müdahale etmişti. Eski asker olan
adam, sandalyeye bağladıkları elastik şeritlerin bir kısmını aşağıya, bir kısmını yukarı sıyırıp
adamın ellerini serbeste çıkarmış, bantları da dişiyle az bir yararak koparmayı başarmıştı.
Edward Brian da kucağına verilen bilgisayarı açıp müdahalesini yapınca Hollywood
filmlerindeki gibi son 52 saniye kala geri sayım, 00.00’a çıkartılmıştı. Şu anda da İsmet
Müdür’ün odasında oradaki son beş dakikanın kritiği yapılıyordu. Yıllardır görmedikleri olay
kalmamış olan polisler adeta birer çocuk olmuştu. Neler hissettiklerini abartılı ifadelerle
anlatıp, gülüp eğleniyorlardı. Gün boyu biriktirmiş oldukları sinirlerini boşaltıyorlardı. Rıza
Başkomiser koca koca adamların bu kadar sevinçli olmasını hem anlıyor hem de abartılı
buluyordu. Bombanın patlaması engellenmişti ama olay sonlanmamıştı. Geri sayım şu an
bile devam ediyordu.
—Fazla sevinmiyor musunuz? Bomba patlamadı ama patlama olasılığı hala yüksek, tehlike
sonlanmadı, deyince İsmet Müdür de söze girdi.
—İşte tarhanaya limon! İki dakikalık zevkin içine ettin. Sana bir şey söyleyeyim mi oğlum,
sen de davranış bozukluğu var. Bu olay bitsin, senin gevşek vidalarını ben sıkacağım,
bundan emin olabilirsin. Bırakın bu oyunbozanı, hadi bir şerefe, fondip, mola bitti! Nefis
konyağı içenler ki İsmet Müdür teklif etse bile yalnızca bir iki yardımcısı konyak almaya
cesaret edebilmişti gerisi meşrubat içiyordu kadehlerini kaldırıp fondip yaptılar. İsmet Müdür,
Rıza’ya dönerek “Rahatladın mı şimdi?” diye sordu.
—Yok müdürüm, ne haddime?
—Ama senin yerinde olsam pek rahatlamam. Arkadaşlar mola bitti, ikinci devreye başlıyoruz.
Bu manyağın karşısına başka bir manyak çıkarmamız lazım, dinsizin hakkından imansız
gelir, deyip Rıza Başkomiser’e döndü.
—Tanıştırayım, bizim manyağımız işte bu. Edward denilen o adamla bir tek sen baş
edebilirsin, onun dilinden ancak sen anlarsın çünkü senin de ondan pek farkın yok. Bundan
sonra bu operasyonun yönetimi sende. Ne yaparsan yap, ne edersen et. Altından mı
girersin, üstüne mi çıkarsın senin bileceğin iş. Operasyonu istediğin gibi yönetmekte
serbestsin, kurtar bu pezevengin elinden bizi.
—Yani müdürüm, ben ne yapabilirim ki? Benim alanım bilişim.
—İyi ya her şeyden önce herifle meslektaş sayılırsın, onunki de bilişim. Bence siz iyi çift
olursunuz, tam birbirinize göresiniz.
Rıza Başkomiser, müdür kendisini övüyor mu yoksa yeriyor mu anlayamıyordu ama adam
onu düpedüz ateşin içine atıyordu. Alt tarafı odasına girmiş, konyağını içmişti, cezası bu
kadar da ağır olmamalıydı. Tekrardan mecburi hizmete gitmekten beterdi sırtına yüklediği
yük. İsmet Müdür ayağa kalkınca herkes de onunla birlikte ayaklandı. Rıza Başkomiser’in
yanına gelip sırtını sıvazlayarak “Şaka bir yana başkomiser, sana güvenim tam, sen bu işi
kıvırırsın.” dedi.
—Emredersiniz müdürüm.
En önde İsmet Müdür, ardında odadaki herkes kriz yönetim odasına gitmek için kapıya
yöneldi. Leyla, İsmet Müdür’ün masasının yanında ayakta bekliyordu, herkes ayaklanınca
ardını duvara verip gidenlere yol açtı. Rıza, berbat hippi kıyafetini düzeltme bahanesiyle
sallanarak en arkada kalmaya çalışıyordu, istediğini yaptı da. En son Leyla’nın yanından
geçerken “Demin için kusuruma bakma, seni üzmek istemezdim.” dedi. Leyla’nın
söylediğinden bir şey anlamadığını anlayınca “Hani izinsiz odaya daldım, seni uğraştırdım ya
o bağlamda.” diye eklemeyi de ihmal etmedi.
—Ben alıştım sizin saçmalıklarınıza.
—Sorma bende de bağımlılık yaptı; bir aksiyon, bin özür, deyip güldü. İlk kez Leyla da ona
gülümsedi.
Daha öncesinde kıza tutulmuş olan Rıza, Leyla’nın güzel yüzündeki gülümseme ile birlikte
tekrardan çarpılmıştı. İçinin kor olup eridiğine ilk kez şahit oluyordu, daha önce hiç böyle bir
duygu hissetmemişti. Kafasındaki her şey bir anda uçtu ve yerine yalnızca o tebessüm
konuverdi. Eli yüzü bir anda kıpkırmızı oldu, ne yapıp ne edeceğini şaşırıverdi. Rıza
Başkomiser’deki değişim o kadar belirgindi ki Leyla, “Başkomiserim iyi misiniz?” diye
sormadan edemedi. Tam cevap vermek için ağzını açıyordu ki asansörün oradan İsmet
Müdür’ün sesi duyuldu.
—Başkomiser hangi cehennemdesin? Konyağı bitirmeye mi çalışıyorsun?
Başkomiser, Leyla’ya son bir kez bakıp hızla koridora yöneldi. Grup iki dakika sonra kriz
yönetim odasına vardı, her şey bıraktıkları gibiydi. Ekranlarla kaplı duvarın en ortasında,
uçak koltuğuna bağlı Edward Brian öylece oturuyor, sorgusunu keyifle izliyor gibiydi. İsmet
Müdür, odadan bir polisi yanına çağırdı.
İlhan Komiser koşup müdür ve saz arkadaşlarının yanına geldi.
—İlhan özetle bakalım, biz yokken ne oldu, neleri kaçırdık?
—Müdürüm gördüğünüz gibi adam rahat. Kendisine sorulan sorulardan istediklerine cevap
veriyor, istemediğini gözlerini kapatıp es geçiyor. Ukala tavırlarla biz dahil herkesi deli etti.
Herkes sorguluyor, her yerden soru geliyor ama o gelen soruları takmıyor. Bence herkesle
alay ediyor, adam selden serin.
—Peki hiç önemli, ele avuca gelecek bir şey söyledi mi?
—Ne gezer müdürüm? Bildiklerimizi söylüyor, bilmediklerimizi es geçiyor. Ha, birkaç kez
Türk başkomiser diye Rıza Başkomiser’in nerede olduğunu sordu, deyince İsmet Müdür
Rıza Başkomiser’e döndü.
—Biliriz bu işleri oğlum, kaçın kurasıyız. Siz ikiniz mükemmel bir çift olursunuz diye boşuna
demedim. Benzersiniz, mayanız aynı.
—Müdürüm benzer olsak birbirimizi çekmez, iteriz.
—Patavatsız. Git, seninle derdi neymiş, ne bok yemeye seni sormuş öğren bakalım, dedi
suratını ekşiterek.
Rıza Başkomiser lafı gediğine koymanın rahatlığıyla mikrofonun olduğu masaya gidip
oturdu. Online olarak katılanların gözüktüğü parçalı ekranda belirdi. Uzun, atkuyruğu
bağlanmış yağlı saçları, uzamış kirli sakalı, buruşuk ucuz kot gömleği ile granpapa takım
elbiseli ve yaldızlı üniformalıların doluştuğu o ekrana hiç yakışmadığını fark etti. Kendini
diğerleri ile kıyaslarken Edward Brian da onun geldiğini gördü.
“Oo, Türk başkomiser de geldi… Birader sende ne göt varmış, kaç saattir tuvalettesin, içine
düştün diye endişelenmeye başlamıştım. İki saat iki saat diye direttin, al sana iki saat… Bir
an onu da tuvalette geçireceksin zannettim. Rahatladın mı bari?” diye sorunca ve ekrandaki
suratlarda da hafif bir tebessüm belirtisini görünce kabaran sinirini bastırarak “Hem de çok!”
dedi.
—İyi, sevindim. En azından rahatlayan birileri olsun. Sen gittiğinden beri herkes sinirli stresli,
abuk subuk şeyler sorup duruyorlar bana.
—E, sen ne cevaplar veriyorsun?
—Ne cevabı vereceğim, daha müfredatta oraya gelmedik diyorum.
—Güzel cevap, ben de bilemediğim bir şey olduğunda genelde aynı cevabı veririm.
—İşte bu ya! Senin farklı olduğunu anlamıştım zaten ama dur, hep bana sordular, hiç kimse
senin bir sorun var mı diye bana sormadı.
—E, var mı peki?
—Olmaz mı? Bir sürü… Şimdi soru sorma sırası bende, bundan dolayı sabırsızlıkla seni
bekliyordum.
—Sorularını bana mı soracaksın?
—Elbette. Sen değil miydin iki saat daha ver müzakere yapabilelim; elin çok güçlü, harcama
diyen?
—Doğru, bendim.
—Sana inandım hatta güvendim. Size fazladan kanaat notu olarak iki saat verdim ama sen
mızıkçılık yaptın, sözünde durmadın, gittin tuvalete gelmedin. Şimdi söyle bakalım sana
tekrardan nasıl güveneyim? Sen olsan böyle davranan birine güvenir miydin?
—Güvenmezdim.
—İşte, kendin söyledin. Ben de güvenmezdim ama sana bir şans daha veriyorum zira
bahanen güçlü, sıçman gerekiyordu. Tutabilirdin ama demek ki senin göt düşündüğüm kadar
sağlam değil. E, göt zayıfsa sen ne yapabilirsin ki? El mahkum, uyacaksın.
Aynen öyle, dedi Rıza Başkomiser. Herifin, tüm dünyanın önünde kıçıyla uğraşması ağrına
gidiyordu ama yine de suyuna gitmesi gerekiyordu. Başka seçeneği yoktu, herif pisliğin
tekiydi. Ama şimdi o psikopatın suyuna gitmeliydi.
—Evet başkomiser, önce bana ismini söyler misin?
—Rıza.
—Rıza… Rıza… Sen istedin, ben verdim. Sıra şimdi sende. Ben isteyeceğim bakalım sen
verebilecek misin?
—Elimden gelirse dükkan senin.
—O ne demek öyle dükkan senin?
—Bir Türk deyimi.
—Anladım. Dükkan benimse beni şimdi serbest bırak.
—Yok daha neler?
—Niye elin çok güçlü diyordun, bu mu şimdi güçlü el? Serbest bile kalamıyor…
—Tamam sen bilgisayarın şifrelerini bana ver, bombaları etkisiz hale getirelim, seni serbest
bırakalım.
—Anan güzel mi? Ben dediğini yaparsam oyun biter ve ben kaybederim.
—Garanti veririz. Eylemi sonlandır, sana garanti verelim, kaç.
—Yok, sana güvenmiyorum. Sonra yine sıçmaya gideceğim diye ortalıktan kayboluverirsin,
daha da gelmezsin.
—E, sen bana böyle güvenmezken seninle nasıl pazarlık yapacağız?
—Bir yol buluruz. Seninle konuşur müdürün olan o göbekli, sesi gür olanla anlaşırız.
—Tamam o da burada, seni seyrediyor, taleplerini bekliyor.
—Bak, sonra yan çizmek yok…
—Yok.
—İstanbul’un yarısını bana verin, anlaşalım.
—Başka…
—Niye kızıyorsun? Bomba patlarsa tamamı gidecek, tamamını kaybetmektense yarısı, iyi bir
anlaşma değil mi?
—Mükemmel ama olmaz. İstanbul bizim değil ki yarısını sana verelim. Yirmi milyon insandan
yarısını almak… Ona ömür yetmez, sen iyisi mi başka bir şey iste. Mesela Yedikule
Zindanları’nın tamamını sana verelim, olmaz mı?
—Olmaz, ne yapayım ben içinde hayaletlerin gezdiği lanet yeri.
“Niye Edward? Büyük büyük dedenin anısının hatrına alırsın, olmaz mı?” deyince kendini
sohbetin akışına kaptırmış olan Edward birden irkilip kafasını tavana dikti. Gözlerini kapatıp
bir iki nefes aldıktan sonra ciddileşmiş bir şekilde koltukta doğruldu. Ekrana doğru
olabildiğince eğilip “Sen dedemin Yedikule’de yattığını da nereden çıkardın?” diye sordu.
—Tahmin ettim.
—Bilememişsin.
—Emin değildim ama şimdi eminim.
—Bu neyi değiştirir ki?
—Hiçbir şeyi ama en azından kafamın içinde dolaşan acabanın cevabını bulmuş oldum.
—Niye? Ben doğrulamadım ki.
—Doğrulamanın bin yolu vardır. Sen ağzınla hayır derken vücut dilin doğru diye haykırır, biz
polisler bunu iyi biliriz.
—Zekiyiz yani…
—Senin kadar değil. Bence bu muhabbeti burada sonlandırıp ne istediğini söylersen biz de
ona göre değerlendirmesini yaparız.
—Sen su koyuverdin ya, ne güzel muhabbet ediyorduk, içine limon sıktın, deyince İsmet
Müdür, Hasan Müdür’e döndü.
—Bak elin gavuru bile bizimkinin ne mal olduğunu iki dakikada çözdü.
Rıza Başkomiser de bu sözü işitince içinden ya sabır çekti. Sonra ekrana yaklaşarak “Mr.
Brian şu işi hayırlısı ile bitirelim, sonra bol bol muhabbet ederiz ama senin geri sayım,
zamanı emiyor. Bu da bizde stres yapıyor haliyle. Şimdi ciddi ciddi soruyorum, bu terör
eyleminin amacı nedir, bizden ne talep ediyorsunuz?
—Başkomiser ciddiyet size hiç yakışmıyor. Üzerinizde üç numara büyük duruyor. Sen benim
muhatabım olamayacak kadar küçük ve zavallı birisin.
—Ulan yavşak! Sen bitik bir psikopatsın! Sen kim oluyorsun da beni eleştirip yargılıyorsun?
Kendini ne zannediyorsun sen? Kafesteki kekliksin! Ya benimle adam gibi konuşup
isteklerini söylersin ve müzakere ederiz ya da bunu senden çok farklı şekillerde almaya can
atan insanlar var. Çok istediğin sıçtığım muhabbetini onlarla yaparsın, karar senin. Ama elini
çabuk tutsan iyi olur, bir tercih hakkın var. Sonra istesen de beni bulamaz, diğerlerini
görünce de beni mumla ararsın. CIA’in, Mossad’ın o meşhur uçakları oraya inmek üzere.
İçinde bir demet gül getirmiyorlar, işinin uzmanı profesyoneller ellerini ovuştura ovuştura
geliyorlar. Sikecekler belanı. Kapiş!
Rıza konuşmasını bitirince Edward Brian yine gözlerini kapatıp kafasını uçağın tavanına
kaldırdı. Bir süre öylece kalıp sonra sonra tek gözünü açıp kameraya baktı ve doğruldu.
—Başkomiser beni korkuttun. Sana da iki laf sokmaya gelmiyor, çok alınganmışsın, hemen
parlayıverdin. Şu meşhur uçaklar benim için mi geliyor? Ne yapacaklar benle? Beni kesseler
konuşmam, suda boğmaya çalışsalar konuşmam. Ha belki ilaç falan verirlerse bak işte onu
bilemem ama bende kalp var, maazallah ellerinde ölür kalırsam o zaman ne yapacaksınız?
Bombalar bum…
—Sen orasını pek düşünme, onlar işinin ehli adamlardır, kime ne yapacaklarını iyi bilirler.
—Yani sen diyorsun ki gel benimle konuş, bu işi beraber halledelim, araya iti köpeği
sokmayalım.
—Ha şunu bileydin…
—İyi de sen bir şey isterken alttan üstten girip ikna ediyorsun ama karşılığında bir şey
vermiyor, iki laf ettim mi de bağırıp çağırıp küfür ediyorsun. Sen burada olsan kesin beni
döversin de.
—Yok, ben şiddete karşıyım.
—Polissin ve şiddete karşısın.
—Aynen öyle.
—Ne yalan söyleyeyim ben de senin gibiyim, daha bir kimseye tokat atmışlığım yoktur.
—İnanırım, bugün düşen yolcu uçağındaki üç yüz küsür kişiyi sen öldürmedin. Yapmış
olduğun bu terör eyleminden dolayı Kudüs’te, İstanbul’da ve dünyanın birçok yerinde
ölenlerin sayısı bini geçti. Bunda senin hiç payın yok, değil mi? Bir de şiddete karşıyım diyor.
Külahıma anlat.
—Nereye anlatayım?
—Sikime sikime! Anladın mı?
—Anladım, ben şiddete karşıyım derken tavuk kesmedim manasında dedim yoksa kaç
devlet adamına Nobel Barış Ödülü verildi biliyor musun? Devlet yönetmek nasıldır biliyor
musun? Görmediğin, bizzat elinle yapmadığın şeyin yaptırana bir etkisi olmaz, emri veren
hümanisttir, uygulayan ise militarist, çoğu da sadist. Bunu bilmiyor musun?
—Kelime oyunları ile gerçekleri perdeleyemezsin. Yalnızca bugün senin yüzünden kaç kişi
öldü. Eğer o bombaları etkisiz kılmazsan belki on binler daha ölecek. Tabii bu işin devamı
nerelere gider, onu kimse bilemez.
—Ben biliyorum, üçüncü dünya savaşı.
—Abartıyorsun. O kadar da değil.
—Hiç de abartmıyorum. Sen Kudüs’ü gördün mü?
—Yok, nasip olmadı.
—Orayı görüp orada biraz vakit geçirseydin o zaman anlardın ne demek istediğimi. Ben tam
yedi yıl bir nevi orada yaşadım, o mistik kutsal kentin kokusunu her gün ciğerlerime çektim.
Ben o kente aşığım.
—Onun için mi şimdi o güzelim kenti yeryüzünden silmeye çalışıyorsun?
—O farklı, haklı sebeplerim var.
—Neymiş o büyük, çok büyük Renold deden mi?
Adam yine gözlerini kapatıp yukarıya tavana baktı fakat çok geçmeden kadraja geri döndü.
—Sen patavatsız olduğun kadar da ukala bir adamsın. Her şeyi bildiğini zannediyorsun ama
bir bok bildiğin yok. Sen gerçekten zavallısın, ay sonunu bekleyen kredi kartı borçları içinde
bocalayan, aldığı üç kuruş ile kıt kanaat geçinen zavallı, modern kölelerden birisin.
—Senden ekmek mi istedim pezevenk? Sana ne benim maaşımdan, geçimimden?
Rıza Başkomiser, kendisini ezmesine izin vermedi. Adam tebessüm ederek “Modern gururlu
köle, kunta kinte…” dedi.
—Ben özgür, hür bir adamım. Bağlı olan sensin, köle bile kendince özgürdür, sen köle
olmayı bile arayacaksın.
—Bak başkomiser, sana anlatmaya çalışıyorum ama sen beni dinlemiyorsun.
Konuşmalarımızdan bir yere varmaya, ipuçları bulmaya çalışıyorsun. Ondan dolayı da
muhabbetin içine ediyorsun. Adam gibi durup dinlesen sana anlatıyorum neden, niçini ama
dinleyen kim?
—Tamam, sakin olacağım. Şimdi söyle niçin bu eylemi yapıyorsun, amacın ne?
—Yok, sen alevlenip duruyorsun. Küstüm sana, daha seninle konuşmuyorum, deyip yine
gözlerini yumup kafayı tavana kaldırdı. Rıza Başkomiser de İsmet Müdür’e dönerek
“Ne diyorsunuz müdürüm? bu adam bizimle oynuyor, sizce bu şekilde bir sonuca ulaşabilir
miyiz?” diye sordu.
—Ne diyeyim başkomiser? Baksana tüm merkezler sizin konuşmanıza kilitlendi, dinliyor.
Herifçioğlu bizim bildiğimiz kriminal tipte bir adam değil, manyak desen manyak değil, ileri
geri desen o da değil. Acayip bir şey. Şu ana kadar onunla iletişim kurabilen tek adam
sensin.
—Adam maldan anlıyor, deyiverdi Rıza Başkomiser. İsmet Müdür’ün kendisi için söylediği
kelimeyi dolaylı yoldan da olsa sahibine iade edivermişti ama kimsenin bir şey
anlamamasına da bir o kadar şaşırmıştı. İsmet Müdür yardımcılarına dönerek “E, ne
yapacağız, İsrailliler, İngilizler ne diyorlar? Biz kendimizce kaptırdık gidiyoruz da adamlardan
tık yok. Bence onlarla online bir toplantı yapalım, bir strateji belirlemeye çalışalım. Hasan
sen Kudüs’ü, Müdür Sion’u ara, bence onlar bu işi daha güzel organize ederler.” dedi.
—Emredersiniz müdürüm.
Beş dakika geçmemişti ki kriz odasındaki dev parçalı ekranda Kudüs, İstanbul ve Londra
emniyet müdürleri, St.Nazaire Montoir Havaalanı Müdürü Mr. Beau, arka tarafta heyet olarak
her ülkenin gizli servisleri, gözlemci olarak CIA ve FSH, NATO, Arap Birliği ve daha birçok
bilinen bilinmeyen kuruluş toplantıyı izlemekteydi. Dünya kurulduğundan beri ilk kez ülkeler
böyle bir soruşturmayı gizli saklı değil, her şey şeffaf olacak şekilde yürütüyordu. Herkes
çoktan anlamıştı, tehdit tekti ve tehdide maruz kalan tüm dünyaydı. Dünyadaki her ülkenin
bu olaya müdahil olabilecek bir gerekçesi vardı. Zaten eğer tüm dünya el birlik bu işin peşine
düşmemiş olsaydı şu anda çoktan İstanbul’da bomba patlamış, Kudüs’teki kargaşa da tüm
dünyaya yayılmıştı. Yetkin adamların olayı iyi analiz edip hızlıca güç birliği yapmasından
dolayı şu anki konuma gelebilmişlerdi. Şimdi tek sorun, bu adamın ikna edilip veya her nasıl
yapılacaksa yapılıp bu eylemin sonlandırılmasıydı.
Sorun bu… Nasıl ikna olacak? Zorla olacağı kesindi ama yöntem ne olacaktı? İlk sözü
Londra Emniyet Müdürü aldı.
—Bizim Londra’da yapmış olduğumuz her türlü çalışma ve gelişmeyi ortak yayından takip
etmişsinizdir. Sanığı tanıyan bulabildiğimiz herkesi aldık, sorguladık. İfadelerden önemli
gördüklerimizi yayınladık, tam ifadelere ulaşabilmek isteyenler için de internetteki ilgili
sayfaları yükledik. Ama bana sorarsanız geldiğimiz netice, bu adam bu olayda tek başına.
Olayla ilgili olan herkesi uçak kazasıyla yok etmiş, oğulları dahil kimsenin bu olaydan zerre
haberi yok. Ne yapıp yapıp kapılardaki bilgisayarlara erişim sağlayarak bombaları etkisiz
hale getirmeliyiz. Tek çare bu gözüküyor. Uçakta bilgisayarını açtığında yakalayabilseydik
gerisi kolaydı.
Diğer polis müdürleri de nasıl bir yol izleyecekleri konusunda fikirlerini söyleseler de sonuç
yine gelip adamdan şifreye almaya dayanıyordu.
Kendisinin de söylediği gibi Edward Brian’ın kalp rahatsızlığı vardı. Kalp damarlarında iki
tane stent takılıydı. İşkenceye dayanamazdı. Her ne kadar dozu ayarlanmaya çalışılsa da
bedenen zorlamak riskliydi. İlaç verilerek konuşturulmaya çalışılsa aynı risk ilaç için de
geçerliydi. Uzman psikologların analizi, adamın süper zekalı bir psikopat, narsist kişilik
bozukluğu olduğu yönündeydi. Yani adam serseri mayın gibiydi, ne yapacağı ne düşündüğü
belli olmayan bir deha. Bir sorgu görevlisi için en zor vaka… Çocuklarını dahi kullanarak her
türlü yöntemin üzerinden geçildi ve tek çare onunla iletişim kurabilen Türk başkomiserde
karar kılındı. Tam teşekküllü ambulansların ve en iyi kardiyologların bekletilmesi, adamı
iknada kullanabilmek için tüm akrabalarının ve iki oğlunun online bağlantılarının hazır
tutulması kararlaştırıldı. Toplantı on dakikada bitti. İş artık ölüm kalım maçına dönmüştü.
Normal zamanlarda günlerce hazırlık gerektiren kodaman toplantıları, basket ya da voleybol
maçlarındaki molalar kadar kolayca yapılabiliyor, jet hızıyla kararlar alınıp uygulamaya
konuluyordu. Bugün dünyanın tüm işleri dondurulmuş, tüm insanlık bu işe yoğunlaşmıştı.
Herkes el birlik yapmış, bir manyağın çılgınlığını durdurmaya çalışıyordu. Rıza Başkomiser
online masasına oturmadan önce Süleyman’ı aradı.
—Süleyman sana bir şey söyleyeceğim. Adamın İngiltere’de yakalanan çocuklarından biri,
babasının bir şifresini almayı başarmış, şu hani soyağacını gönderen var ya o. Babasının
Latince harf ve sayı dizinini birlikte kullandığını ve her bilgisayarda farklı bir dizin kullandığını
söylemiş. Sence bu herifin şifresini kırabilmek mümkün mü? Çocuğun babasından çalmayı
başardığı şifreyi Whatsapp’tan attım, gördün mü?
—Gördüm. Bu dizinde bilinmeyen bir lisanda yazılan şifreyi kırmak mümkün değil abi,
bilesin. Bunu kimse başaramaz, hele hele her bilgisayarda farklı şifre dizilimi kullanan bir
psikopatınkini hiç kimse.
—E, ne yapacağız, bunun hiçbir yolu olamaz mı?
—Mümkün değil amirim. Dünyanın tüm hackerlerı bir araya gelsek yine de mümkün değil.
En azından birkaç günde, hele birkaç saatte hiç mümkün değil. Adamı yakalamışsınız zaten,
tek yol ondan öğrenmek.
—Diyorsun.
—Aynen öyle amirim.
—Boku yedim ben ya. Heriften o şifreleri cımbızla çekip çıkarmak bana verildi, iyi mi?
—İyi yapmışlar amirim, bunu yapsan yapsan anca sen yaparsın. Sana itimadım sonsuz.
—Diyorsun.
—Aynen amirim.
—Göreceğiz bakalım, telefonun hep yanında olsun, seni arayabilirim.
—Her zaman emrindeyim amirim.
Rıza Başkomiser kriz yönetim odasına girdi. Odaya girer girmez de İsmet Müdür ile göz
göze geldi. Adam yine sinirliydi, belli ki sallandığını düşünüyordu.
—Oo paşam teşrif ettiler.
—Pardon müdürüm, bir telefon görüşmesi yaptım.
—Tamam tamam, her neyse. Bak şimdi, bu herifin ağzından gir, burnundan çık, bu işi hallet.
Sakin ol. Adama öyle atarlanmalar yapma. Unutma, herif çok zeki, psikopatın önde gideni.
Seninle oynamasına izin ver. Nasıl yaparsın bilmiyorum ama yap şu işi koçum, biz burdayız,
ardındayız. Hadi, sana güveniyoruz. Bak şunun şurasında bir saatimiz bile kalmadı…
Tamam müdürüm elimden geleni yapacağım, deyip masaya yöneldi. Mikrofonu önüne çekip
sandalyede sanki uzun uzadıya oturup hiç kalkmayacakmış gibi ayarlamalarını yaptı. Sonra
ardına yaslanıp büyük ekrandaki şaşı gözlü portreyi seyretmeye başladı. Adamın gözünün
şaşılığına hala alışamamıştı. Ekrandan değil de karşı karşıya gelsem nereye baktığını daha
kolay çözebilirdim diye düşündü. Adam gözlerini kapatıp da kafasını tavana kaldırınca onun
da kendisini gördüğünü anladı. Zekiydi belki ama iyi bir poker face değildi. Bunu kendisi de
biliyor olacaktı ki ani ruh değişimlerinde karşıdakine açık vermemek için gözlerini kapatıp
kafasını tavana kaldırıyordu. Bunu daha önce de birkaç kez yapmıştı. Ne zaman zorda kalsa
veya bir karar aşamasında olsa ortamdan kendini soyutluyordu. Aynı hareketi tekrar yaptı;
tek gözünün açığı ile ekrana bakıp tekrar kapattı. Sonra birden hareketlenip kadraja bakarak
“E, başkomiser gene sıçmaya mı gittin? Bayağıdır yoktun ortalarda. Ben senin yerinde olsam
o götü göt diye taşımazdım.” dedi gülerek.
—Yok, bu sefer sıçmaya değil, seni nasıl çözebiliriz diye taktikler belirlemek için toplantıya
gittik.
—E, çözebildiniz mi peki? İnşallah güzel yöntemler bulmuşsunuzdur.
—Ne mümkün, bir sürü taktik üzerinde durduk ama gel gelelim hepsinde sıkıntı çıktı.
—Mesela…
—Mesela Amerikalılara bıraksak seni başka bir uçağa alacaklardı, artık orada sana neler
yaparlardı bilemem.
—Hani şu meşhur CIA uçaklarından birine mi?
—Elbette, Hawaii uçağı olmayacağına göre…
—E, niye almadılar?
—Kalp hastaymışsın, dayanamaz, ölür dediler. Biliyorsun ölüler konuşmaz.
—Mantıklı. Başka…
—İngilizler tüm akrabaları, çocukları elimizde. Onları kullanalım, rehine olarak onların
üzerinden zorlayalım dediler.
—Bak sen… En berbatı kendi milletimden gelmiş, onların ne günahı var ki?
—Günahları seninle aynı kandan olmaları. Bu seçenek hala gündemde bilesin. Kimse karşı
çıkmadı. Bizde bir söz var; kurunun yanında yaş da yanar diye. Yani şu anda tüm
akrabaların ve iki oğlun online olarak hazırlanmış teçhizatın önünde gelişmelerini bekliyorlar,
bil istedim. Bil ki ona göre davran.
—Ne yapabilirler ki?
—Sen hala anlamadın, herkesin gözü dönmüş vaziyette. Bence ne yapabilirler diye
soracağına inşallah yapmazlar diye dua et. İş o noktaya gelirse göreceklerin seni şoka
sokabilir.
—Ben kendimi kaldırabilirim ama evlatlarıma öyle kötü şeyler yaparlarsa dayanamaz ölürüm.
—Yok öyle ölemezsin de. Şimdi bu işi sonlandırasıya kadar sana ölmek de yasak. Dışarıda
tam teşekküllü ambulanslardan tut da işinde en uzman kardiyologlara hatta farklı branştaki
doktorlara kadar her şey hazır bekliyor, ölürsen seni geri getirecekler.
—Vay anasını, ben o kadar önemliyim yani… Ölemeyecek kadar…
—Aynen öyle ama hep böyle kalmayacak elbette. Son… Dur, deyip kafayı kaldırıp ekrandaki
geri sayıma baktı.
—Son elli dakika on iki saniye. Bu zaman diliminde en önemlisi sensin.
—Peki ne olacak? Görünen o ki benimle müzakere etme işi sana verilmiş.
—Üstüne bastın, kaldır ayağını. Sunulan onca yöntem içinden kala kala benim başıma
kaldın.
—İyi tarafından bak. Şu an ben dünyanın en önemli kişisiysem sen de bu durumda ikinciliğe
adaysın.
—Yani öyle denebilir de benim bu işten pek hoşnut olduğum söylenemez.
—Ne yani, benimle sohbeti sevmiyor musun?
—Yok ondan değil. Sen psikopat, narsist bir kişilik olsan bile zeki adamsın. Seninle
sohbetten zevk almıyorum dersem yalan olur, ben akla büyük değer veririm o da sende
fazlasıyla var. Tam dişime göresin de mesele ünlü olma meselesi.
—Bak sen, ünlü olmanın nesi kötü?
—İyidir muhakkak ama bana göre değil.
—Niye ki? Genç adamsın yüzük falan da görmedim. Karılar kızlar bayılır ünlülere, niye
istemiyorsun ki?
—Çünkü ünlüler hep göz önünde, insanların mercekleri altındadır. Özgürlükleri yoktur, oysa
ben insanlar tarafından izlenmek yerine insanları izlemeyi severim ve özgürlüğüm benim
vazgeçilmezimdir.
—Güzel açıkladın ama bence yetersiz. İkna olmadım. Her şeyin insana hem getirisi hem
götürüsü olur. Önemli olan ikisinin arasındaki farktır. Şimdi sen herkesin olmak için can attığı
şeyi elinin tersiyle itiyorsun. Üstelik ben kötü, sen iyi olacaksın. Ve en önemli kişi olarak
insanların algısında yer bulacaksın. Bunda başka bir şey var bence, gerilerde saklı bir şey.
—Gerilerde saklı olma olasılığı fazla. Zira orta ve liseyi devlette parasız yatılı olarak okudum.
Üstelik erkek lisesinden sonra da polis akademisi falan derken hep kapalı ortamlarda
büyüdüm. Bundan dolayı insan ilişkilerim pek iyi değildir. O zamanlardan beri otoriteyi,
baskıcılığı sevmem. Büyüdüğüm ortamlar benim mizacıma uygun değildi ve başım dertten
hiçj kurtulmazdı. Değişmek için çok uğraş verdim, ben de sıradan ve çıkıntı olmayanlardan
olmak istedim ama yazılımım böyle, ben ne yapayım? Bundan dolayı pek göz önünde
olmayı sevmem.
—Otoriteyi sevmiyorsun ama polis olmuşsun, ne alaka?
—Polis akademisi de parasızdı. Tercihten çok imkansızlıktan.
—Sana kunta kinte dediğimde kızmıştın ama öyle olduğunu kabul ediyorsun yani.
—Hiç de değil. Fakirlik ile köleliği karıştırıyorsun. Nice meteliksizler vardır, burnundan kıl
aldırmayacak kadar özgür kişiliklerdir. Nice varlıklı, etiketli insanlar vardır; süklüm püklüm el
pençe gezerler.
—Rıza Başkomiser böyle garip garip konuşmayı kes, ne dediğini anlamakta güçlük
çekiyorum.
—Niye ki?
“Süklüm püklüm, el pençe… Nedir bunlar?” deyince Rıza Başkomiser güldü.
—Tamam, şimdi anladım. E, böyle köklü bir milletin bir ferdi olunca ister istemez az
kelimeyle çok şey anlatan özdeyişleri çok kullanıyoruz. Daha dikkatli olmaya çalışırım.
—Sorun değil, sen rahat ol.
—Benim için endişelenme. Anlamadığını sorarsın, sonuçta senin ana dilini konuşuyoruz.
—İngilizceyi nerede öğrendin? Bayağı iyi konuşuyorsun, deyince İsmet Müdür arkadan “Ya
ne yapıyoruz biz? Tüm dünya işi gücü bıraktık iki manyağın muhabbetini dinliyoruz. Ne
yapmaya çalışıyor Rıza? Her şeyi unuttu adamla geyik yapıyor. Bizse oturmuşuz bombanın
üstüne, götümüz üç buçuk atıyor.” diye sinirli ama yalnızca etraftaki yardımcılarının
duyabileceği kısıklıkta bir sesle serzenişini dile getirdi. Hasan Müdür:
—Müdürüm Rıza’nın bir planı vardır elbet, dedi.
—Sokayım onun planına! Adama içeride neler konuştuğumuza kadar her şeyi hatta
neredeyse hayat hikayesini anlattı. Bu nasıl bir plandır, benim hiç aklım almadı. Yok ünlü
olmak, yok İngilizceyi iyi konuşmak… Nedir şimdi bu ya? Bak kırk altı dakika kaldı. Bence bu
iki salağı karşı karşıya getirdiğimiz için hepimiz kırkaltıyız. Bak bak bomba bile bize gülüyor,
kırkaltılar diyor. Sen şu Simon’ı bir arasana. Onlar ne düşünüyor bakalım, içeriye odaya
bağla, deyip camlı bölmeye geçti.
İki üç dakika sonra homurdanarak gelip yerine oturdu.
—Böyle işin ecdadını sikerim!
—Simon Müdür ne diyor?
—Hasan bir şey söyleyeyim mi? Bu iş bitsin emekliliğimi isteyeceğim, artık devir değişmiş
oğlum. Biz çağ dışı kalmışız, adam gidişattan gayet memnun. Senin başkomiser bu işi
becerecek, karışmayalım diyor. Adamlar kırk yıllık arkadaş gibi dereden tepeden muhabbet
ediyorlar, gidişat iyiymiş… Biz niye göremiyoruz bu koduğumun iyi gidişatını? Şuna bak, işi
karı kız muhabbetine döktüler! Şeytan diyor ki…
—E, başkomiser sen bu kadar okul okudun, master yaptın hem de iş hayatıyla birlikte. İddia
ederim bir kız arkadaş bile edinememişsindir.
—Mr. Brian tüm dünyanın bizi seyrettiğini biliyorsun değil mi?
—Seyrederlerse seyretsinler, bana ne? Sen sana sorduğuma cevap ver.
—Yani dediğin gibi pek olmadı.
—Yok artık, hiç mi olmadı? Sakın bakirim deme.
—O kadar da değil canım. Ama gönül koyma, aşk olarak, ta ki bugüne kadar, diye usulca
mırıldanıyordu ki karşı taraf bu mırıltıyı duydu.
—Bugüne kadar mı dedin? Evet, yanlış duymadım bugüne kadar dedin. Yani bugün bir
şeyler oldu, deyip kahkahalar ile gülmeye başladı.
—Bugün ha! Vay anasını hem bana bugün tüm dünyaya cehennemi yaşattın diyorsun hem
de onca koşuşturmanın içinde aşık mı oldun?
Rıza Başkomiser nasıl bir halt yediğini anlamıştı ama artık çok geçti. Sokayım şu
patavatsızlığıma, dilim kopsaydı da mırıldanmasaydım diye düşündü ancak iş işten geçmişti.
Adama yaklaşıp etki altına almaya, güven kazanmaya çalışırken inanılmaz bir pot kırmıştı.
Şimdi bunu nasıl toparlayacaktı?
—Ya Rıza kıpkırmızı oldun, suratının halini bir görmen lazım. Biliyordum ya senin farklı birisi
olduğunu, hiç yanılmam.
—Mr. Brian bu konuyu geçsek…
—Mümkün değil, anlatmadan hayatta bırakmam. Hem bana Mr. Brian demekten vazgeç
artık, Edward hatta Edi de.
—Tamam Edward. Başka şeyler konuşalım, mesela bu eylemi neden yaptığın gibi.
—Yok benden öyle kolay kurtulamazsın. Kaçak konuşma, sen bana şu şanslı kızı anlat. Söz
ben de sana niçin bu işi yaptım anlatacağım.
—Söz mü?
—Şövalye sözü, deyince Rıza Başkomiser’in aklına Süleyman’ın anlattıkları geldi.
—Bak sonra caymak yok diye çift dikiş yaptı.
—Yok yok, sen böyle bir günde nasıl aşık olduğunu anlat ben de söz sana neden, niçini
anlatacağım.
Rıza Başkomiser için o an tam bir kabustu. Herifçioğlu kendisinden tüm dünyanın önünde
nasıl aşık olduğunu anlatmasını istiyordu. Yalan söylese söyleyemez anında yakalanırdı
bazı şeyleri es geçse yakalanma ihtimali vardı. Sonuçta karşılık olarak adam niçin bu eylemi
yaptığını anlatacaktı… Rezil olmaktan başka ne kaybedebilirdi ki zaten boka bulaşmıştı
bulaşacağı kadar. Ya bismillah, deyip başladı günün Leyla ile ilgili olan bölümünü anlatmaya.
Bombanın dijitali kırk biri gösterdiğinde anlatmayı bitirdi. Bu zorlama olmasaydı muhtemelen
yalnızca içinde saklayacağı ve platonik olarak yaşayacağı bu aşkı, şimdi herkesin ortasında
ulu orta saçıvermişti.
—İşte böyle Edward. Benimki imkansız bir yeşilçam filmi.
—Ne demek yeşilçam filmi?
—Yani imkansız diyorum. Kız çok güzel. Beni mümkün değil beğenmez hatta yarın beni
mahkemeye vermek için sabırsızlanıyor.
—Öyle düşünme. En büyük aşklar nefretle başlar. Hem sen kendini çok aciz görüyorsun,
böyle olmaz. Şu an sen dünyanın en önemli ikinci kişisisin unutma.
—Yok canım sen de… O senin uydurman. İkimizi yan yana görsen hemen anlarsın ne
demek istediğimi.
—İyi fikir, çağırın. Neydi ismi, Layla’ydı değil mi? İkinizi yan yana göreceğim, çağırın.
—Ya kardeşim, sen ne diyorsun? Anlat dedin, anlattım. Daha ne uzatıyorsun?
—Ben ne istiyorsam yapacaksın başkomiser! Çağırın, kızı görmek istiyorum. Unutma, en
önemli kişi benim.
—Anlaşmamızda bu yoktu.
—Anlaşmalar bozulmak için yapılır. Bak sen kızı getir, bu işten karlı çıkan sen olacaksın,
bana güven.
—İyi de kız benden nefret ediyor, aramızda hiçbir şey yok. Ben kendi kendime gelin güvey
oldum, niçin anlamıyorsun? Burası Türkiye bizde bu konular öyle ulu orta olmaz, İngiltere
gibi düşünme, dese de adam hiç dinlemiyordu.
Adam ısrarla kızı getirmesini isteyince Rıza, kulaklarına kadar kızararak geriye, İsmet
Müdür’e döndü. İsmet Müdür’ün sinirden kendisinden daha fazla kızarmış suratını görünce
bayılacakmış gibi hissetti. Adamın oturduğu yerde köpürdüğü her halinden belliydi. İsmet
Müdür kaş göz hareketleri eşliğinde işaret parmağını tehditkar bir biçimde sallıyor, sanki
sağır birisinin dudaklarını okuyabileceği şekilde “Seni belanı sikeyim!” diyordu.
Hali görülmeye değerdi. Rıza Başkomiser de hem hafifçe gülümsüyor hem de ben ne
yapayım der gibi ekranı gösteriyordu. Derken İsmet Müdür’ün gür sesi duyuldu:
—Haldun, git Leyla’yı getir, çabuk ol.
Emri duyan polis koşarak dışarıya çıktı. Edward’ın zevkten dört köşe olduğu ekrandan
açıkça görünüyordu. Rıza ise kendi kendine rezil oldum, nasıl insan içine sıkacağım diye
söylenip duruyordu. Bir yandan da İsmet Müdür’ün, yaşamasına izin verse bile değil
Şırnak’a, Antartika’ya hatta ve hatta Sibirya’ya süreceğini ve asla elinden kurtulamayacağını
düşünüyordu.
İki dakika geçmedi, Leyla koruma amiri Haldun ile odaya girdi. Rıza, Leyla’yı karşısında
görünce kalan son dermanı da uçup gitti, bacaklarının titremesini iliklerine kadar hissetti.
Hemen masadan kalktı, Leyla da tıpkı bir şaşkın ördek yavrusu gibiydi. İsmet, “Git kızım şu
zibidinin yanına.” diye Rıza’yı gösterdi. Olanlardan haberi olmayan Leyla, sersemlemiş bir
haldeydi, ne yapacağını bilemiyordu. Bunu fark eden Rıza oturduğu koltuktan kalkıp Leyla’ya
“Gel, buraya otur.” dedi. Leyla etrafa baka baka Rıza Başkomiser’in kalkmış olduğu koltuğa
oturdu. Leyla’nın kadrajda belirmesi ile Edward hemen söze girdi.
—Oo, Layla hoşgeldin, nasılsın?
Leyla tam bir lise İngilizcesi ile uzun uzun “İyiyim, teşekkür ederim, siz nasılsınız?” diye
cevap verdi. Edward hem gülüyor hem de bağlı eliyle kızın güzel olduğunu anlatmaya
çalışıyordu.
—Bugün Rıza Başkomiser sizin bayağı canınızı sıkmış ama siz onu takmayın. Özünde çok
iyi bir adam, patavatsız işte, çabuk sinirleniyor. Bana da kaç kez küfür etti. Yarın
mahkemeye birlikte verelim, diye makineli tüfek gibi konuşuyordu ama Leyla onu
anlamıyordu.
Edward, anlarmış gibi başını salladığını anlayınca “Rıza sen dediklerimin tercümesini yap
Leyla’ya.” dedi.
Kadraja girebilmek için Leyla’ya doğru eğilen Rıza, o an Leyla’nın leylak kokusunu duyunca
başının döndüğünü hissetti. Saçları ve bembeyaz cildinin üzerinde duran küçük siyah beni
ne kadar güzeldi… Tam kafasını ona doğru döndürmüştü ve ılık nefesini hissediyordu ki “Ne
söylüyor ben bir şey anlamadım.” deyince Rıza da kendine geldi.
—Seni bugün çok üzdüğümü ama beni affetmeni söylüyor.
—O nereden biliyor beni üzdüğünü?
—Ben anlattım.
—Bu adam senin arkadaşın mı?
—Yok, onu da nerden çıkardın?
—O zaman ne diye adama anlattın?
—Uzun hikaye, ben sana sonra anlatırım.
İkilinin arasındaki konuşmalardan bir şey anlamayan Edward’ın müdahalesi gecikmedi.
—Op op aşıklar, bizi unuttunuz, deyince Leyla yüzünü ekrana çevirdi.
—Tamam mı? Gördün işte Leyla’yı şimdi izin verirsen konuşmamıza geri dönelim, sıra
sende.
—Ya Rıza hakikaten muhabbetin içine senin kadar edenini görmedim. Kızım bu adam
sabırsız, patavatsız, küfürbaz. İyi düşün, fizik olarak da senin bayağı altında lakin akıllı bir
adam. Ben kaçırma derim. Hadi Rıza tercüme et dediklerimi, derken kafası ve şaşı gözleriyle
de Leyla’yı gösteriyordu. Rıza, adamın dediklerini geldiğin için teşekkür ediyor, artık
gidebilirsin diye tercüme edince Leyla da bu rahatsız ortamdan bir an önce uzaklaşmak
istediğinden kalkmaya yeltendi.
—İyiydik ya, niye hemen gidiyor ki?
—Ailesi bugün senin koyduğun bomba yüzünden tahliye edilen mahalledeydi, oraya gidip
onların iyi olduklarını görmek istiyor, onun için ayrılması gerekiyor.
—Deme ya, üzüldüm.
—Vallahi her şeylerini geride bırakıp gittiler. O da çok üzgün. Neyse şimdi Leyla’yı gördün,
ben sözümü tuttum, sıra sende.
—Yine çok acelecisin, Layla için ne düşündüğümü sormuyorsun.
—Peki, ne düşünüyorsun? Sordum bakalım.
—Bu iş olur, sen istersen iyi bir çift olursunuz.
—Gerçekten böyle mi düşünüyorsun? Bence senin gözlerde problem var.
—Gözlerimde problem olduğu yadsınamaz ama aklım iyi çalışır, bana inan. Bu iş olur yeter
ki sen iste, mutlaka bir yol bulursun. Sen aşık olduğunu tüm dünyaya haykırabilecek kadar
cesaretli bir adamsın, gerisi sana vız gelir.
—İnşallah.
Rıza, geriye baktığında Leyla’nın da odada müdürlerin yanına konulan bir sandalyede
oturarak koruma başı Haldun Komiser ile bir şey konuştuğunu gördü. Leyla’nın çatık
kaşlarının altındaki gözleri kendisine dikilmişti. Konuşma devam ettikçe yüzü şekilden şekile
giriyordu.
Fazla değil yarım saat sonra İsmet Müdür’den kurtulsa Leyla kesin çarkına sıçacaktı. Onu da
o zaman düşünürüz, deyip ekrana yoğunlaştı.
—Ne o başkomiser, hala elin yüzün bembeyaz…
—Sorma, beni fena sıkıştırdın. Çok zor durumda bıraktın, neyse sıra sende.
—Evet, sıra bende. Madem söz verdim; sen sor, ben cevaplayayım.
—Bence sen anlat, duruma göre de ben sorayım, sen cevap ver.
—Nasıl istersen, zaten fazla anlatacağım bir şey yok. Ne için diye sormuştun değil mi? Tek
kelime: İntikam.
—Neyin intikamıymış bu?
—Kan intikamı diyebiliriz.
—Taksit taksit konuşuyorsun, çok intikam duydum ama kan intikamı ilk kez senden duydum.
—Saçmalıyorsun başkomiser, dünyanın en eski intikamıdır kan intikamı. Sanki sizde yok,
kan davası dediğiniz şey de nedir?
—Ha, şimdi anladım da yine de şunu kafam almıyor. Kan davan var ise git kan davalılarınla
kozunu paylaş. Kudüs’e, Yedikule’ye bomba koymak da neyin nesi? Senin kan davalın
İstanbul mu, Kudüs mü?
—Doğrudan olmasa da dolaylı yoldan o dediklerin.
—Asıl sen saçmaladın şimdi. Cansız bir obje nasıl olur da kan davalın olabilir?
—Dolaylı yoldan olduğunu söyledim sana. Özneleri olmasalar da kan davamın nedenleri idi
onlar. Bunun için yıllarca düşündüm, biliyor musun? Nasıl intikam alabilirim diye. Bazen
özneyi alt etmektense her şeyin amacını elinden alırsan onu öldürmekten beter edersin, ben
de tam onu yaptım. Ne kadar doğru bir karar verdiğime bugün tüm dünya şahit oldu. Sen
hayatında hiç bugünkü kadar büyük çapta etki yapan bir olaya şahit oldun mu?
—Ne yalan söyleyeyim olmadım. Yani yıllar önce ikiz kulelere yapılan saldırılar bile bunun
yanında devede kulak kalır.
—Eh işte, o kadar da farkım olsun.
—Bu kan intikamı dediğin büyük dedelerinle mi ilgili?
—Yani öyle de denebilir; sonuçta şövalyelik bir kardeşlik olduğuna göre illa kan bağı olması
gerekmiyor, hepsi benim dedelerimdi.
—Tapınak şövalyelerinden bahsediyorsun değil mi? Deden Renold ilk dokuz şövalyeden biri
miydi?
—Başkomiser dersini iyi çalışmışsın, bunu nasıl tahmin edebildin? Bravo sana.
—Yok canım, abartıyorsun. Soyağacında adının karşısında Kudüs 1132 yazıyordu, tahmin
ettik.
—İyi tahmin. Dedem Renold ilk dokuz şövalyeden biri değildi ama ilk ellinin içinde olduğunu
düşünüyorum. Tapınakçıların çekirdek kadrosunda, düşünebiliyor musun? Belki de
tapınakçıları tapınakçı yapan kadroda, İsa’nın fakir şövalyeleri… O filmlerde gördüğün karı
kız ve makam peşinde koşan şövalyelerden değil, gerçek şövalye. Davalarına hiçbir beklenti
veya çıkar gözetmeksizin tüm benlikleri ile kendilerini adamış gerçek inançlı kişiler… Ben
buna saf inanç diyorum, katıksız… Canını ortaya koyacak kadar büyük bir fedakarlık…
İnsanlara hizmet için adanmış hayatlar… Sence bugünün madde dünyasında böyle bir şey
olabilir mi?
—Yani tek tük… Dediğin gibi bugün karısı, kocasına vermiyor bir şey almadan.
—Bak kendin söyledin. Bu fedakar insanlar yıllarca canla başla insanlık için çalışıyorlar.
Peki, insanlar ne yapıyorlar? Ellerindekileri almak için bir günde bunları yok ediyorlar hem de
en adi, en iğrenç iftiraları atarak… İşkence altında attıkları iftiraları kabul ettirilerek, en
acımasız şekilde diri diri yakılarak, canlı canlı derileri yüzülerek katlediliyorlar. Madem
soyağacımı gördün, beş on yılda nasıl tüm soyumun katledildiğini de tahmin etmişsindir.
Bugün Avrupa’da, İngiltere’de soylu geçinenler benim soyumun yanında solda sıfır kalırlar.
Benim soyum bu insanlık için hizmet etti ama insanlık onlar yok edilirken kıllarını bile
kıpırdatmadı. İşte şimdi diyet ödeme günü; kan diyeti.
—Konuştuğun şeylerin neredeyse sekiz dokuz yüzyıl öncesinin yaşanmışlıklarının olduğunu
biliyorsun değil mi?
—Bu neyi değiştirir? İntikam soğuk yenen bir yemektir; bu siz Türklerin sözü değil mi?
—İyi de kardeşim, bin yıl öncesinin intikamı mı olurmuş? Değil yemek, taş olsa bin yılda erir,
kum olur. Bu neyin intikamı? Her çağ yaşanmışlıkları ile yaşanır biter, tarihin tozlu
sayfalarındaki yerini alır. Herkes atalarının intikamını gütse bugün bu dünyada yaşanacak
hal kalır mı?
—Herkesin ne yaptığı beni ilgilendirmiyor, ben benimkine bakarım. Sordun, söylüyorum işte
nedenini.
—Peki Yedikule ne alaka?
—O filler dövüşürken ezilen karınca. Ama elbet orayı seçmemin de bir sebebi var.
—Bu sebep de Lionel deden değil mi?
—Aynen öyle. Süleymaniye kütüphanesinde eski mahkum kayıtlarında Lionel dedemin
orada mahkum olarak tutulduğunu tespit ettik hatta halk arasında anlatılan pagan mahkum
hikayesinin onunla ilişkili olabileceğini düşünüyorum zira Lionel dedem mükemmel Latince
bilirmiş. E, hiçbir şeyin ahı yerde kalmaz, gün gelir adamdan hesabını sorarlar.
—Bu sendeki nasıl bir kindir arkadaşım? İnançtan, şövalyelikten ahkam kesiyorsun da hangi
inançta böyle kin ve intikam duygusu vardır? Her biri yüzyıllar, neredeyse bin yıllar öncesinin
öfkesi, kini. Zamanı zamanda bırakmak gerekmez mi?
—Sence zaman, zamanda kalır mı? Bazı şeylerin yansımaları yüzyıllar hatta bin yıllar sürer.
O geçmişin tortuları zaman çekicinin altında ezile ezile demirleşir, çifte su almış çeliğe döner.
İşte o zamanlar kırılma noktalarıdır, insanlığın gidişatının kavşak sapaklarıdır. Evrim ve
nedensellik işte bu kavşakların işaret tabelalarıdır. İnsanlığın şekillenmesine doğrudan
müdahillerdir. Genelde haksızlığa uğrayanlar, kaybedenler evrim ağacından güz yaprakları
gibi dökülürken kazananlar yeni çıkan dallar gibi evrimi de insanlığı da sarıp sarmalamaya
başlar. Ha, diyeceksin ki ne değişir? Çok şey değişir. İyilerin hakimiyetinde insanlık pozitif,
kötülerinkinde ise tersi istikamette hareket eder. Burada etken ve yönlendirici güç kimin
yönlendirdiğidir.
Adam eyleminin nedenlerini açıklayıp kendini felsefeye kaptırmışken Rıza Başkomiser de
önünde bulunan bilgisayardan yardım talep ediyordu. Felsefeyi severdi ama amaç felsefe
yapmak değil, adamı bir şekilde ikna edip bu eylemden vazgeçirmekti. Onun bu tezlerine
karşılık verecek, adamı farklı bakış açılaraına yönlendirip kafasını karıştıracak sorulara
ihtiyacı vardı. Herkes mal gibi adamla konuşmasını dinlerken ortak yayını gösteren bir
pencere açtı ve yardım istedi. Bir yandan da gözü kulağı adamın anlattıklarında olduğu için
araya girdi.
—Ne yani senin büyük dedelerinin olduğu tarikat çok mu masumdu? Başlangıçta hacıları
hac yolunda başlarına gelecek tehlikelerden korumak amacıyla kurulmuş bu tarikatın
sonradan neler yaptıklarını tarih kitapları sayfa sayfa yazıyor. Ne kadar zenginleştiklerini,
dünya siyasetine nasıl müdahil olduklarını, Kudüs’ü aldıklarında, 4. haçlı seferinde,
Konstantinopolis’te Ortodokslara yaptıklarını bilmeyen mi var? Sanki tapınakçılar sütten
çıkmış ak kaşık. Hala ellerinde bulundurdukları kapital ve yönettikleri tarikatlar ile dünya
siyasetinde nasıl etkin bir aktör oldukları malum. Sence bunlar komplo teorileri mi? Bugün
dünya çok mu adil? Çok mu iyi yönetiliyor? Konuşması kolay ama gerçekler ortada ve bunu
değiştiremezsin.
—Ben de farklı şeyler söylemiyorum, dün ne ise bugün de o, değişen yalnızca çağın,
teknolojinin olanak tanıdığı yöntemler, sonuç yine aynı. Değişmeyen tek şey ise insanların
suistimal edilen inançları.
İnsanları yönetip yönlendirmek için kullanılan en önemli argüman. İşte, ben bu argümanın en
büyük parçasını onların ellerinden alacağım, amacım da bu.
—Ne yani, bunu Kudüs’ü, tapınak tepesini yok ederek mi yapacaksın?
—Aynen öyle, hani siz diyorsunuz ya yorgan gitti, kavga bitti. Kudüs gidecek, kavga bitecek.
—Sen Kudüs’ün yok edilmesi ile bu kavganın biteceğini mi zannediyorsun? Bu hayatımda
gördüğüm en saçma düşünce.
—Nesi saçmaymış? Hiç de değil. Tüm semavi dinlerin merkez noktası Kudüs değil mi?
Kudüs’ü anlamadan dünya siyasetini anlayabilmenin yolu var mıdır? Tarih boyunca tüm din
savaşları neresi için yapılmıştır?
—Savaş ansiklopedisi diye bir kitap var, sen okumadın herhalde. Dünya tarihinde yapılan
tüm savaşların içerisinde din savaşları %7 gibi bir oranda gözüküyor. Yönetenlerin inanç
argümanını kullanması ile din savaşları farklı şeyler. İnsanları şehitlikle, cennet ödülüyle
motive etmek farklı şeyler; güç, ekonomi için yapılan savaşlar farklı şeyler. İnsanoğlunda bu
ego ve hırs olduğu müddetçe ellerindeki ile yetinmeyip hep daha fazlasını isteyecek, diğerleri
de ellerindekileri kaybetmek istemeyip muhafaza etmek için uğraşacak, bu yüzden de
insanlık var oldukça bu çatışmalar hep olacak. Bilge adamın biri, bu dünya bir kişiye çok, iki
kişiye az gelmiş der, ne de doğru der. İstersen bir de şöyle bak, Budizm’in, Hinduizm’in
olduğu coğrafyalar… Orada insanlar çatışmıyor mu? Eski doğacılar, paganlar çatışmamışlar
mı? İnsanlarda inanç olgusu olduğu müddetçe yorgan da gitmez, kavga da bitmez. En
azından senin yönteminle bitmez.
“Bekleyip göreceğiz bitiyor mu, bitmiyor mu…” derken aklına Edward’a sormak için bir soru
düştü.
—Deminden beri dünyayı yönetenleri eleştiriyorsun, sen bu yönetimin neresindesin? Bu
tarikatların kıdemli bir üyesi misin?
Edward sinirlendiği zamanlarda yaptığı gibi gözlerini yumup kafasını tavana kaldırdı. Bir süre
öylece kaldı.
—Aç gözlerini Edward efendi, aç. Öyle göz kapamakla, tavana bakmakla kendini
saklayamazsın.
—Değilim desem…
—Yalan söylüyorsun derim. Zira kuşlar senin iceberg gibi görünenden çok görünmeyen gizli
tarikatların üyesi olduğunu söylüyor hem de en meşhurlarına kayıtlı.
—Hangi kuşlarmış onlar?
—Fark eder mi? Farz edelim kargalar söylüyor.
—Kargaları severim, akıllı hayvanlardır.
—Kaçamak cevap vermeyin, hangilerine kayıtlısınız?
—Bu seni hiç ilgilendirmez, üstüne vazife değil.
—Burada polis olan benim, her şey beni ilgilendirir. Ben sorarım, sen cevap verirsin.
—Sen öyle zannet. Ben istemediğim hiçbir şeyin cevabını vermem. Unuttun galiba, ben şu
an bu dünyadaki en önemli adamım.
—Farkındayım ama sen de unuttun galiba, bak son yirmi üç dakika. Böyle devam edersen
dünyanın en zavallı adamı olacağından da emin olabilirsin. Tüm sülalen bu dünyadan
kazınacak. Kan kan dediğin sözüm ona, soylu kanının esamesi kalmayacak.
—Sence bu dediklerini önemsiyor muyum, başıma geleceklerden korkuyor muyum?
—Zannetmem. Gemileri çoktan yaktığını görüyorum. Ama benim aklıma takılan şu, bence
sen kaçak güreşiyorsun. Şu ana kadar ne Mesih ne İsa ne de Mehdi gibi kavramlardan hiç
bahsetmedin. Beni bir şeylere inandırmaya çalışıyorsun ama ben Altın Kapı, Kudüs, Mesih’in
gelmesi ve bunun gibi mistik inançların da bu eylemde yer bulduğunu düşünüyorum. Hayatta
tesadüf diye bir şey yoktur, bazen ön tarafa çekilen bir perdenin arkasında çok farklı bir
amaç saklanabilir. Şimdi sana sorum şu, kendini Mesih mi zannediyorsun?
Adam acı bir kahkaha attı.
—Başkomiser hayal gücün harika, hiç güleceğim yokken güldürdün beni.
“Ya öyle mi? Kudüs sendromu semptomları gösterdiğin yalan mı?” diye sorunca adam ilk
kez hiddetlendi.
—Elbette yalan. Kim sana böyle şeyler söyledi, hangi soktuğumun kuşu?
—Sakin ol, sakin ol. Mesela patronun Albert Simon desem…
—Siktirsin gitsin! O anca karı kız peşinde koşmaktan anlar, ne bilir ki böyle şeyleri?
—Peki, küçük oğlun Lionel desem…
—Piç kurusu! Daha on altı yaşındaki bir çocuğun varsayımına mı inanacaksınız? Hem o
böyle şeyler söylemez.
—Yaşı küçük olsa da çok akıllı, zeki bir çocuk. Lionel daha bize baba oğul ilişkiniz hakkında
bir sürü şey anlattı. Sen dünyayı yönetenleri eleştiriyorsun ama iki evladına babalık bile
yapamamışsın.
—Niye, aç mı bırakmışım, susuz mu bırakmışım?
—Babalık karın doyurmak mıdır? Zenginsin, her şeyi vermişsin ama babalığı unutmuşsun.
Baba sevgisi, ilgisi olmadan ne yapayım ben saltanatı?
—Senin daha bir sevgilin bile yok, sen ne anlarsın babalıktan, analıktan.
—Baba olmasam da oğuldum ve senin modern köle diye tanımladığın ama benim için ise
harika olan bir babam vardı. O senin gibi şan, şöhret, saltanat vermedi ama kıt kaynaklar
içinde yemeyip yedirecek, giymeyip giydirecek kadar çok sevgisini verdi. Sen ise hayatlarının
baharındaki oğullarını kendi ellerinle cehenneme göndereceksin. Neden? Yalnızca kendi
egoların için. Sen kendini Deccal zannediyorsun değil mi?
Yakalandığı andan beri sakin sakin herkesle alay eden, dalga geçen adam, önce oğulları için
duydukları, sonra da Deccal denilmesi ile tüm kontrolünü kaybetmişti. Bildiği tüm küfürleri
haykırmaya başladı. Yaklaşık bir saatten beri ikilinin konuşmalarını sabırsızlıkla takip eden
tüm merkezler tam ümitlerini kaybetmek üzere iken bir anda bu zeki psikopatın çileden
çıkması karşısında şaşkınlıktan donakaldılar.
—Ne oldu? Hani sen küfür etmezdin, et et, boşalt içini. Nasıl olsa ben sana yedireceğim bu
ettiğin lafları.
—Siktir git, daha seninle konuşacak bir şeyim yok, dedi ve konuşmasını en berbat küfürlerle
tamamladı.
—Yok öyle şey, o şansını yitirdin. Dereyi geçerken at değiştirilmez, bu işe birlikte başladık,
beraber sonlandıracağız. Bana bilgisayarın şifresini vereceksin.
Merkez, Edward’a oğlu Lionel ile konuşabileceğini söylemesini istedi. Rıza Başkomiser
duruma bir anlam verememişti ancak önündeki ekranda Lionel’den devam etmesi
gerektiğine dair bir bildirim vardı.
—Sen Lionel’in bize anlattı dediğim şeylere inanmıyorsun, değil mi? İstiyorsan bunu bir de
Lionel’in yüzüne söyle. Ben iyi bir babaydım de, bakalım sana ne diyecek?
Az önce büyük bir hiddet için olan Edward, ekranda oğlunu görünce birden sakinleşti.
—Oğlum, Lionel…
—Baba…
—Nasılsın oğlum, iyi misin? Bu suratının hali ne? Kim yaptı bunları?
—Ben iyiyim baba ama eğer sen bu şekilde devam edersen iyi kalacağımızı hiç
zannetmiyorum, derken ses gitti.
Lionel konuşuyordu ama yalnızca dudak hareketleri görülüyor, sesi duyulmuyordu. Hemen
birileri gelip mikrofona bir şeyler yaparak sorunu gidermeye çalıştı. Sorun çözülemeyince
Rıza Başkomiser’in ekranında “Edward’a klavye verin, yazışsınlar.” bildirimi belirdi.
Edward ve Lionel’e birer laptop verildi. Baba oğul yazışmaya başladılar. Ekranın altından
yazışmaları okunabiliyordu. Lionel babasının eylemden vazgeçmesini yoksa kendilerinin ve
tüm tanıdıklarının yok edileceğini söylüyordu. Adam ısrarla kendilerine bir şeyin
olmayacağına oğluna ikna etmeye çalışıyordu. Rıza Başkomiser ekranında “Bu kadar yeter,
sen devam et.” yazısını gördü ve bu sefer görüntü de gitti.
—Neyse Edward efendi, Lionel’e nasıl bir baba olduğunu soramadın, şansına küs! Online
telekonferanslarda bu tür teknik aksaklıklar olabiliyor. Ama yine de olumlu tarafından bak, hiç
olmazsa oğlunu son kez görmüş oldun. Bak on altı yaşında dediğin çocuk bile senden
mantıklı düşünüyor. Gel baba, etme, tutma, bu eylemden vazgeç diyor, yoksa felaketimize
sebep olacaksın diyor.
—Kimin ne dediği hiç umrumda bile değil.
—Ulan umurunda değil de sana mı kaldı dünyayı düzeltmek, hala anlamıyor musun? Bu yol,
yol değil. Bir sürü masum insanın felaketini hazırlıyorsun, gör artık şunu. Bak o intikamını
almak istediğin dedenler bugün karşına gelseler yüzüne tükürürler. Onlar Kudüs için
canlarını ortaya koymuşlar, sen Kudüs’ü haritadan sileceksin. Bu mu insanlık? Adamlar
şimdiden mezarlarında dönmeye başladılar, bunu görmüyor musun?
—Niye döneceklermiş? Bugün sabahtan beri Kudüs’te olanları görselerdi bana hak verirlerdi.
Onlar bu aşırı radikaller için mi canlarını ortaya koydular zannediyorsun? Sen ne biliyorsun?
Sen Kudüs’ü bile görmemişsin. Ben tam altı yıl orada yaşadım, Kudüs’ü satır satır gezdim.
Her taşın, her yapının şeklini şemalini bilirim. Sen neyi gördün ki? Ben ise inançlı insanların,
diğerleri tarafından nasıl davranışlara maruz kaldığına gözlerimle şahit oldum.
Aynı Tanrı’ya, aynı peygambere inanan insanların yalnızca telaffuzdan, yorum farklılığından
dolayı karşısındakilere neler yapabildiklerine ben şahit oldum.
O gördüğün kutsal kentin her taşının inanmış insanların çekmiş oldukları acılardan dolayı
akıttıkları gözyaşlarıyla yıkanmış olduğunu gördüm. Adı selam, sıfatı kutsal, amacı barış ve
kardeşlik olan kentin tüm bu özelliklerinin yalnızca adında, sözde olduğunu, gerçekte ise
bunun tam tersinin zuhur ettiğini gördüm. Her dinin ruhban sınıfının bu kutsal kenti kendi üç
kuruşluk menfaatleri için nasıl kullandığını gördüm. Altı yedi yıl tebdili kıyafet halde her yere
girip çıktım. İnceledim inceledim, sonuç ne? Orada yalnızca acı ve gözyaşı var ve ben tüm
bunlara bugün son vereceğim.
—Son vermekten, insanlıktan bahsediyorsun ama bugün Kudüs ağzına kadar insan dolu.
Belki tarihinde hiç olmadığı kadar kalabalık, iğne atsan yere düşmez. Hepsi de tahliyeyi
reddedip Kudüs’ü terk etmeyen, Kudüs için ölmeyi göze alan inançlı insanlar. Nasıl bu kadar
insanı katledebileceksin?
—Radikaller, yobazlar, bağnazlar… Hepsi de gebersin!
—İnsanları nasıl bu kadar kolay yargılayabilirsin? Bu hakkı nereden alıyorsun?
—Niye sen yargılamıyor musun? Sabahtan beri Kudüs’te olan olayları görmüyor musun?
Birbirlerini yiyorlar! Şurada kaç dakika kaldı ki? Onları aralayan paravan güvenlik kuvvetleri
de aralarından çekilince sen asıl o zaman gör insanın insana neler yapabileceğini, kudurmuş
köpekler gibi birbirlerini çiğ çiğ yiyecekler.
—Şu an Kudüs’te yalnızca onlar yok. Üç semavi dinden binlercesi oraya ulaşmış durumda.
Ellerinde ışıklar, üzerlerinde bornoz, çarşaf, dillerinde dualar, kendileri ve birbirleriyle barışık,
kardeşlik içinde şuh ile Kudüs’ü çevirmiş durumdalar. Bu dünyada yalnızca birbirinin kanına
aşeren radikaller yok, aklıselim, karşıdakinin inancına, tercihine saygılı olan milyonlar da var.
Birbirleriyle çatışan insanlardan çok daha fazlası Kudüs’ü sevgi yumağı haline getirdi. Sen
bana inanmıyorsun değil mi? İsrailli arkadaşlar, rejidekiler, ekrana Kudüs’ün şu anki
görüntülerini verin çabuk, Mr. Brian da seyredebilsin.
İsrailliler Kudüs’ün görüntülerini yaymaya başlayınca tüm dünyada bu olayı takip eden kriz
yönetimleri, gizli servisler, hükümetler, birlikler, tarikatlar, kısaca tüm dünya yıllarca
etkilerinde kalacakları görüntüleri küçük dillerini yutmuşçasına seyretmeye başladı. Maya ve
Rina’nın gün boyu seyrettiği şehir, şimdi tüm dünyanın ekranlarındaydı. Herkes başını elleri
arasına alarak kendilerini sandalyelerine bırakmıştı, arkadakiler ise ayağa kalkarak hayretler
içinde Kudüs’ü seyrediyordu.
Rıza Başkomiser, “Aman Allah’ım, herhalde kıyamet bu olsa gerek!” dedi. Ayağa kalktı ve
Kudüs’ü kuş bakışı en iyi gösteren ana ekrana baktı. Şehir bir ışık çemberinin içindeydi.
Çember eğri büğrü olsa da ekranın çıkışına kadar devam ediyordu. On binlerce hatta belki
yüz binlerce insan eski Kudüs’ü bir ışık çemberinin içine almıştı. Helikopterler havada tur
atıyor, belli bir yerde yolcularını aldıktan sonra ise hemen kalkış yapıyordu. Belli ki eski
Kudüs’te son kalan kolluk kuvvetlerini tahliye ediyorlardı. Beş tane helikopter sırayla sorti
yapıyordu. Bazı binalarda yangın çıkmış, alevler yükseltmeye başlamıştı. Eski Kudüs’ün
kutsal tapınak tepesi ve Zeytin Dağı’nın olduğu yerlerde bir karışıklık vardı. Tapınak
tepesinin iç tarafı, tüm yollar, ağlama duvarının içi, Mescid-i Aksa… Her yerde inanılmaz bir
hareketlilik vardı. Önce ibadet yaptıkları düşünülse de sonra mahalle içi kameralardan
insanların birbirleriyle çatıştıkları, ölümüne kavga ettikleri görüldü. İnsanlar, tahliyesi
yapılmaya çalışılan güvenlik kuvvetlerine saldırıp silahlarını almaya çalışıyordu. Silahlı askeri
helikopterler de tarafların arasında uçuş yapıyor, devriye geziyorlardı.
Sonra bir helikopterden silahını atmış olan güvenlik güçlerine ateş edilmeye başlandı. Aynı
helikopter başka bir yere daha ateş etti, demek ki kim olduğu önemsenmeden elinde silah
görülen vuruluyordu.
Bazı ekranlarda yerde yatan cesetler, bağırıp çağıran yaralılar görülüyordu. Şu anda orada
tam bir kaos hakimdi ve inanılmaz bir çılgınlık yaşanıyordu. Bu görüntülerden etkilenmemek
mümkün değildi. İnsanın içini ısıtan tek şey, ışık hüzmesinin içindeki rengarenk çarşaf ve
bornozların içindeki insanlardı. Hepsinin başı önlerinde dualar ediyorlardı. Aralarında zerre
fark yoktu, kimin kim veya hangi inançtan olduğu ancak tavırlarından anlaşılabiliyordu.
Müslümanlar iki elini açmış, Hristiyanlar ellerini birleştirmiş, Yahudiler ise ellerine kutsal
kitaplarını almış dua yapıyorlardı. Aradaki fark yalnızca buydu. Hepsi aynı Tanrı’ya ulaşmaya
çalışıyor, aynı Tanrı’nın dualarını kabul etmesini diliyordu. Hepsi de yan yanaydı… Bir
Yahudi ile iki Hristiyan, üç Müslüman, onun yanında sekiz Yahudi… Aynı ekranın içinde ve
şuh içinde dua ediyorlardı. Kimse kimseye sen nasıl dua ediyorsun demiyordu. Herkes
herkese saygılıydı. Kimse kimseden rahatsız olmuyordu. Herkesin yönü, kutsal Kudüs’e,
tapınak tepesine doğruydu ve hepsi şu an aşağıda olan çılgınlığı görmemek için başlarını
önlerine eğmiş, aşağıdaki azgınlar için Allah akıl fikir versin de dursunlar, bitirsinler bu
çılgınlığı diye dua ediyordu. Ekranlarda ses yoktu ama her şey o kadar açıktı ki
anlamamanın mümkünü yoktu. Rıza Başkomiser koltuğa oturup sordu.
—Gördün mü Edward efendi o canım Kudüs’ü? Bu gördüklerinden ne anladın, inan merak
ediyorum. Ben bu resimden şunu görüyorum; her şey zıddıyla var, zıddı olmadan hayatın bir
anlamı yok. Önemli olan burada senin hangi tarafa bakıp ne gördüğün, gördüklerinden ne
anladığın. Tüm mesele bu. Bak aynı ekranın içinde binlerce insan var, her insan farklı, ayrı
fabrika malı… Kardeş kardeşe benzemiyor ki insan insana benzesin. İyisi de var kötüsü de.
Herkes kendi hayatını yaşamakla mükellef. Herkes benimki en iyisi, en doğrusu benimki diye
diretmez ise gül gibi geçinip giderler. Ne zaman ki tersi olur işte o zaman çıngar çıkar. Bak
ışıklar içerisindekilere, ne kadar güzeller değil mi? Yan yana, kardeş kardeş dualarını
ediyorlar. Bak aşağıdakilere, tapınak tepesinin etrafındakilere. Onlar sence ibadet mi
ediyorlar? Onlar birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışmakla Allah’ın yapma dedikleri her şeyi
yapıyorlar. Hem de kim için? Sorsan hepsi Allah için derler. İnançlı değiller mi? Elbette
inançlılar ama inançları saf değil, yüzyıllar içinde birçok hurafe katkı maddesi dahil olmuş
Tanrı’yla aralarına. Bunu düzeltmenin yolu, onları havaya uçurmak değil, doğruyu göstermek
olabilir. Bak, binlerce masum var. Bugün yeterince kan aktı, eminim bu olay birçok insana ve
insanları yönetenlere bir öz eleştiri olacak, daha farklı bakış açısı sunacaktır. Gel etme, bitir
bu eylemi. Bu ışıklar içindeki insanların bugün bu şekilde beraber hareket edeceklerini dün
kim söyleyebilirdi ama bugün böyle, belki yarın daha da güzel şeyler olur. Buna fırsat tanı, o
canım Kudüs’ü yok etme. Fazla zamanımız kalmadı, son on iki dakika.
—Tamam tamam başkomiser. Kendini harap etme, çoktan anladım demek istediğini.
Hakikaten Gaza’dan kaçan onca çırılçıplak insan nasıl oldu da kimsenin bugüne kadar
yapamadığını başardı, aklım almıyor. Bu görüntü muhteşem, insanın inanası gelmiyor.
—Bak işte inan. Her şey gözünün önünde.
—Öyle de artık çok geç, bundan sonra bu yoldan dönüş yok.
Bir anda Kudüs’ün görüntüleri ekranlardan gitti ve mor pelerin içerisinde yüzü maskeli,
üzerinde kapüşonlu peleriniyle vücudunun hiçbir yeri gözükmeyen biri, ana ekranı kapladı.
Görüntü o kadar etkileyiciydi ki Edward dahil herkes bir anda irkildi. Kriz yönetim odası da bir
anda sessizliğe büründü. Görüntü, mekanik bir sesle konuşmaya başladı, Edward her ne
kadar dik durmaya çalışsa da adamdaki farklılık hemen göze çarpıyordu. Ne konuştuklarını,
nece konuştuklarını kimse anlamıyordu. Rıza Başkomiser, “Konuştukları dili bilen var mı?
Latince bilen var mı?” diye bağırsa da kimseden bir yanıt alamadı. Hemen ortak yayın
ekranına bu dili bilen var mı diye yazdı. Bir adım geriye gidip, masaya doğru eğilerek gözünü
ekrana dikti. Karşılık gelmeyince mikrofona yöneldi, bir iki kelime konuştu ancak sesinin
ekrana yansımadığını fark etti. Delirmek işten değildi. Saatlerdir bu son dakikalar için hazırlık
yapmıştı, tam ikna için yüklenecekti ki bu mor kıyafetli şeytan kılıklı herif her şeyi bok edip
atmıştı. İki adam hararetle tartışıyorlardı. Mor kıyafetlinin boynundaki madalyonun kalın
zinciri adam hareket ettikçe sağa sola savruluyordu. Kim olduğu görünmese de ses tonu,
etkileyici ve tehditkardı. Adam masaya vurup da ekrana yaklaşınca maskenin deliklerinden
ilk kez masmavi gözleri belirginleşti. Konuşmaları yaklaşık beş dakika devam etti. Sonra
adam geldiği gibi aniden ekrandan kayboluverdi, her şey yeniden eski halini aldı. Herkes ne
olduğunu anlamaya çalışırken karşı taraftan bir kişi Edward’ın bilgisayarının başına geçip bir
şeyler yapmaya başladı. Adam diğer ekrandan gözüküyordu ve çok hızlı hareket ediyordu,
masaya koyduğu kağıda baka baka bir şeyler yazıyordu. Edward bir anda, “Sen ne yapmaya
çalışıyorsun? Şifreyi kıramazsın, boşuna uğraşıyorsun!” diye bağırdı. Rıza Başkomiser,
“Gelen sizin tarikatın kodamanıydı herhalde, bak herkes aklını başına almanı istiyor. Ver şu
şifreyi, yazık etme bunca masuma.” dedi.
—Başkomiser siktir git! Daha seninle işim kalmadı.
—Ulan eğer bu şifreyi vermezsen sen göreceksin işimiz bitiyor mu, başlıyor mu!
Geri sayımda son üç dakika görünüyordu ki masada çalışan adam “Tamam, bilgisayar
açıldı!” diye bağırarak yerinden fırladı. Havaya bir yumruk atıp geri oturdu. Herkes nefesini
tutmuş bekliyordu. Adam aynı serilikte bilgisayarın içine girmeye ve sayfaları kontrol etmeye
başladı. Şimdi ana ekranda bilgisayarcı vardı ve işinin ehli olduğu her halinden belliydi.
9 Nisan 2023 Kudüs 23.15
Kudüs’teki kriz yönetim odasının bilişim bölümünde Fransa’daki uçaktan gelen görüntüleri
izleyen ekip, kameranın açısından dolayı defalarca seyrettikleri görüntülerden hiçbir sonuç
çıkaramamışlardı. Adam tuşlara basarken o kadar seriydi ki çıplak gözle ne zaman, hangi
tuşa bastığını görmek imkansızdı. Ancak iyi bir yazılım yavaşlatılmış çekimde parmak
hareketlerinden hangi tuşa basıldığını anlayabilirdi. Ekip görüntüleri tekrar tekrar seyrediyor,
yavaşlatıp, hızlandırıp yeniden bakıyor; bir sonuca ulaşmaya çalışıyordu.
Edward’ın oğlu Lionel babasının şifrelerde Latince harflerle rakamları beraber kullandığını
söylediğinden beri İsrail’deki en meşhur dil uzmanları belki lazım olur denilerek kriz
merkezine çağrılmışlardı. Anagram uzmanları, dil bilimciler, psikologlar ve en ünlü
hackerlardan oluşan bir bilirkişi danışman grubu çoktan toplanmış, kendilerine sıra gelmesini
bekliyorlardı. Uçak içi kameralardan gelen görüntüler iyice netleştirilmişti. Hangi parmağın
kaç derecelik açı ile ve hangi sırayla klavyeye inip çıktığı analiz edilmişti.
Elde olan küçük örneği büyük örnekle buluşturabilmek için Edward’ın Lionel ile olan online
konuşmasında teknik arıza olmuş gibi gösterilerek adamın kucağına verilen laptoptan on
dakikalık yazım örneği alınmış ve yapay zekada eşleştirilmişti. Latince dil uzmanlarının da
yardımıyla şifre tahmini on beşe kadar indirilmiş, zamanın dar olmasından dolayı da son ana
kadar şifre üzerinde çalışılmış ve harekete geçilmişti.
Bilgisayar dahisi Mossad ajanı havaalanındaydı ve 9 Nisan 2023, 23.54’te bomba sayacı
Kudüs için son 01.54, İstanbul için ise 6.54 durdu. Kimse gözlerine inanamıyordu, biraz
bekleyip yeniden saate baktılar ama saat artık hareket etmiyordu.
Bir bağırış ki ne bağırış! Herkes havalara zıplıyordu. O derin sessizlik gitmiş, yerini ise
sevinç çığlıkları almıştı. İstanbul’daki kriz yönetim odasında kağıtlar havalarda uçuşuyordu.
Derbi maçında doksan artıda gol atmışcasına herkes birbirine sarılıyorlardı. Bu yaklaşık iki
üç dakika böyle sürdü, sonra İsmet Müdür günün kahramanını aradı.
—Rıza nerede?
Rıza Başkomiser ortada yoktu.
—Ulan başkomiser, ulan zibidi! Şimdi elime düştün, sıçacağım senin belana…
10 Nisan 2023 00.05’ten 10 Mayıs 2023 tarihine kadar dünyaya uyku haramdı. Öncelikle her
iki Altınkapı’da asılı duran altın renkli Adem ve Havvalar bulundukları yerden indirildiler, üçü
otopsi için morga kaldırılırken İstanbul’da ölmemek için direnen ve sonradan isminin Sofia
Gulbert olduğu tespit edilen Norveçli güzel, şehrin en donanımlı hastanelerden birinde tedavi
altına alındı.
Kapılardaki bombalar bilinmeyen askeri alanlara götürüldü. İlk tespitlerde bombaların nükleer
olmadığı anlaşıldı ama tahrip gücü Kudüs’teki tapınak tepesine ve Yedikule’ye ciddi anlamda
hasar verecek düzeydeydi. Nükleer izleniminin bilgisayarın yaymış olduğu uranyum serpintisi
ile bir aldatmaca olduğu anlaşıldı.
Her şey normale dönüp bomba riski ortadan kalktıktan sonra İsrail polisi tüm gücü ile eski
Kudüs’e girip oradaki herkesi eşek sudan gelesiye kadar dövdü. Şehrin tüm mobese
kameraları incelenmek üzere kriminal laboratuvara götürüldü. Eski Kudüs’teki herkes, şehrin
değişik spor salonlarında, okullarda ve oluşturulan özel bölgelerde gözlem altına alındılar.
Kamera kayıtlarından ve soruşturmalardan suçları tespit edilenlere ayrım yapılmaksızın
yargılanıp en ağır şekilde cezalandırılacaklarını bildirdiler.
Bizim Gaza kaçakları ve onları yalnız bırakmayanlar da dünyanın sevgilileri oldular.
Youtube’a atılan videoları tıklanma rekorları kırdı. Onlar İsrail hükümetinin sağlamış oldukları
ulaşım araçları ile tekrardan Gaza’ya döndüler ama içleri rahattı. Dünün enkazı kaldırılır
kaldırılmaz Filistinli ve İsrailli yetkililer yarım saatlik bir toplantı ile hemen bir araya gelerek
nasıl iki millet tek devlet olabileceklerinin müzakerelerini yapmaya başladılar.
İki tarihi düşman, tüm çağlar boyunca hiç bu kadar birbirlerine yaklaşmadıklarını fark ettiler.
İsrail hükümeti ilk etapta Gaza’ya insancıl ihtiyaçların ivedilikle gönderileceğini duyurdu.
Ürdün de doğu Kudüs’teki haklarını Filistinlilere devretmeye hazır olduğunu belirtti. İslami
kuruluş vakıfları diğer semavi dinlerin ruhbanları ile beraber çalışarak Kudüs’ün inanç
özgürlüğünün merkezi olması için her şeyi yapmaya hazır olduklarını belirtti.
Birleşmiş Milletler ise eski Kudüs yeşil alanına barış gözlemcilerinin konumlandırılacağını
açıkladı ve bu barış gözlemcileri askerlerden değil, gönüllülük esasına dayalı sivillerden
oluşacaktı.
Arap Birliği, İsrail ile iyi komşu devlet ilişkileri kurmak istediklerine genel kurulda oy birliği ile
karar verdi. Artık siyasette inanç argümanının olmayacağı vurgusu yapıldı. Herkesin istediği
inanç sistemini kabul etme özgürlüğü vardı; kimse kimseyi dini, inancı ve ırkından dolayı
yargılayamazdı. Karşılıklı kazan kazan ilişkisi… Hatta önce kazandır ki sonra sen de
kazanasın. Sina yarımadasında, doğu Akdeniz’de toplanan donanma gemileri bulundukları
konumlardan ayrılmaya ve kendi sularına geri dönmeye başladılar.
İstanbul Atatürk Havalimanı’na taşınan Yedikule ve komşu mahalleliler, o sabah güle oynaya
evlerine dönmenin sevincini yaşıyorlardı. Bir gecelik ayrılık onlara bir asır gibi gelmişti.
Meğer insanın evsiz barksız kalması ne kadar zormuş… Hepsi evlerine geldiklerinde sanki
imkansız bir şey gerçek olmuş da çok özlediklerine kavuşmuş gibi hissetti. Evim evim, güzel
evim…
Yaşanan bir günlük kaos eski düzensizliği alıp götürmüştü. Şimdi yepyeni düşüncede
insanlar ortaya çıkmaya başlamıştı. İnançlar aynı inançlardı, her şey aynıydı, peki bir günde
ne değişmişti de insanlar bu kadar farklı tavırlar sergiler olmuştu? Tüm dünyada iyimserlik
rüzgarları esiyor, insanları kucaklıyor, içine alıyor, hapsedip bulutların üzerine çıkarıyordu.
İnsanoğlu başına gelen bir musibetten alacağını almıştı. Tabii bu nereye kadar gider
bilinmez ama en azından iyi bir başlangıç olmuştu, niyetler iyi olduktan sonra sonuç niçin iyi
olmasın ki?
Edward Brian dünyanın en çok tanınan terör suçlusu olmuştu, ileriki zamanlarda kiminin
kahramanı kiminin ise rol modeli olacağı kesindi. Ama ömrü yeter de bunu görür mü Allah
bilir… Fakat İngiltere’nin en namlı cezaevlerinden birinde çok ama çok uzun süre konuk
olacağı kesin. Oğulları Lionel ve Renold’ın da yalnızca paskalya günü kendisini ziyaret etme
hakkı var, bu da Edward’ın şansı… Paskalya onun için en önemli gün, o gün gelsin diye dört
gözle bekliyor.
Yakın gelecekte gerçek semavi dinlerin buluşup kaynaşmasını sağlayacak, Gaza’dan
Kudüs’e kadar yaklaşık 65 kilometrelik yol üzerinde üç dini de temsil eden şapel, mescid ve
sinagogların yan yana olacağı temel taşları bir, binası bir, avlusu bir, yalnızca birbirlerinin
seslerinden rahatsız olmasınlar diye ses yalıtımlı taş duvarlarla ayrılmış komplekslerden
oluşacak tam on tane ibadethane yapılmasına karar verildi.
Tek bir sorun vardı ve onu kimse çözemiyordu. Küçük Hüseyin, Gaza’ya döner dönmez
elbiselerini çıkardığı yere koştu ve yeni kırmızı montunu aradı. Aradı ama bulamadı… Çok
üzüldü, epey bir canı sıkıldı. Kaç gündür Gaza’yı sokak sokak geziyor, herkesin üstüne
bakıyor, montunu arıyor ama bulamıyordu. İsrail askerlerinin yanına geliyor, çaktırmadan
onlara bile bakıyordu. Ama kırmızı montu yok oğlu yoktu. Sanki yer yarılmıştı da içine
girmişti. İşin kötüsü bir haftaya kadar bulamazsa havalar ısınacak, o soğuk kış günleri geride
kalacaktı. Bahar zaten kendini hissettiriyordu, bir de sıcaklar artarsa daha da kimse mont
giymezdi, o zaman da hepten bulamazdı. Yine de kimseye montumu aldı diye kızmıyordu,
niye o gün onu giydim diye kendine kızıyordu.
10 Nisan 2023, İstanbul saatinin önemi yok, geniş zaman…
İsmet Müdür odasında dört dönüyor yardımcılarına kükrüyordu.
—Nerede bu goduğumun zibidisi? Bu yaşıma geldim, böylesini görmedim.
—Müdürüm beş günlük rapor alıp Whatsapp’tan göndermiş. Telefonu kapalı, evinde yok.
Sorduk soruşturduk, kimse de kendisini görmemiş, nerede olduğunu bilen yok.
—Yani herifçioğlu bir gün önce tüm dünya televizyonlarında akşama kadar gözüktü, bugün
aynı şekilde tüm televizyonlar ondan bahsederken yer yarıldı, içine girdi, öyle mi?
—Yok müdürüm, ne diyebilirim ki?
—Ya tamam, beyefendinin yaveri üçtür arıyor. Bakanın, müsteşarın aramalarını saymıyorum
artık. İt herif, iki gün sabredemedi mi? Sonra bir ay, iki ay izne çıksaydı.
—Vallahi ne diyeyim müdürüm? Başkasının mumla aradığını adam elinin tersiyle itiyor, farklı
bir kişilik.
—Koyacağım onun farklı kişiliğine! Olan bize oluyor, kendi elemanımızı bulamıyoruz. Millet
götüyle gülüyor halimize ama eninde sonunda gelecek, bak ben ona neler yapacağım. Leyla
kızım bak seni falan ararsa söyle ona mutlaka beni arasın.
—Elbette müdürüm ama benim telefonum onda yok ki.
—O istesin iki dakkada bulur.
Rıza Başkomiser Aydın’ın bir dağ köyündeki baba evinde, yer yatağında sere serpe
yatıyordu. Jandarma gidince saklandığı odadan çıkmış, yaşlı anne babasıyla sohbet
ediyordu. Köydeki yeğeninin her şeyden haberi vardı, eğer jandarma gelirse buraya
gelmediğini söyleyeceklerdi ve nitekim öyle de yaptılar. Dünden sonra bir de bugünü hayatta
çekemezdi. Başına nelerin geleceğini iyi biliyordu ve bu kaçışı ondandı. O silik bir şekilde ve
dikkat çekmeden yaşamaya alışkındı. Aynı anda bir iki insan ona baksa ellerini nereye
koyacağını şaşırırken bugün İstanbul’da kalsaydı Türkiye’nin kalburüstü kodamanları onu
yanına alıp dekor yapacak, boy boy fotoğraf çektireceklerdi. Daha bugün bile kaç tane ulusal
gazetede fotoğrafları çıkmıştı. Böyle yaşamak ona göre değildi. Bir hafta köyde baba
ocağında yattı kalktı. Akşam sabahın olmasını, sabah akşamın olmasını sabırla bekledi.
Aklında hep Leyla vardı, onunla karşılaştığında ne diyecekti? Asıl önemlisi de o, kendisine
nasıl yaklaşacaktı? En zor denklem buydu. Kızı, haberi olmadan tüm dünyaya ifşa
edivermişti. Şimdi ona ne diyecekti? Bu bir hafta su gibi geçti, pazar günü yeğeninin adına
aldığı biletle İstanbul’a döndü.
İstanbul emniyetindeki bürosuna geçtiğinde saat sabahın dokuzuydu. Ofise girdiğinde önce
Gülşen koşup boynuna sarıldı. Arka arkaya soruları sıralamaya başladı fakat hiçbir sorunun
cevabını beklemeden devamlı bir yenisini soruyordu.
—İsmet Müdür seni bekliyor amirim. Beş günde üç kez geldi, nerede bu herif diye bizi
sıkıştırdı durdu.
Diğer ekip de etrafını çevrelemiş hal hatır soruyorlardı. Nihat “Abi hemen yukarı çık. İsmet
Müdür seni burada yakalarsa bizim çarkımıza nokta nokta.” dedi.
Rıza Başkomiser de “Tamam ya ne olacaksa olsun.” deyip hızla kapıya yöneldi. Asansörü
bile beklemeden üçer beşer merdivenleri çıkıp İsmet Müdür’ün odasının olduğu koridora
geldi. Karşıdaki masada Leyla’yı görünce bir an geri dönmek istedi ama Leyla da onu
görmüştü.
—Başkomiser, diye ardından bağırdı.
Yakalanmıştı. Geri dönüp ona doğru yürüdü.
—Oo başkomiserim, sizi havada ararken yerde bulduk. Teşrif buyurdunuz, dedi imalı imalı.
Rıza Başkomiser’in eli yüzü kıpkırmızı olmuştu. Karşısında kabadayı kabadayı konuşan kıza
bir şey demek istedi ama ağzını açamadı.
—Yok yok kendini zorlama, ben sıramı bilirim, içeride İsmet Müdür seni bir halletsin,
öldürmezse gerisini ben hallederim, deyip kapıyı çalıp kafasını içeri uzattı.
—Rıza Başkomiser geldi müdürüm.
—Gelsin gelsin.
Rıza, çekinerek içeri girmişti ki İsmet Müdür’ü koltuğuna kaykılmış, Hasan Müdür’ü de
çaprazında oturur halde buldu.
—Oo paşam! Bu ne şeref? Nasıl oldu da aklına geldik? Yollarına kırmızı halılar serdik,
görmedin herhalde.
—Rahatsızlandım müdürüm, raporumu göndermiştim.
—Sen onu külahıma anlat! Sen mi rahatsızlanacaksın? Hayatımda senin kadar rahat adam
görmedim, ne rahatsızlığı?
—Üşüttüm.
—Oğlum sen doğuştan üşütüksün! İki yel sana ne yapar, bırak şimdi! Neredeydin?
—Köyde.
—Oraya baktırdım, yoktun
—Yok dedirttim ama baba ocağındaydım.
—Niye kaçtın ki?
—Anlatsam da anlamazsınız.
—Niye, salak gibi bir halim mi var?
—Estağfirullah müdürüm, ondan değil.
—Neden peki?
—Saçma bulacaksınız da ondan.
—Sen anlat bir hele, ne bulup bulmayacağımıza biz kendimiz karar verelim.
—Leyla’ya karşı çok mahcubum. Kızın hiçbir şeyden haberi yokken tüm dünyaya onu ifşa
ettim ama siz de gördünüz adam beni zorladı. Yoksa…
—Yoksa ne? Anlattıkların yalan mıydı, düzmece veya taktik miydi?
—Elbette hayır. Anlattıklarımın hepsi gerçekti, ben zaten yalan söyleyemem elim yüzüm
kızarıverir. O zekada bir adam da bunu anında anlardı.
—Yani Leyla için söylediklerinin hepsi doğruydu, öyle mi?
—Tabii ki müdürüm.
—E, o zaman niye kaçıp gittin be adam? Gelip adam gibi içini döksene kıza.
—Ne diyebilirdim ki? Seni bir kez gördüm, aşık oldum, buna yıldırım aşkı derler ve bunu bir
psikopatın zorlamasıyla tüm dünyaya ilan ettim, bu mu yani?
—Hani pek de fena olmadı yani. Vallahi Leyla halinden gayet memnun. Çiçeklerin biri
gidiyor, ikisi geliyor. Herkes senin gibi yabani değil oğlum kaçıp saklansın. Az bir medeni
olsan yeterdi. Hayır olan bize oldu zaten, olay günü haşatımız çıktı. Bir de sende ne
buldularsa herkes seninle konuşmak istiyor yok demekten, bahane uydurup yalan
söylemekten dilimiz şişti. Ağabeyimiz anasının koynunda yorgunluk attı, oh ne güzel hayat!
Tüm devlet büyükleri seni nasıl aradı, biliyor musun?
—İşte müdürüm, ben bunların başıma geleceğini bildiğim için yok oldum, bunlar bana göre
değil.
—Ulan ingiltere kraliçesi bile seninle görüşmek istedi de yok dedik, deyip katıla katıla
gülmeye başladı.
—Hasan sinirim bozuldu ya kraliçeye yok diyoruz. Adam köyde, baba ocağında kıçını
devirmiş yatıyor… Haa, bak beni de yabana atma o psikopatın karşısına seni çıkaran benim,
ona göre! Ama sen beni bile şu seni tanıdığım bir haftada hallettin. Bak bana, sana neler
yapacağım şimdi. Şimdi kraliçeye gelince arayacağız dedik ama o artık bunamıştır,
aramasak da olur. Ama bir yere kaybolmayacaksın, telefonunu bile kapatmayacaksın. Aha,
bu hafta burada, karşımda oturacaksın.
—Müdürüm ben zor adamımdır, yarına kalmaz beni kovarsınız.
—Ben kendime değil, yardımcıma güveniyorum. Beni geçsen Leyla’yı geçemezsin.
İstiyorsan dene. Vallahi Leyla mermi ağzında gezer, bilesin. Öyle kara kaşına, mavi gözüne
vurulmaya benzemez, alnının çatından vurur adamı. Sen bekle, bana yaptıklarını fitil fitil
burnundan getireceğim. Sen dur! Seni Leyla ile kendi ellerimle evereceğim, sonra bir ömür
Leyla tepene çıktığında beni hatırlarsın. Dur lan, Leyla nereli, onu biliyor musun?
—Yok müdürüm.
— Aşk insanı kör edermiş derler ya harbi doğru! Daha kızın nereli olduğunu bilmiyorsun.
Trabzonlu, laz uşağı… Gerisini sen düşün.
Leyla duvarın yanında, o güzel yüzündeki tebessümle muhabbeti dinliyordu. Rıza, onun bu
halini görünce içindeki ağırlığın hafiflediğini hissetti.
—Duydun değil mi nereli olduğunu?
—Duydum müdürüm, Trabzonlu.
—Altı tane de erkek kardeşi, laz uşağı var.
—Altı tane laz uşağı mı? E, başka müdürüm…
—Niye lan, korktun mu? Vaz mı geçiyorsun yoksa?
—Yok müdürüm niye korkayım? Leyla nereli ve kim olursa olsun, ne fark eder? Hani
Trabzon biraz uzak ya, o bağlamda…
—Bilmem. Belki de İzmirlidir. Artık gerisini siz aranızda halledin de biz de “Onlar ermiş
muradına, biz çıkalım kerevete.” diyebilelim.
SON